01.28
İşittiğim uğultunun ardı arkası kesilmiyor. Yalnızlığıma eşlik eden migren atakları onları daha da besliyor. Uğultu, duvardaki saatin tıkırtısı, bir de ben varım odayı dolduran. Gerisi boş. Düşünmeye çalıştıkça başarısız oluyorum. Düşünmek ne kadar zor olabilirdi ki? Bir bardak su içmeyi hayal etmek, onu yudumlarken hissettiklerini hatırlamak, neden imkânsız?
20.09
Odayı dolduran birkaç gereksiz eşyadan farksızım şimdi. Eski bir halı, kirli ve yıpranmış köşeleri katlanmış. Bir başıma beklerken adının yazılı olduğu duvar. Bir şey hissetmiyorum. Duvar neden karalanmıştı, yüzlerce kez adın neden yazılmıştı? Bunu ben mi yapmıştım yoksa bir sanrının içinde miydim?
03.31
Sanrı. Dilde bıraktığı his ucuz şarapların mayhoşluğu gibi değil mi? Sanrı, boşluk ve ben bekliyoruz. Sonum yaklaşıyor, biliyorum. Beni tanıdı, yanıma geldi. Elimi sıktı ve gözlerime baktı. Bakışlarımı kaçırdım ondan. Yanındakiler beni kayda aldılar. O her yerdeydi artık. Tanrı bile onun kadar belirgin olamadı tüm çağlar boyunca. Beni buldu.
20.13
Şakaklarımdaki sızı durmaksızın sürerken karanlık çöküyor her şeye. Görmekte zorlanıyorum, ayaklarımın altından kayıp gidiyor zemin ve ben oturduğum koltuğu kavramışım sıkıca. Ağrı başladı yine, beni buldular. Baş dönmesinin eşlik ettiği bu huzursuz bekleyişimde seni unutmak istemiyorum. Kalkıp adını bir kez daha yazmaya yeltendim duvara. Ezberimden yapamadım, yazdıklarıma bakarak her sesi sırasıyla yazmaya çalıştım. Anladım ki önceki yazdıklarım da birbirlerine benzemiyorlar, olsun, dedim. Pes etmedim, birkaç kez denedim yine de. Ağrı bedenimi kuşatıyor, anılarım hızla uzaklaşıyor bilincimden. Beni buldu, yakalandım. Hükmüm verilmiş, anladım. Migrene esir düştüm ondan önce.
20.10
Duvara ismini yazan ben olmalıyım, başım sıkıştığında sana giderdim hep, bu kez de öyle yapacaktım ama çıkamadım evimden. Mezarlık uzak ve sana giden tüm yollar onların şimdi. Önce başkentte belirdi, sonra diğer büyük şehirlerde. Anlatırlardı, gören olmamıştı, çünkü onu gördüğünü söyleyemedi kimse. Ben de sustum, koşarak geldim eve. Günlerdir buradayım. Sağ elim çürümeye başladı, ölüyorum. Nefes alıyorum, düşünemiyorum, kaçamıyorum, yardım isteyemiyorum; sadece çürüyorum. O bizi kuşattı. Dokunduğu her şey çürüyor, bağırdığı her şey ölüyor. Bağırıyor, durmadan bağırıyor. Kulaklarımı tıkıyorum, parmaklarım çaresizce bastırıyor; sesi dinmiyor. Deliriyorum.
10.55
Anlatılanlar doğruymuş, ondan yüzlerce var, belki de binlerce. Bu başıboş küçük şehirde bile varsa artık ülke tamamen onun olmuştur. Bizi hapsetti ölümün hırıltılı yorgun nefesine. Kendi bedeninden oluşturduğu yeminli timleriyle geziyor sokakları; gözüne değenler deliriyor, dokundukları çürüyor. Artık onun laneti tek gerçeğimiz bizim. Yüzlerce pis surat, yüzlerce pis ses doğrudan ona bağlı; hepsi o. Kaçmak imkansız. Ağrı her yerde, hastalıklı sarı sızıya esir düştüm karanlık odamda. Kurtulabilmek isterdim bir kez daha, denizden esen rüzgara yüzümü dönmek ve seninle el ele bakmak isterdim karşı kıyıdaki ışıklara. Delirdim, ağrı azdı, o her yerde.
01.04
Yaşamak istiyorum, ismine bakıyorum ama seni bulamıyorum; yüzünü, avuçlarını ya da sesini hatırlamıyorum. Hepsini siliyor, sadece o var. Kapımda bekliyor sanıyorum, kapıyı açmaya korkuyorum. O başardı, o bizi zapt etti. Kendi bedeninden kopyaları yönetiyor bizi ve hastalık saçıyor şimdi her yere. Pis sesi midemi bulandırıyor. Ağız kokusuna tahammülüm yok. Yavan bir açlıkla kuşatıyor ben gibileri, garip bir ritüelle ikna ediyor kalabalığı. Ağız kokusu midemi bulandırıyor, sesi çıldırtıyor. Kulaklarımı delmek elimde mi bilmiyorum, işitmek istemiyorum onu.
02.55
Fark ettin mi bilmiyorum, artık geceleri köpekler havlamıyor. Ya yok edildiler ya da bizim gibi korkup kaçtılar onlar da. Dışarısı da içerisi gibi sessiz, kimseler yok. Ayak seslerini duyuyorum, bana dokundu. Beni de buldu, zihnim eriyor. Sadece onun sesini işitiyorum, nereye baksam o var. Parmaklarım, sigaram, nefesim; her şey ona dönüşüyor. Onun pis yüzü bana kendimden bile daha tanıdık geliyor artık. Azalıyorum.
08.14
Sızı dinmiyor. Sızım dinmiyor. Zihnimi parçaladı. Bedenimi ele geçirdi. Duvarda yazılan şeyler seni anlatıyor olsa gerek. Artık okuyamıyorum. Kim olduğunu da bilmiyorum. Belki de biz, yani ikimiz arkadaştık ya da düşman. Fark etmez, yakındık sanırım. Uğultu büyüyor, bağırıyor, durmuyor, durmadan bağırıyor. Bizi avladı. Hepimizi avladı. Anlatılanlar doğruymuş, o her yerde, dokunduğu her şeyi öldürüyor. Beni de öldürüyor, çürüyor bedenim. Kokuyor. Korkuyorum. Yalnızım.
09.17
Son kez sesleniyorum sana, kim olduğunu bilmeden. Benden öncekiler onunla nasıl baş etti bilmiyorum, hatırlamıyorum. Artık tükendim, gözlerim eskisi kadar iyi görmüyor, gündüz mü gece mi şimdi ayırt edemiyorum. Bedenimden çürük et kokusu yayılıyor, dayanması güç, bu baskı altında eziliyorum. Pis sesin pis kokan nefesi burnumun dibinde, hala bağırıyor. Dayanamıyorum onun varlığına. Bitsin istiyorum bu kabus. Hoşça kal, hoşça kalın, benden bu kadar.
07.01.2079 tarihli haberi bitirdiğinde memnuniyetle yaslandı arkasına. Henüz siyasette toy olduğu günlerde yönetme işinin anlayış ve şeffaflıkla sürdürülemeyeceğini söylediğinde bunu basit bir seçim söylevi sanmışlardı. Ona “Korkunun Efendisi” denmesinden nasıl da gurur duymuştu sonraki günlerde. Korku en sadık hizmetkârıydı, herkes kadar korkuyordu o da; ölmekten, yalnızlıktan, yargılanmaktan. Ama şimdi güçlüydü. Sevmediği ya da susturulmasını istediği her kimse, basit bir hareketiyle yok ediyordu. Hazırlattığı ilaçla hedefte bulunan kişinin temas etmesi yeterliydi ölümü için. Sonrası kendiliğinden gerçekleşiyordu, kişi kısa süre içerisinde geçmişine ve kendisine yabancılaşıyordu. En sonunda ise ya intihar ediyor ya da susuzluktan ölüyordu. “Sanrı Suikastleri” böylece birer şehir efsanesine dönüşmüştü. Ortada kanıt yoktu, kanıtları ispat edecek kimseler de.
Haber, intihar eden bu genç yazarın geride bıraktığı kayıtları ve olay yeri ile ilgili detaylı fotoğrafları içeriyordu. Yapılan otopside herhangi bir saldırı emaresine rastlanmazken, insanlar fısıltıyla da olsa bunların sıradan intihar vakalarından olmadığını söylüyorlardı birbirlerine. Ülkede bunu açıkça ilan eden herkes er ya da geç bunun bedelini ödüyordu. Ölüm farklı süreçlerle geliyor olsa da hepsinin ortak noktası intihara meyilli olmak ve kısa sürede ağır depresyon atakları yaşamak şeklinde özetleniyordu. Sisteme yönelik sıkı eleştirilerini bir süredir dile getiren genç yazarın aniden başlayan ve iki gün sürdüğü anlaşılan bu derin buhranla intihara sürüklenmesi de birçok kimse için sürpriz olmadı.
Korkunun Efendisi de tıpkı halkı gibi korkuyordu, en büyük korkularından birisi de cenazelerdi. Öldürdüğü insanların hayaletlerini görür gibi oluyordu cenaze törenlerinde. Genç yazarın cenazesi de kurallar gereği tam bir sessizlik içinde yapılacaktı. Korkunun Efendisi böyle buyurmuştu. Kalabalık olması istenmeyen bu törenlerin hızlıca sona erdirilmesi ve törende fısıltıyla dahi konuşan kimselerin tespit edilerek ihanetten yargılanır oluşu cenazelere olan katılımı da hayli azaltmıştı.
İşte bu son tabut, ayaz soğuğunda genç omuzlara emanet sessizce ilerliyordu. Korkunun Efendisi ise odasındaki dev ekrandan olan biteni izlerken hızlıca bir şeyler yiyordu. Yemek yemeyle geçen vaktin boşa geçtiğine inandığından hiçbir zaman gerçek bir yemek masasında bulunmamıştı. Ekrandan izlediği törene katılımın beklediğinden daha da az olduğunu gördüğüne sevinen Efendi, görüntülere eşlik eden sesi biraz daha arttırdı. Böylece törende yürüyenlerin ayak seslerini ve hatta belli belirsiz öksürük seslerini dahi dinliyor ve bu bağnaz kontrol duygusu nedeniyle odasını hazla dolduruyordu. Onun ülkesinde yaşayan her bir fert, efendisinin yüce kudretinin izin verdiği ölçüde yaşamalı ve onun insafına layık olmalıydı. Ölçüsüzlük ve belirsizlik onu çıldırtıyordu, buna tahammül edemezdi.
Tabutun etrafını saran insanların yürüyüşleri ayak sürümekten çıkıp tempolu bir hal aldığında olacakları hiç kimse tahmin edemedi. Ağlamakta olan birkaç kişinin hıçkırıkları kesildi önce, her şey çok hızlı oldu ve yine aynı hızla bitti; tıpkı genç yazarın ölümü seçmesi gibi. Tabut yaşananlara kayıtsız kalmışken onu taşıyan gençler önce adımlarına uygun birer mırıltı sesi çıkarttılar. Yürüyüş temposu ve mırıltının senkronize olmasıyla birlikte cenazeyi ekranlarından izleyen milyonlarca insanın kalbi yerinden çıkarcasına atmaya başladı. Tabut ve onu sırtlayanlar, özlenen ancak hayal edilmesi dahi mümkün olmayan bir şeyi fısıldadı milyonlara: Cumhuriyet hürriyet demek, Cumhuriyet özgürce yaşamak… Bu eskilerden, çok eskilerden kalma bir çocuk şarkısıydı. Efendi geç kalmıştı, talimatını verdiğinde tabutu taşıyanların söylediği şarkı ulusal yayınlarla tüm yurda çoktan dinletilmişti. Toplamda 15 saniye süren bu cesur eylem ne yazık ki onlarca insanın canına mal oldu. Yıllar sonra, yine karşılaşmıştı bu şarkıyla. Onu yok etmek için her şeyi yapmıştı; şimdi öfkeden kızaran alnını ovarken karartılmış ekrandan yansıyan görüntüsüyle karşılaştı. Korkunun Efendisi için henüz gerçek bir son söz konusu olmasa da artık herkes gibi onun da çok korktuğu bakışlarından anlaşılıyordu.