Panoptikon

Panoptikon | Ahmet Çağrı Karaca (Kısa Öykü)

Sadece on dakika kalmıştı. Kendisine verilen evrakları okumayı bırakıp bir kenara koydu. Evraklarda cezasının ne şekilde infaz edileceği uzun uzun anlatılmıştı. Gözüne arka kapaktaki yazı takıldı.

“Gizlilik ortadan kaldırılarak elde edilen şeffaflık, utanma duygusunu yeniden bireylere yerleştirerek güven dolu toplumu mümkün kılar.”

Adalet Bakanı’nın, Panoptikon Yasası mecliste tartışılırken yaptığı konuşmadan bir alıntıydı. O zaman nasıl uygulanacağını tam anlamasa da kendisi de desteklemişti bu yasayı. Bakanın konuşması hâlen aklındaydı.

“Bir doktorun, ona ne şikayetle giderseniz gidin size sürekli sayısını arttırarak aynı ilacı verdiğini düşünün,” demişti. “Başınız ağrıyorsa bir aspirin, bel fıtığınız varsa beş aspirin, kanser olduysanız on aspirin vererek sizi tedavi etmeye çalışıyor. İşte bizim de süreli hapis cezaları ile yapmaya çalıştığımız tam olarak budur. Bir insan ne suç işlerse işlesin, hem toplumun vicdanını rahatlatmak hem de onu yeniden topluma faydalı bir birey hâline getirmek için aynı cezayı farklı sürelerde uygulayıp duruyoruz. Bırakın işe yaramayı, hapis cezası alanların yarısından çoğu tekrar suç işliyor. Artık bakanlık bütçesini, hapishanelerdeki spor salonlarının küçük olmasından şikayet eden hükümlülere değil, mağdurların rehabilitasyonuna harcayarak adaleti sağlamak istiyorum.”

Fikir o dönem çok fazla tartışılsa da toplumun çoğu ikna olmuştu. Anayasada ve kanunlarda, özel hayatın gizliliği ve insan onuruna aykırı ceza verilemeyeceğine dair birkaç maddeye ekleme yapıldıktan sonra Panoptikon cezası uygulanmaya başlanmıştı.

İsmini on sekizinci yüzyılda tasarlanan bir hapishane projesinden almıştı. Silindir şeklinde devasa bir binanın tam ortasında bir gardiyan kulesi vardı. Duvarların içe dönük taraflarına ise mahkûmların hücreleri yerleştirilmişti. Dışardan gelen ışık, mahkûmu veya gölgesini ortada duran gardiyan tarafından her zaman görülebilir hâle getiriyordu. Böylece onlarca mahkûm tek bir gardiyanla gözetlenebiliyordu. Kuleden bütün hücreler görünürken mahkûmlar kulenin içini göremiyorlardı. Mahkûm o an izlenip izlenmediğini asla bilemiyordu. Buradaki asıl amaç mahkûmların sürekli izlendiği fikrine kapılmalarıydı.

Panoptikon cezası da aslında aynı projenin teknoloji yardımı ile günümüze uyarlanmasıydı. Bu sefer hapishane bütün ülkeydi, gardiyanlar ise bütün vatandaşlar…

Cezası başladıktan sonraki tüm yazışmaları ve görüşmeleri kamuya açılacaktı. Onu arayanlar infazın bittiği güne kadar önce o malum anonsu duyacaktı. İki gün önce gelen teknisyenler evinin her yerine kameralar yerleştirmişti. Geriye kalanı ise yüz tanıma teknolojisi yardımıyla sokak ve güvenlik kameraları halledecekti.

İyi ki evli değilim, diye düşündü. Panoptikon cezası sırasında çiftler genellikle daha ceza başlamadan ayrılıyordu. En azından ceza süresince çoğu ayrı yaşıyordu.

Mahremiyet perdesi bir kez kalktığında insanların hayatı o kadar trajikomik hâle geliyordu ki, ne kadar dikkatli olunursa olunsun herkes kendini rezil edecek bir şeyler yapmayı başarıyordu. Bu tür anlara kesin biri denk gelip kayıt altına alıyor, sonrasında da internette oradan oraya yayılıyordu. Hatta haftanın en komiklerini derleyen televizyon programları bile vardı.

Cezayı alan kişiyi, isteyen herkes bakanlığın kurduğu platform üzerinden izleyebiliyordu. Zaten her ceza alanı bir görevliye izletmek hükümet bütçesine pek uygun düşmeyen sıkıcı bir iş olurdu. İlk başlarda talebin düşük olacağı düşünülmüştü. İnsanların günlük yoğun temposundan dolayı yeterli oranda gözlemci olmayacağından ve sistemin istenilen etkiyi yaratmayacağından korkuluyordu.

Fakat tarih boyunca çoğu infaz halk için karanlık bir şenlikten ibaretti. Kalabalıklar için azap çektirmenin görkemli bir cazibesi vardı. Birçok idam cezası izleyenlere en uzun seyir zevkini sağlayacak şekilde tasarlanmıştı. Ancak modern çağda bu acı çektirme ve gözdağı verme sanatlarının karşılıklı icra edildiği gösteriler biraz daha ağırbaşlılık kazanabilmişti. Belli ki hem halkın hem de kanun koyucuların bu yeni nesil kavuşmaya ihtiyaçları vardı.

İlk bir ayda platform günde en az üç kere trafiği kaldıramadığı için çöktü. Daha sonradan toplumun ilgisini fark eden yayın kuruluşları da adeta bir reality show edasıyla olaya yaklaşıp uygun içerikler hazırlamaya başladı. Cezası bittikten sonra fenomen olan hükümlüler bile oldu. İnfaz boyunca giydiği kıyafet kombinleri sürekli tartışılan bir uyuşturucu satıcısı kız, daha cezası bitmeden kendi markasını kurdu. Hatırı sayılır miktarda insan da intihar etti.

Öte yandan yasa işe yaramıyor da değildi. Herkesin gözü üzerindeyken suç işlemek büyük aptallık olurdu. Bir insan Panoptikon cezası aldığında suç işlemeyi kafasına koymuş olsa da bunu çoğu zaman başaramaz. Çünkü teşebbüs aşamasında olsa bile biri kesin bütün hikâyeyi çözer ve kolluk kuvvetlerine haber verir. Sonuç olarak herkesin izleyeceği bir hırsızlığın hiçbir mantığı yok. Hangi kampanyayı yaparsanız yapın, siz kameralara gülümserken uyuşturucu satışı işinde de pek müşteri bulamazsınız.

Tüm bunların birazdan kendi gerçekliği olacağı tekrar aklına geldi. Gerçi sosyal medya da benzer bir şey, zaten her şeyi paylaşıyordum, diye düşündü. Kiminle, nerede, ne yaptığını, ne yiyip içtiğini konum bilgisini de ekleyerek paylaşmak günlük sıradan bir olaydı. Hatta bunu bir fotoğrafla da belgeliyordu âdeta. “Aynı şeye hükümet zorlayınca pek de keyifli olmuyormuş,” dedi.

İnsan ruhu, hayatı ne kadar göz önünde olursa olsun, ötekinin bakışlarından uzak, kendi başına kalabileceği bir alana ihtiyaç duyar. Duvar, çatı ve kapıdan oluşan evi, kablolarla delik deşik edilmişti. Evini, onun evi yapan her şey bu deliklerden dışarı sızacak ve şehrin en kalabalık meydanı ile evinin hiçbir farkı kalmayacaktı. Evinin amacı onu sıcak tutmak ya da rüzgârdan korumak değildi. Evi onun tek sığınağıydı.

Artık perdeleri çekmesinin anlamı yoktu. Bütün pencereleri tuğla ile kapatsa bile evi bir kristal şeffaflığındaydı. Bu düşünce ruhunun ürpermesine sebep oldu. Sonuçta insan kendisi için bile tamamıyla şeffaf değildir. Çünkü şeffaflık insanı camlaştırır. Şiddeti de buradadır.

Cezası bitenlerin hemen hemen hepsi aynı şeyi söylüyordu. “Hâlen birileri beni izliyormuş gibi hissediyorum.” Bu histen uzun süre kurtulamıyorlardı. Aslında bütün bu cezanın amacı da buydu. Cezanın ilk günleri insan sürekli kendine gözetlenebileceğini hatırlatmak zorundaydı. Bir süre sonra bu otomatik bir hâl alıyordu ve mahkûmlar sürekli gözetleniyor gibi yaşamaya başlıyordu. Çoğu insan cezası devam ederken de cezası bittikten sonra da adımlarını bu şuurla atıyordu. Bakanın ifadesiyle, ıslah olan bireyler topluma geri kazandırılmış oluyordu.

“Bu işlere tanrının baktığı günler daha güzelmiş,” dedi. O da her şeyi görüyordu ama sessiz bir gözlemciydi. Yaptıkların ile ilgili yargılamayı da epey geç bir vakte bırakıyordu. Onun tarafından bir ömür gözetlenmek pek de sorun olmazdı.

İnsanların gözetlendiğini bilmeye ihtiyacı vardı. Bu iş binlerce yıldır aynı şekilde devam ediyordu. Ta ki biri çıkıp önüne gelene tanrının öldüğünü ilan edene kadar… Bir yasanın çiğnenmesi günah değilse hapishaneler neye yarar ki? Daha birkaç yüzyıl geçmeden toplum hemen bu açığı kapatacak aletler geliştirmişti. Panoptikon ise bunun yasalaşmış hâliydi.

Yasalarla bugüne kadar hiç sorunu olmamıştı. Hâlen kendisini azılı bir suçlu olarak görmüyordu ama azılı bir salaktı. İş yerinde en nefret ettiği tipler bile içmeye çağırsa uçarak giderdi. Son seferinde de aynısı oldu. Gitti, içti, hatırlamadığı bir zaman dilimi geçirdi, uyandığında hastanede olduğunu fark etti. “Alkolü kendi rızanızla mı aldınız?” diye sordu polisler uyandığında. “Evet,” diye cevap verdi. Arabanın içinde sıkıştığı anlar hayal meyal aklına geldi.

“Mağdur ile bir husumetiniz var mıydı?”

“Mağdur?”

“Frene neden basmadınız?”

“Bariyerlere girdim ben.”

“Evet, yayaya çarptıktan sonra bariyerlere çarptığınız için durmuş araç, hiç fren izi yok.”

“Ben yaya görmedim.”

İlerleyen saatlerde görmediği yayanın on yedi yaşında bir çocuk olduğunu, savcılığın o uyanmadan önce bilinçli taksirle öldürme suçundan dosyayı açtığını öğrendi. Yargılaması çok uzun sürmedi, ortada söylenecek çok da bir söz yoktu. Hâkim son duruşmada ona bir seçenek sundu: On iki yıl hapis ya da dört yıl Panoptikon.

Hapishaneye girmek gibi bir seçeneği düşünmedi bile. Yargılamanın başında bir ay kalmıştı. Bir insanı yaşamının bir ayından mahrum etmekle, onu yaşamından mahrum etmek arasında yalnızca bir ölçek farkı vardır. Orada bir saniye daha geçirmek istemiyordu. Sanki gezegen dönmeye devam ediyor ama hapishane sabit kalıyordu. Zaman içeride durmuş ve hayat dışarıda kusursuzmuş gibi hissediyordu. Çürümekten korkuyordu.

Zaten Panoptikon sonrası hapishaneler iyice ihmal edilmeye başlanmıştı, içeride sadece sürekli suç işlediği için cezası hapis cezasına çevrilenler vardı. İnsanlar Panoptikonu kabul etsin diye hapishanelerin durumunun kasıtlı olarak iyileştirilmediği söylentileri dolaşıyordu. Hâkime seçimini hiç tereddüt etmeden söyledi.

Saatine baktı. İki dakikası kalmıştı. Masasından kalkıp lavaboya gitti, saçını ve kıyafetlerini düzeltti. Aynaya bir bakış atarak kendi kendine seslendi.

“Şov başlasın!”

Yazar: Konuk Yazar

Bu içerik bir konuk yazar tarafından üretilmiştir. Siz de sitemizin konuk yazarlarından biri olabilirsiniz. Yapmanız gereken tek şey, kaleme aldığınız bilimkurgu temalı makale ve öykülerinizi bilimkurgukulubu@gmail.com adresine göndermek. Editör onayından geçen yazılarınız burada yayımlanıp binlerce okurun beğenisine sunulacaktır. Gelin bu arşivi birlikte büyütelim...

İlginizi Çekebilir

robot

Aşkın | Sinan ‘C’ Güldal (Kısa Öykü)

Robotlar köşeye sıkışmıştı. Daha yukarı çıkabilmeleri gibi bir ihtimal -muhtemelen- söz konusu bile değildi, daha …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin