Seninle İki Dakika | Nevin Yeni (Kısa Öykü)

Sonbaharın son demleri, rüzgârları koynunda getirmişti. Deniz huysuzlanıyor, kışa girmek istemiyor gibiydi. Küçük barakasında çayını demlemiş, penceresinden denize bakıyordu Rıza Efendi. Saçı sakalına karışmış, yılların dokunuşları dalgaların kıyıya vurdukça köpürmesi misali ağartmıştı saçlarını. Karısının ölümünden sonra şehri terk etmiş, bir deniz kıyısında artık inzivaya çekilmişti. Zaten ömrü boyunca hep balıkçılıkla uğraşmak istemiş ama çocuklar, işler derken hiçbir zaman çekip gitmeye imkânı olmamıştı. Ama karısı ölünce evde bir başına kalmış ve artık dünyaya ilişecek bağları ortadan kalkmıştı.

Piposuna tütünü koyarken dalgındı, dupduru olması gereken zihni allak bulaktı. İki haftadır aklı böyle darmadumandı. Çünkü tam iki hafta önce Samet ona bir paket bırakmıştı.

Samet’le tanışalı birkaç yılı geçmişti. Bir gün balıktan döndüğünde, kıyıda gördüğü bu yabancı simaya, tenha kasabaların cana yakınlığıyla selam vermişti. Akşamüzeri tuttuğu balıkları pişirmek için barakasından çıktığında delikanlının hala aynı yerde durduğunu görünce yemeğe davet etmiş, rakının koyulaştırdığı sohbette kelimeler uçan halı misali ikiliyi birbirinin anıları ve acıları üstünde gezintiye çıkarmıştı.

Söylediğine göre mühendisti. İçine kapanık, biraz tuhaf biriydi. Her ne kadar teklifi başlangıçta tedirginlikle kabul etse de, Rıza Efendi’nin samimiyeti, zırhını delivermişti. İçtikçe açıldı, anlattıkça anlattı. “Hayatın” diyordu “önlenemez bir akışı var. Yekpare, içinde gedik açmak mümkün değil. Şu kayaya bir mağara açmak mümkün, ama hayatı oyup içinde bir sığınak yapmak mümkün değil. Somut gerçekliğin kuralları soyut gerçekliğe uygulanamıyor.” Kahkahalarla gülüyordu Rıza Efendi. “Şerefsizim” diyordu, “tek bir kelime anlamıyorum dediklerinden.”

Piposu sönünce küçük bir dal parçasıyla sıkıştırdı tütünü ve yeniden yaktı. Barakanın içinde piposunu tüttüre tüttüre volta atmaya başladı.

Bu tuhaf delikanlı ne zaman şehirden bunalsa, Rıza Efendi’nin yanına kaçar olmuştu. Makineleşmiş dünyadan sitem edip duran Samet’in sözlerinden Rıza Efendi pek bir şey anlamadığından, bir zaman sonra neredeyse tek konuşan Rıza Efendi kalmıştı. Karısını, çalıştığı şirketi, çocuklarını, şehrin bunaltısını, buraya kaçışını, balığa çıktığında başından geçenleri sanki son derece olağanüstü anılarmış gibi detaylarına varana dek anlatıyordu. Sonra ikisi de susup uzun uzun denizi seyrediyorlardı.

Ufak tefek bir barakaydı onunki, balık ağlarıyla kaplamıştı duvarlarını. Sanki son kez bakıyormuş gibi, yavaş yavaş göz gezdirdi ağlarda. Kalkıp elleriyle okşadı, vedalaşır gibi. İkide bir derinden bir of çekiyor, sanki vereceği kararın altında eziliyordu. Divanın köşesinde ıvır zıvırları koymak için dar ve yüksek bir sehpa yapmıştı. Ağzında hala piposu tüterken, sehpanın üstündeki derin sandığı açtı. Küçük bir kutu çıkardı. “Öyle olsun Samet,” dedi “Deneyelim bakalım.”

Arabasına binip şehrin yolunu tuttu. Yolculuğun başında kaskatı kesilmiş bedeni, birkaç kilometre sonra yolculuğun doğal havasına girip sakinleşti. İlerledikçe şehre geri dönme fikrine biraz daha alıştığı belliydi. Sağ koltukta duran kutuya arada bir göz ucuyla bakıp, kendi kendine “şu yaşımda uyuyorum ya bu deliye, eh kendime de ne desem azdır,” diye söyleniyordu.

Yıllar sonra ilk defa şehre döndü Rıza Efendi. Her şey bıraktığı gibiydi. Grinin hükmü altındaydı şehir. Her şey kolay ve hızlıydı. Asansöre bindi, kendi adını söyledi. Asansör evinin olduğu katta durdu. Kapılar açıldı. Evinin kapısı önünde bir süre öylece kalakaldı.  Kırk yıllık dostları görse şu saçı sakalı birbirine girmiş haliyle belki onu zor tanırlardı ama evi onu gözünden tanıdı ve yine önünde kapılar açıldı.

Geride bıraktığı yıllar, onu kapıda karşıladılar. Bu ev, onun anı kutusuydu. Evin içinde koşuşturan hayaletler kah kahkaha atıyorlar kah masanın başında içli içli ağlıyorlardı. Şimdi o hayaletleri bu dünyaya getirmenin ya da daha doğrusu, onların arasına karışmanın vaktiydi.

Delikanlı, iki hafta önce kendi icadı olan makineyi getirdiğinde, nasıl kullanılacağını güzelce izah ettiğinden yapması gerekenleri biliyordu. Evin içini videoya çekip oda oda ayırarak bilgisayara atacaktı. Sonra da, karısının saç telini makineye yerleştirecekti. Makine, karısının saç telinden DNA’sına ulaşacak ve onun görüntüsünü birebir oluşturacaktı. Artık geriye kalan tek şey hikayeydi. “Anı sınırı koymuyorum Rıza Abi, sen yaz, anı canlansın. Süreyi iki dakika tuttum, psikolojik etkilerinden emin olamıyorum. Gözlük otomatik olarak kilitlenecek. Zaman dolana kadar çıkması mümkün değil,” demişti Samet.

Yol boyu soğukkanlılığını korumuş olsa da, artık heyecanını dizginleyemiyordu. On sene sonra karısını karşısında görecekti. Evin her köşesiyle yeterince hasret giderdikten sonra, yatak odasına gidip çekmecedeki kutuda sakladığı karısından kalan tarağı çıkardı. Tarakta bir tane saç teli kalmıştı. Tarağı kokladı, bağrına bastı, kalan saç telini özenle sıyırdı taraktan. Salona döndü, yerde duran cihaza yerleştirdi. Oturup ilk hikayeyi yazdı. Gözlüğü taktı. İşte, hikayenin içindeydi.

            Karısı hemen yan koltuğunda otururken, Rıza Efendi kanepeye uzanmıştı. Karısının soyduğu meyveleri yiyordu. İkisi de ellili yaşlarındaydı. Karısı gülerek yan komşunun yaptıklarını anlatıyordu.

            Camdan bakınca bir de ne göreyim! Mithat Beyle İsmet Bey kavga ediyor. Sinek oluyor diye bahçedeki ağacı kesmeye kalkmış biri, öteki 2100 yılında ağaç mı kesilir, senin gibiler yüzünden oksijensiz kaldı bu dünya diyor. Mithat Bey evden kaptığı gibi oksijen makinesini getirip ‘al evinin ortasına koy’ diye atmasın mı adamın kafasına? İsmet Bey’in de kafası yarılmasın mı?

            “Aaaa Rıza! Napıyorsun? Kaç kere dedim sana kirli ellerini sürme kanepeye diye!”

            “Nerelere süreyim ellerimi?” dedi Rıza, ellerini karısına doğru uzatırken.

Ve birden görüntü karardı.  Rıza gözlüğü çıkardı, suratında şaşkın bir gülümsemeyle bir süre karşı duvardaki saate boş boş baktı. Sonra ayağa kalkıp kocaman bir kahkaha attı. “Sesin, ah sesin! Evet aynı böyleydi sesin!” dedi. Mutluluğun kollarında sarhoş olmuş gibi evin içinde şarkı söyleyerek oynamaya başladı. Ağarmış saçlarıyla Rıza Efendi, o an bir çocuk gibiydi. Sonra birden durup kaşlarını çattı ve “İyi ama nasıl bu kadar çabuk geçti bu iki dakika? Makine mi bozuk acaba? Bir dahakine, takmadan önce saate bir bakayım!” dedi ve şarkısını söylemeye devam etti.

Akşama kadar, uzun süredir ondan uzak olan bir neşeyle dolaşıp durdu evde. Ertesi günün hikayesine karar vermeye çalışıyor, bir yandan yazdıklarını okurken öbür yandan saate bakıyor ve yine akışın yarıda kesilmemesi için bu kez hikayeyi tam iki dakikaya sığdırmaya çalışıyordu. Kah birkaç kelime çıkarıyor kah bir paragrafı silip onun yerine karısının elini tutma sahnesi ekliyordu. İki dakikası iki dakikadan daha çabuk geçen zaman, o an bir türlü yarın olmak bilmiyordu. Akşam karanlığı çöktüğünde ışıkları açmadan kucağında karısının elbisesiyle koltukta uyuyakaldı.

Sabah olduğunda ıslık çalarak güzel bir kahvaltı masası hazırladı. Kendi ıslığına karışan çaydanlığın ıslığı hem çayın demlendiğini haber veriyor hem de hikayenin gongunu çalıyordu. Yatağa girdi, gözlüğü taktı, uyurmuş gibi uzanıp gözlükteki uzaktan kumanda tuşuna bastı. Ve…

            Çay kaşığının bardakta çıkardığı sesle uyandı Rıza. Bu kez kırklı yaşlarındaydı. Karısı mutfaktan ona sesleniyordu. “Rıza yumurtalar soğudu! Hadi kalk artık!” Üç adımda uçarak geçti koridoru. Yüzünü yıkamadığı geldi aklına. ‘İyi ki yüz yıkama sahnesi yazmamışım, bir de onunla zaman kaybedemezdim’ diye düşünüp kendisini tebrik etti. Sandalyesini karısının yanına çekti, birlikte güzelce kahvaltı ettiler. Karısı elleriyle yediriyordu reçelli ekmekleri. Rıza da beline sarılmış, gece gördüğü rüyayı anlatıyordu karısına. Karısının ısırması için ekmek uzattığı sırada kavramış olduğu belinden kendine çekerek karısını öptü.

Ve birden görüntü karardı. “Bu kez tam zamanında” dedi Rıza. Kahvaltı masasında tek başına oturuyordu. Yanında duran boş sandalyeye, gülümseyen dudaklarına rağmen hüzünlü gözlerle bakıyordu. “Çok özlemişim” dedi.  “Çok. Sana kavuşmak için ölmeyi bekliyordum, ah bu çocuk cenneti koparıp koparıp getiriyor sanki bana, her gün iki dakika.”

Masadaki kahvaltıyı topladı, kendisine bir kahve yaptı. Kahvesini içerken eskilerden kalma bir şarkı açtı tabletinden. Oturup mutfak duvarına yansıttığı klibi izledi, makine bir yandan bulaşıkları yıkarken.

Ertesi gün akşam döndü eve, elinde bir torba vardı. İçeri girer girmez doğruca yatak odasına gitti. Mumları koydu yatağın yanına. Bir yandan da Samet’e söyleniyordu. “İnsafın yokmuş Samet Efendi! İki dakikada hacet bile giderilmez ya! Hadi neyse! Buna da şükür!” Yine de, büyük bir özenle hazırlandı Rıza Efendi. Yatağa girdi, gözlüğü taktı ve tuşuna bastı.

            Her yer karanlıktı.

Yatakta doğruldu, yeniden bastı tuşa.

            Her yer karanlıktı.

Gözlüğün kilidine baktı, kapanmamıştı. Korkuyla doğruldu yataktan. Önce cihazın bozulmuş olabileceğini düşünüp panikledi. Sonra Samet’in bozuksa tamir edebileceğini, hatta yeni bir tane yapabileceğini düşünüp sakinleşti. Ardından aklına başka bir fikir geldi.       “Senaryoyu mu beğenmedi acaba?” dedi kendi kendine. “Müstehcen bulmuş olmasın? Canım ona ne? Karıkoca arasına girilmez ki! Ben şimdi haddini bildiririm ona! Sanırsın aklı benden fazla!”

Salona girip de cihazın üzerindeki manyetik akım sayesinde dimdik duran saç telinin yerinde olmadığını görünce aklını kaybedeceğini sandı. Korkuyla çığlık attı. Elleriyle kafasını yumrukluyor, bir yandan da “neden işin bitince koymazsın bir yere!” diye söyleniyordu. Önce cihazın etrafında biraz arandı. Cam açıktı ve sonbaharın denizleri kudurtan rüzgârı camdan içeri giriyordu. Camı açtığını hatırlamıyordu Rıza Efendi. Kendisi açılmış olamazdı, talimatsız açılmazdı akıllı camlar. O halde kendisi açmış olmalıydı.

“Demek İsrafil böyle üfleyecekmiş benim surumu, işte rüzgârla uçup gitti ömrüm. Artık neyle avunurum ben? İşte yaşayan bir ölüyüm!”

İki damla yaş süzüldü Rıza Efendi’nin gözünden. İflah olmaz bir kederle kanepeye yığıldı. Sonra aniden, bir karara varmış gibi gözünün yaşını silip doğruldu. Elini iki kez çırptı havada, salonun ışığı biraz daha arttı. Yeniden çırptı ellerini, ışık daha da arttı. Eğildi yere, sanki peri kızının saçlarını okşar gibi narin ve dikkatlice parmak uçlarını gezdirmeye başladı zeminde. Birkaç dakikalık uğraştan sonra yerde saç telini bulunca sevinçle doğruldu. ‘Canım karım’ diye insanmış gibi seslendiği teli önce bağrına bastı, sonra da makineye yerleştirdi ve koşar adım yatak odasının yolunu tuttu.

Yatağa girince sakinleşmek için derin derin nefes alıp bir süre bekledi. Yüzündeki gülümseme geçmek bilmiyordu ve mumların yandığı loş yatak odasının romantik havasına bir türlü uyamıyordu. Gözlerini yumup bekledi. Hazır olduğuna kanaat getirince yatağın sol tarafına uzandı, yazdığı hikayeye uygun olarak yüzünü duvara dönüp yan yattı ve düğmeye bastı.

            Yüzünden hala silinmemiş gülümsemesiyle duvara bakarken karısının uzanacak elini bekledi. Daha iki saniye geçmişti, ama beklediği el gecikmiş gibi geldi. Sabırsızlandı. Ve sonunda teninde hissettiği o dokunuş alev olup damarlarını sardı. O da alev olup karısını sarmak için kollarını açarak ardına döndü; gözleri yuvalarından fırlamış halde kalakaldı. Yanında yine kendisi vardı! Önce kendini dışarıdan izlediğini sandı, ama sonra izleyenin de izlenenin de kendisi olduğunu anladı. Geri dönülmez bir hata yapmıştı, o an saçlarını kazıtmaya karar verse de, artık çok geçti. Makineye koyduğu kendi saç teliydi! Ne kadar çabalarsa çabalasın gözlük yerinden milim kıpırdamıyordu. Su gibi akan zaman, şimdi akmak bilmiyordu.

Sonbahar her yeri sarartsa da denizin rengini çalamıyordu. Rıza Efendi barakasının önünde oturup engin ufka bakarken, parmaklarını kısacık kestirdiği saçlarının arasında gezdiriyor ve sanki bu değişikliğe alışmaya çalışıyordu; boşta kalan diğer elinde tuttuğu karısının fotoğrafıyla ise sanki tüm değişimlerden kaçıp geçmişin değişmezliğine sığınıyordu. Eliyle saçında dokunulmadık yer bırakmamış, özellikle ensesinde epey oyalanmıştı. Uçsuz bucaksız denizden gözlerini ayırdı, elindeki fotoğrafı yüzüne iyice yaklaştırdı. Gözlerini kırpıştıra kırpıştıra görüntüyü kafasına kazımak ister gibi uzun bir süre baktı, sonra gözlerini yumup bir süre öylece kaldı. Yeniden gözlerini açıp fotoğrafa baktıktan sonra kendi kendine: “Yaşlılık yüzünden tam canlandıramıyorum tabi.Tamam, böyle tam olmuyor,  ama en azından ne riski var, ne de zaman kısıtlaması,” dedi.

BİLİMKURGU KULÜBÜ KISA ÖYKÜ YARIŞMASI BRONZ MANSİYON ÖDÜLÜ

Nevin Yeni

3 Nisan 1986’da Balıkesir’de doğdu. 2010 yılında, Ankara Üniversitesi İtalyan Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Çevirmen olarak hayatını sürdüren Nevin Yeni, bir çatı katında iki kedisiyle birlikte yaşıyor ve her gün bisiklete binmekten büyük keyif alıyor. “Seninle İki Dakika” adlı öyküsü, Bilimkurgu Kulübü Kısa Öykü Yarışması’nda Bronz Mansiyon ödülüne layık görülmüştür.

Yazar: Konuk Yazar

Bu içerik bir konuk yazar tarafından üretilmiştir. Siz de sitemizin konuk yazarlarından biri olabilirsiniz. Yapmanız gereken tek şey, kaleme aldığınız bilimkurgu temalı makale ve öykülerinizi bilimkurgukulubu@gmail.com adresine göndermek. Editör onayından geçen yazılarınız burada yayımlanıp binlerce okurun beğenisine sunulacaktır. Gelin bu arşivi birlikte büyütelim...

İlginizi Çekebilir

Murat Menteş’le Geleceği Görenler Öykü Yarışması Yayını

Edebiyat Otopsisi YouTube kanalındaki “Yazarlara Soruyoruz” serisinin yeni bölümünde kulübümüz editörlerinden Emre Bozkuş, edebiyatın sınırlarını …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin