serbest dalis

Serbest Dalış | Serdar Yıldız (Kısa Öykü)

Her şey bir avuç fosfor içindi.

Gökçe Aydan, buz sarkıtlarının geçişi kapadığı karanlık, engebeli arazide yürüyerek devam etmek zorundaydı, hesaba kattığı olasılıklardan biriydi bu, araçtan inmeye hazırlanırken yolculuk boyunca yaptığı gibi sakince mırıldanıyordu. “Bir avuç lanet fosfor. Bir cep dolusu güvercin boku gibi.” Kahkahasını tutamadığı için kendine kızdı, böyle bir günde görmezden gelebileceği bir kazaydı, ama yalnızca bir kez. Kaynağından alacağı bu organik madde artık bir kafese hapsolmuş yaşamlarını kurtarabilirdi. İki yıl önceki bolluktan, teknolojiden, milyarca gözün üzerlerine çevrilmiş ilgisinden şimdiki aşamaya geçmek küçük bir kıyametti. Dünya yok mu olmuştu? Hayır, iki aydır gökyüzündeki en parlak nesneydi. Ya üzerindekiler? Onların ortadan kalkmaları, kendi kendilerini tüketmeleri olasıydı işte, buna şaşırmazdı. “Nereden nereye.”

“Tazı’dan Tekne’ye, sesimi alıyor musun Tekne?”

Kubbeyi terk ettiğinden beri geri dön anonslarının ardı arkası kesilmemiş, yolun sonuna yaklaşırken de bu acınası telsiz trafiği hız kazanmıştı. Kulaklarına, burnuna, yüzüne yayılan o cızırtılı, ısrarcı sese kayıtsız kalmaktan kötü huylu bir zevk aldığını sezdi.

“Tekne, duyuyor musun Tekne?”

Duymazdan gelmek, onları panik içinde bırakmak, radarla takip etmelerini sağlamak eğlenceli bir oyundu. Kubbe stres altındaydı, besin kaynakları tükeniyordu, Dünya’dan ulaşan son kargodan bu yana sekiz ay geçmişti, nefes almayı sürdürmek istiyorlarsa eğer tarımsal üretime geçmelilerdi. Gıda üretimi içinse, fosfor yerine kullanabilecekleri, toprağı besleyebilecekleri herhangi bir alternatiften mahrumlardı. Kubbedeki budalalar ise bu gerçekleri anlamaktan acizdi.

“Size hakikati getireceğim.” Araç derin bir çukura girip çıkınca şiddetle sarsıldı, boş anına denk geldiği için başlığını tepesindeki metale vurmaktan ve olası bir beyin sarsıntısından kendini son anda kurtardı. Düz zeminde toparlayınca nefesi normale döndü. Neredeyse iç organları da dahil tüm uzuvlarını ağır ağır hareket ettiriyor, oksijeni kesik kesik ve seri halde soluyor, diyafram kaslarını birkaç dakika sonraki dalış için hazırlıyordu. Planını devreye sokmasından bu yana yirmi sekiz dakikayı geride bırakmasına rağmen vücut ısısının otuz yedi santigrat dereceyi aşmaması, bu macerada rollerin neden böyle dağıldığının açık bir ispatıydı. Bir kaçış ancak bu kadar sakin, yavaş ve huzurlu gerçekleşebilirdi.

“Tazı’dan Tekne’ye. Radarımızdasın Tekne. Neler oluyor?”

Bu üstelemeye hak vermemek elde değildi, o alık, hazırcı ve kaderci topluluğa. Geride kalan birkaç düzine insan, uyku vakti, yasak bir saatte kapının açıldığını haber eden alarm sesiyle dehşete kapılmış, büyük ihtimalle bir süre ne yapacaklarını bilememişti. Bu doğru bir tahmindi. Şaşkınlığı atlatıp düşünebilme yetisine kavuştuktan sonra gözetleme monitörlerine bakmayı akıl etmiş, birinin dışarı çıktığını görmüş, kimlik tespiti yaptıktan sonra da onunla iletişim kurmaya çalışmışlardı. Gelgelelim kaçak kadın hedefe kilitlendiği için nafile bir çabaydı.

“Tekne suya kavuşmak üzere.” Ağzından neredeyse boşalacak kahkahayı güçlükle durdurdu, derin bir nefes aldı, heyecan başta olmak üzere tüm adrenalin kaynaklarını bastırdı. Yine de dudakları tebessümle gerildi. Tazı ve Tekne. Burada, yalnızlığın en acı ve hüzünlü tecrübesini yaşarken bile, eskiden kalma bir alışkanlıkla birbirlerini komik isimlerle kodlamalarını ilk kez ahmakça buldu. Dünya artık onları takmıyordu, öyleyse bu prosedürler de geçersiz sayılmalıydı.

“Tazı’dan Tekne’ye. Derhal geri dön. Bu bir emirdir. Derhal geri dön.”

“Emir mi kaldı?” Çürümüş sebze kokan iki metrekarelik iletişim odasında anonsu geçen arkadaşının ısrarını takdir etti. İşbirlikçisi Yasemin Ece’nin sesinde kaygı veya heyecan kırıntısı yoktu, bir insanın dudakları arasından ancak böylesine usulca Tazı ve Tekne tınısı dökülebilirdi. Baştan çıkarıcıydı, ona boşuna Kızıl Gezegen Afroditi demiyordu. Haberleşme mühendisi o kadife sesiyle kendinden emin bir tonlamada konuşsa da Gökçe onun bu etkiyi yaratabilmek, rolünün hakkını verebilmek için büyük bir mücadele sahnelediğini hayal edebiliyordu, minnettardı. En yakın arkadaşı söz dinlemediği, bir kaçak durumuna düştüğü, kendisini tehlikeli sulara attığı için sinirliydi tabii, muhtemelen minik burnu kızarıyor, çenesini sıkıyor ve şakağından aşağı bir ter damlacığı süzülüyordu. Ne de olsa Yasemin iyi bir oyuncuydu

Yaya devam etmeden önceki yolculuğunu Gezegen Tozu Süpürücü adını verdiği ve birlikte yaşadığı safdillerden kolayca gizlediği aracıyla sürdürmüş, hayatının en büyük hazlarından birini seyir halindeyken deneyimlemişti. Yaklaşık beş bin saatlik çalışmayla tasarladığı GTS’nin yapımında büyük ölçüde Opportunity, Curiosity, InSight, Schiaparelli gibi tarih olmuş birkaç teneke yığınının parçalarını kullanmıştı, yaratıcı aklın zaferiydi. Kubbeye tıkılıp kalmadıkları bolluk dönemine nazaran ilkel bir makine olsa da kendi emeğiydi ve işini görmüştü. Aracı otomatik sürüşe alıp varmasını istediği koordinatları girdikten sonra kumanda kolunu okşadı ve yere zıpladı. GTS yeni rotasına devam edip, Yasemin’e hatalı takip imkânı sağlarken artık yürüme vaktiydi.

Şimdi ilk kez Güney Kutup Buz Örtüsü’nün üstünde adım atmak da nefes kesici bir histi. Karşısındaki görüntü kızıl çölün ötesinde, büsbütün ayrı, mesela kubbedeki iyimser gerzeklere göre geleceğe yönelik umutları yeşertebilecek bir manzaraydı, keşfedilmemiş yaşam kokuyordu.  Işık karmaşası, derin uğultu, koruyucu giysisinin içinde hissettiği soğuk hava. Onun için önemli olan ayaklarının altında yirmi üç kilometre çapında bir gölün uzandığını bilmekti, bilginin muazzamlığı ise sakin tempoda sürmesini istediği kalp atışlarını zorluyordu.

“Tazı’dan Tekne’ye.”

Bu ince atmosferin altında adımları, dokunuşları ve bakışlarıyla temas ettiği tüm nesne ve görüntüler kendilerini ilkin ona açıyor, böylece çoğu eylemi ister istemez bir keşfe dönüşüyordu. Keskin görüşü ve sezileri sayesinde, Mars’a indiğinden beri bir madenci olarak yetiştirilmişti, bu yüzden geride kalanlar için hayati değerdeydi. Tüm bu gerekçeler de Yasemin’in ona Kızıl Gezegen Kâşifi lakabı takmasını kabul edilebilir kılıyordu.

“Tazı’dan Tekne’ye.”

“Artık sussan diyorum Tazı.” Buzların üstünde kaymadan yürümek dikkat gerektiriyordu. Görünen o ki eski Mars’ın okyanus kalıntılarından biri olan gölün yüce özelliği fosfor bakımından adeta ganimet sunmasıydı. Dünya’dakilere iletmeye fırsat bulamadıkları en görkemli keşifti, belki de evreni tanıma çabalarına ait tüm o ışıltılı tarihin en önemli bilgisi birkaç kişiye, çoğu işe yaramazın teki olan birkaç akılsıza kalmıştı. Ah kara yazgı! Belki de tam tersiydi, Dünya’dakiler fosforun o noktada nasıl belirdiğini bilseler de kubbeye bunu iletecek imkânı bulamamışlardı.

“Tazı’dan Tekne’ye, rotan üzerinde fırtına ihtimali yüksek.”

Öyle veya böyle, kubbe altı bir hücreye sıkışmış buhranlı dünyalarında yaşamın sürmesi, geride bıraktığı on dördü erkek on ikisi kadın toplam yirmi altı kişinin ve bir kısmının doğacak çocuklarının hayata tutunabilmesinin en temiz yolu, dalış rekorunu geliştirmekten geçiriyordu. Bir avuç fosfor için. Bir cep dolusu güvercin boku gibi. Kendisi de bir anneydi, bebeğini Dünya’da bırakıp Mars’a yerleşmek zorunda kalan bir anne. Gökçen adında, o da uzay programında eğitim gören bir kızı vardı.

“Tazı’dan Tekne’ye. Nasıl bir araçla ilerliyorsun? Tazı’dan Tekne’ye.”

Dünya ile iletişimleri koptuğundan beri sonsuzluğa uzanan zifiri boşlukta kör, dilsiz ve sağır kalmışlardı. Dalmalı ve o soğuk, karanlık, keşfedilmemiş derinlikteki fosfor parçacıklarına ulaşmalıydı. Beklemek yerine eyleme geçmelerini ateşleyecek fitil, o bir avuç fosforu diğerlerinin önüne atmak olacaktı. Kubbeden dışarı bir milim bile uzaklaşmaktan ödleri kopan o sersemlere bir kadın ciğerinin neler yapabileceğini gösterecek, fosforu şak diye suratlarına çarpacaktı, bunun zevkine ermeliydi. Onu cezbeden şey kahraman olmak değil, göle, ciğerlerine, oksijene karşı göstereceği meydan okumaydı. Bir şey daha vardı, işin aslı, olmasını umuyor, birkaç saniye sonra kamerasının onun varlığını göstermesini diliyordu.

“Tekne, duyuyor musun?”

Dik bir yamacın ucunda durdu, büyük uçurumlara giden yolun girişiydi, dalışa bu noktadan başlayacaktı. Yüzey altı radar tarama verileri bir pislik yapmadıysa ve Yasemin’le gerçekleştirdikleri konum tespitinde hata yoksa eğer burası bakir gölün en dingin yeriydi. Dinginlik ise dalışın yolunda gitmesi için hayati öneme sahipti. Göğsünün altındaki bölmeden küçük bir uçan kamera çıkardı, düğmesine basıp aktif hale getirdiği cihazı yukarı savurdu. Sol kolundaki tümleşik kumandayla kontrol edip iki yüz metre yükselttiği alet gölün buzla kaplı yüzeyini ekrana taşıdı. Aradığı görüntü birkaç saniye içinde gözlerinin önündeydi, tüm hücreleri sevinç çığlığı atsa da heyecanını yendi, yüzünü hafif ama dev bir tebessüm kapladı. Yaklaşık yüz elli metre kuzeyde, büyük bir boşluk vardı, o alandaki buz örtüsü kırılmıştı. Boşluğun su altındaki izdüşümüne ulaşmak için dalışta çapraz ilerlemesi gerekecekti.

“Tekne, duyuyor musun? Telsizinin aktif olduğunu görüyoruz Tekne.”

Tek parça halindeki dış mekân elbisesini yavaş hareketlerle, önce kollarından, sonra gövdesinden en son bacaklarından ayırdı. Tenine çarpan soğukluktan memnundu. Üzerindeki her şey yere döküldüğünde onu sanki bir deri gibi saran, memelerini geren, vücut ısısını düzenleyen, suda sürtünmeyi en aza indiren, hareketlerine bir köpekbalığı çevikliği kazandıran hibrit mayosu belirdi. Hepsini gölgede bırakansa mükemmel hatlara sahip bedeniydi. Yerçekimi düzenleyicinin sağladığı g kuvvetinden üçte iki oranda kurtulduğu için ayrıca hafiflemişti. Kollarını yukarı kaldırıp ufak egzersizler yaparken çıplak vücuduna uymayan başlıkla komik görünüyordu.

“Tazı’dan Tekne’ye. Bu son çağrı.”

“Kıçımı öp Tazı.” Başlıktan ve haliyle şu tiksinç telsiz sesinden kurtulmak için kilidi açıyordu. “Böyle salak kelimeleri nereden buluyorsun?” Yasemin’in tepesinde dikilip diyalogdaki tüm ayrıntıyı duymak isteyen, kendilerini muktedir ilan eden ve bu boşlukta bile midelerinden başka bir şey düşünmeyen birkaç adamın varlığını sezebiliyordu. O ucube bedenler. Derin, vücuduna yayılan bir nefes aldı, ciğerleri yavaş yavaş genişliyordu. Kilidi yuvadan ayırmadan önce duraksadı. Ne olur ne olmaz, yüzeye çıkamayacağı son dalış olması ihtimaline karşı Kızıl Gezegen Afroditi’nin sesini tekrar duymak için bekledi.

“Tazı’dan Tekne’ye. Yoldayız. Seni alacağız.”

“Bulursan alırsın canım.” Arkasından dışarı çıkmaları ölümcül bir fikir olduğundan bu aptallığa küfür savurmak istediyse de işe koyulurken sakinliğini koruması elzemdi, nefes egzersizlerini sürdürdü. İnce atmosferin, alçak basıncın, soğuk havanın temasını hissetmek, ortamla bütünleşebilmek adına düşüncelerine yoğunlaştı, tüyleri diken dikendi. Kesik, tempolu soluk alıp vermelerin ardından uzun bir nefes çekti ve ciğerlerine son kez, tüm kapasitesini zorlayarak oksijen depoladı. On dokuz yıllık uğraşının sonucunda, sıradan bir insanınkinden iki kat büyüklüğe ulaşan dalağındaki hareketlenmeyi duyumsadı.

Her zerresi bir hazine değerindeki oksijeni israf etmemek ve ölümcül karbondioksite maruz kalmamak için vakit kaybetmeden başlığı kafasından çıkardı. Kalp atışını kontrol edemediği o birkaç saniyelik sürecin içindeydi. Gözlerini kapadı, kendini balıklama atlayışla buz gibi suya bırakırken kubbe dışındaki bu ilk dalış ona iyi-kötü, acı-tatlı tüm duyguları bir arada sundu.

Dalar dalmaz, alnının ortasındaki minik fener, ışığını büyük bir güçle suya yaydı, kadının göz kapakları aynı anda açıldı. Gözlerinde iğnelenme, küçük bir acı hissetti, tahmin ettiği gibi, atmosferi saran karbondioksit, kalın buz örtüsü onu bir nebze korusa da göl suyunun asidik değerini yükselmişti. Her dalışta olduğu gibi ilk yirmi metre onu zorladı. Kalp atışı daha şimdiden yarı yarıya azalmıştı. Çıplak yüzünde buz gibi suyun varlığını hissetmek, kulaklarını dolduran uğultuyu dinlemek, aldığı tek bir derin nefesin şimdi tüm hayatı olduğunu bilmek, geçen her saliseyi hakkını vererek kullanması için onu zorluyordu. Kafasında bir şarkı çalmaya başladı, dudaklarının kenarından minik kabarcıklarla boşalan oksijenin baskısını en aza indirmek, sakin kalabilmek, bedeni ve ruhunu dizginleyebilmek adına o şarkıya eşlik etti.

Gökçe, Kızıl Gezegen Kâşifi, nefes alıp vermenin ötesinde, gerçekten yaşadığını yıllardır sadece kısa zaman aralıklarında hissetti. Büyük bir ironiydi belki ama soluk alamadığı o dalış anlarına Dibine Kadar Yaşam adını takmıştı, dibine kadar. On dokuz yıl önce, Mars’a ayak basan şanslı kişilerden biriyken flaşlar onun için patlamıştı. Kapalı biyosferin dışındaki gezegenin doğal şartlarına adaptasyon sağlamak için yapılan rutin çalışmalar sırasında, yeni dünyasındaki on ikinci gün, ölümle burun buruna geldiğinde boğulmak yerine nefesini tutmayı denedi ve kırk yedi saniye boyunca başarılı oldu. Sığ suya çıktığında hareketsiz karnı, yaklaşık yarım dakika duran kalbi nedeniyle herkes onu öldü sansa da aslında bayılmıştı. O gün yeniden doğduğu, gerçek yaşamın ne olduğunu hissettiği gündü, kırk yedi saniye ise sadece bir başlangıç. Dünya takvimine göre kırk bir yaşına girdiği geçen hafta tam tamına dört dakika otuz üç saniyelik bir rekor geliştirmişti. Aynı başarıyı Dünya’da sergileyebilseydi eğer şan, şöhret, tüm madalyalar ve ödüller onun olur, bu hayalet gezegene göç etmek zorunda kalmazdı.

“Bir avuç fosfor.” Beyninin içinde mırıldanırken gözleri merakla su altındaki dünyayı inceliyordu. İnişe baş aşağı devam etse de bu ortamda tersinden bakmak bir şey değiştirmezdi. Hayaletler, canavarlar, garip yaratıklar ve kötü sürprizler hep Dünya’da mı hüküm sürerdi? Korku, tekinsizlik, tehlike. Asıl tekinsizlik on dokuz yıldır yaşamaya çalıştığı kızıl gezegenin her karışına yayılmasına rağmen, sanki hayaletlerin, cinlerin, kötücül varlıkların buraya girişi yasaklanmış gibi neden hiç korkmamıştı? Koşullanma, etki, tepki. Tek korkuları açlıktan, susuzluktan ölmekti.

Mayosunun saati derinliğin yüz seksen bir metreye ulaştığını, geçen sürenin iki dakika yirmi bir saniye olduğunu gösteriyordu. Dalışı çapraz ilerlemeyle sürdürmesi dikeyde gittiği mesafeyi uzatsa da durumu iyiydi. Birçok kez gök dalışı da yapan Gökçe için su altında süzülmenin uzay boşluğunda yürümekten bir farkı yoktu, birbirine zıt gelişen basınç etkisi hariç. Ciğerlerinin hâlâ şişkin olduğunu, kan damarlarının büzülerek hem organlarına hem de beynine yaşam sıvısının gitmesini sağladığını hissediyordu.

“Neredesin?”

Sezgileri dibe yaklaştığını söylerken yirmi saniye sonra yanılmadığını gördü, suda süzülen ışık, bir fosfor kütlesine değil, metalik bir nesneye çarpıp geri dönmüştü. Berrak suyun içinde ışığın temas ettiği her zerreyi görmek mümkünken, karaya vurmuş bir balina hacmindeki uzay aracını seçememek imkansızdı.

Bacaklarını daha hızlı salladı, oksijenin çabuk tükenmesi anlamına gelse de onları Mars’a ulaştıran kurumun logosunu fark ettiğinde vitesi artırdı. Saat, derinliğin iki yüz altmış metreye, geçen zamanın ise üç dakika on dört saniyeye ulaştığını söylüyordu. Ciğerleri acımaya başlamıştı. Kalan oksijeni ancak yukarı tırmanmasına, dış mekân giysisini giyip başlığı kafasına geçirmesine yeterdi. Yine de durmadı.

Adı ApollonX’ti. Dünya’dan fırlatıldıktan sonra orada olup bitenler nedeniyle sahipsiz kalmış, buna rağmen küçük bir sapmayla kutup bölgesindeki göle çakılmıştı. İki bin beş yüz ton işlenmiş fosfor ve yüzlerce yaşam destek ünitesi bulunduran uzay aracının tepesinde, neon mavisi bir ışık yandı. Kızıl Gezegen Kâşifi, cam bölmenin etrafını saran ışığa doğru bacak hareketini artırdı, ciğerleri ezilip büzülmeye koyulmuş, oksijensizlik tüm organlarını alarma geçirmişti.

Ellerini cama dayarken içeride bir karaltı belirdi. Birkaç saniye geçmişti ki cam bölmeye bitişik duran, yarım metre çapındaki bir kapak hareket etti. Gözleri kararıyordu. Bir, kendini uzay aracına atmalı; iki, hava ve basınç düzenleyici bölmeden yukarı doğru yüzmeli; üç, kafasını sudan çıkardığındaki ilk nefesle yeniden doğmalıydı. Tüm bu adımların gerçekleşmesi için geçen o birkaç saniye acı ve huzurdan tuhaf bir karışım demekti.

Küçük nefeslerle ciğerlerini doldururken bir el ıslak saçlarına dokundu. Yüzünü görüp konuşsa da yıllardır dokunamadığı, bir aydır gölün dibinde bekleyen kızı, “Geleceğini biliyordum,” dedi.

Gökçe, hem Dünya’da neler olup bittiğini öğrenmek hem de kubbedeki yaşamı yeniden planlamak için uzun bir süre kızıyla baş başa kalmaya karar verdi.

Yazar: Serdar Yıldız

İllet (roman), Karanlık Gökkuşağı (öykü), Yüksek Doz Gelecek (beş yazar beş bilimkurgu kısa romanı), Silsile (Ödüllü Bilimkurgu Öyküleri), Arz Cephesinde Yeni Bir Şey Yok (Bilimkurgu Öykü Antolojisi).

İlginizi Çekebilir

Omnis Homo Mendax

Omnis Homo Mendax | İsmail Yamanol (Kısa Öykü)

Kente çöken sessizlik, vahşi hayvanların homurtu ve çığlıklarıyla birleştiğinde son derece ürpertici oluyordu. Mergen’inse hayata …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin