son av

Son Av | Gürkan Uzunpınar (Kısa Öykü)

I.

Yağmur damlalarının yere düşecek gücü kalmamış, rüzgar alıyor onları istemedikleri yerlere sürüklüyor. Şemsiyemi kapattım, hiçbir vasfı kalmadı. Giysilerimin tamamı derime yapıştı, esen rüzgar artık tamamen içime işliyordu. Otobüs durağının üstü kapalıydı ama neye fayda. Rüzgarın nereden estiğini bile anlayamıyordum. Ne sigara yakabiliyorum ne de bir yere gidebiliyordum. Hiç tanımadığım bir şehirde, bilmediğim bir saatte, bilmediğim bir caddede belki bir otobüs gelir de biner giderim diye düşünüyordum. Tam karşımda duran apartmanı süzüyordum. Hiçbir ışık açık değil. Gri bir apartman, sokak lambaları heybetini aydınlatmaya yetmiyor, ikinci kattan sonrası kapkaranlık göğe uzanıyordu. Başımın birçok noktasına ani ağrılar saplanıyordu. Göz kapaklarımı kontrol edemiyordum. Etrafımı süzmeye devam ettim. Dümdüz bir cadde, her iki yanı büyük apartmanlarla sıralanmış, hiçbir sokak yok, sadece nereye gittiğini bilmediğim dümdüz bir yol. Ne bir dükkan var, ne bir işyeri. Şehir merkezi dışında bir yerleşim alanı olsa gerek diye düşündüm. Kocaman beyaz ve gri apartmanlar mezar taşları gibi sıralanmış, içerisinde yüzlerce ölü barındırıyordu sanki. Caddeye dikilen aydınlatmaların yaydığı ışık sadece yolu aydınlatıyordu. Etrafta rüzgarla beraber çöpler sürükleniyordu. Rüzgarın uğultusu, yağmur damlalarının betonlara sert bir şekilde çarpışı ve çöplerin hışırtıları ve tıkırtıları bir ağıtı andırıyordu, hepsi hep bir ağızdan caddedeki karşılıklı apartmanların oluşturduğu akustik ile müziğini göğe yükseltiyordu. Otobüs durağındaki tabela eşlik edercesine ileri geri sallanıyor, çıkardığı gıcırtıyla memnuniyetini dile getiriyordu. Karşımda dikilen karanlık binalar aniden renklere büründü, bütün bir cadde göz açıp kapamalığına canlılığına kavuştu. Karşı apartmanın penceresinden bir çocuk caddeyi süzüyor, arabalar asfaltı eziyor, konuşmalar duyuluyor. Büyük bir kalabalık kaldırımlarda yürüyor, her yer rengarenk. İnsanlar çeşit çeşit kıyafetler giymiş, zihinlerinde barındırdıkları mutluluklar, dertler, kötülükler, iyilikler, kazançlar, iflaslar, aşklar ve ihanetler eşliğinde yürüyorlardı. Sanki bütün bunları bir çuvala doldurup boyunlarına asmışlar, hepsi yere bakarak çuvala dolduracak daha çok şeye ulaşmak için yürüyorlardı. Renkler karardı yeniden, insanlar çuvallarını sırtlayıp kayboldular, müzik yeniden caddeye hakim oldu. Ellerimi sıktım, neyin geleceğini çok iyi biliyordum. Çocukluğumdan beri hiç hazzetmediğim, bulutların ışığının kölesi geliyordu. Topal köle, aksak yürüyüşüyle takip ediyordu efendisini. Bastığım kaldırımlar sarsıldı, ses dalgalarını içimde hissettim. Bilinçsizce kendimi geriye ittim. Yüksek seslerden hiç hazzetmemişimdir. Köle homurdanarak caddeyi terk etti. Yağmur şimşeğin eşliğinde ritmini artırdı. Ayakta durmaktan yorulmuştum, otobüs durağının ıslak oturağına attım kendimi. Bütün düşüncelerimden arındım, artık sadece ağıt ve ben vardım.

II.

“Kuklalarla işi biten kuklacı onları dikkatle sandığına yerleştirir, eğer onlarla başka senaryosu yoksa sonsuza kadar orada kalırlar, şansları var ise, ahşap suratlarına gün ışığı bir kez daha vurur.” Tıknaz adamın ne dediğini anlayamayan Anglagard sessizliğini korudu. Adamı umursamazlıktan gelmek için etrafına bakınmaya başladı. Oval cam sehpanın iki tarafında karşılıklı oturuyorlardı. Sehpanın tam ortasında onlarca dosya, dosyaların içerisinden taşan yüzlerce kağıt vardı. Tavandan sadece masayı hafifçe aydınlatan, ve odanın karanlığını biraz seyrelten küçük bir ampül sarkıyordu. Anglagard patronunun yüzünü ilk defa görüyordu. Daha önce emirlerini harfiyen uyguladığı kudretli insan karşısında duruyordu. Oturduğu sandalyede boyu yere basmak için yetişmiyor, ayaklarını bir çocuk gibi sallıyordu. Üzerindeki beyaz tişörtün bel kısmında irili ufaklı yemek lekeleri vardı. “Fikirlerinize saygılıyım Patron, bunu verdiğiniz her görevi başarılı bir şekilde üstesinden gelerek gösterdiğimi düşünüyorum. Fakat şu an neden beni kovmaya çalıştığınızı bir türlü anlayamadım.” diye aniden tepkisini dile getirdi. Patron ellerinden kuvvet alarak uzun sandalyeden aşağıya attı kendini. Oval sehpanın etrafında yürümeye başladı. Anglagard başıyla onu takip ediyor, sükunetle Patron’un cevabını bekliyordu. “Bir sebebi yok.” dedi patron. “Senin anlamlandırabileceğin bir sebebi yok, benim açımdan ise birçok sebebi var. Senin için bir anlam ifade etmeyecekse, neden açıklayayım ki?” Anglagard donuk gözleriyle Patron’un suratına bakıyordu. “Haklısın Patron.” demekle yetindi. Patron çenesini ovuşturuyordu, bir yandan da odanın içerisinde dönmeye devam ediyordu. “Ama sana bir önerim var. Bence ava devam et. İyiliğin için söylüyorum bunu. Son görevini tamamla, sonra da dilediğin gibi yaşa.” Anglagard kasıntıyla ayağa kalktı. Patron, onun ne kadar uzun boylu olduğunu ayağa kalktığında yeniden farketti. “Eğer öyle buyuruyorsanız…” “Hayır, hayır.” diye böldü Patron. “Bunu buyruk olarak algılama lütfen. Yapabileceğin en iyi seçimi söyledim sana. Ne de olsa, yapabileceğin en iyi seçimler doğrultusunda yaşayacağın bir hayat gerekiyor sana. Ama unutma, en iyi seçim her zaman en iyi yaşamı sağlamayacak.” Patron sözlerini bitirdiğinde ağır adımlarla kapıya doğru yürüdü, elini kapının tokmağına uzattı. Hızla tokmağı çevirdi, yavaşça kapıyı araladı ve odadan dışarıya adım attı ama içinde anlamlandıramadığı bir korku hissetti. Sanki belleğindeki bütün anıları sahile vuran dalgaların kumları çektiği gibi sürüklendi. Aniden arkasını döndü. Anglagard silahını çekmiş, karşısında duruyordu. Bütün oda canlandı, kum rengiydi duvarlar, bir sürü tablo asılıydı. Bunlardan bir tanesi Ağlayan Kadın idi, bütün renkleriyle orada duruyordu. Karşısındaki duvar raflarla örülüydü. Rafların içerisinde ise yüzlerce kitap vardı, hepsi ateş kırmızısıyla aydınlanmış içerisinde yüzlerce senaryo, yüzlerce insan ve beraberinde taşıdıkları sevinçler, mutluluklar, dertler, kötülükler, iyilikler, kazançlar, iflaslar, aşklar ve ihanetler… Hepsi iki karton kapağın arasına sıkışmış, her daim var olup sayfalar çevrildikçe var olmayan, insan olmadan insanlaşamayan yüzlerce insan. Patron kapının pervazına yığıldı. Ses dalgaları Anglagard’ın içini titretti. “Kart dağıtan yoksa, kumar da yok.” diye içinden geçirdi. Hızlıca odadan ayrıldı ve koşarak merdivenlerden aşağıya indi. Apartmanın kapısından dışarı çıktı ve arabasına doğru koştu. Arabasına varana kadar her yeri ıslanmıştı. Aceleyle ceplerini karıştırdı, anahtarı buldu ve arabanın kapısını açtı. Arabayı çalıştırıp gaz pedalını dibine kadar ittirdi. Aracın tekerleklerinin çığlıkları eşliğinde gözden kayboldu.

Çok geçmeden Patron’un öldürüldüğü keşfedildi. Olay yerine onlarca polis akın etmişti. Patronun diğer adamları da olay yerine gelmiş, ne olduğunu öğrenmeye çalışıyorlardı. Komiser olduğu anlaşılan bir polis Patron’un cesedine yaklaştı. “Tek bir mermi, şu sandalyenin hizasından ensesini delip geçmiş.” Tespit polisleri hızlıca işlemlere başlamıştı. Nano-teknolojik ölçüm aletlerini kullanan ve dolayısıyla gözle görülmeyen küçüklükteki tespit polisleri odada çalışmalarına başladı. Komiser ise “Evet dikkat edin bayanlar baylar, lütfen benim için bir saniyeliğine kıpırdamayın ve adım atmayın, elinizi sallamayın, nefes almayın ve evet işte oldu.” diyerek kapının berisindeki meslektaşlarını uyardı. Binlerce nano-robotun odanın içerisinde yaptığı incelemeler,ölçümler ve hesaplamaların sonuçları bir video halinde komiserin elindeki cam ekrana aktarılıyordu. Cam ekranda elini bir o yana bir bu yana sürterek videoyu sürekli yeniden başlatıp izleyen tespit polisleri komiseri videoyu kapattı ve cam ekranın toplu bağlantı kısmından anons geçti: “Katil: Anglagard. Paatos şehri, Tuhuvela şirketi doğumlu olduğu sistemde kayıtlı. Kaydı sil. İşlem: Arama emri çıkartıldı, canlı yakalanmalı.” Komiser cam ekranı çantasına koydu. Yanındaki bir diğer polise “Şu işe bak, Patron’un avcı ekibine bile sızmışlar, bir de daha büyük bir kapasiteye sahip olduğumuzu sanarız. Polis elini çenesine dayadı. “İnsanlık tarihinde, özellikle dinleri ele aldığımızda başkaldırı farklılaşmanın bir sonucu olarak ortaya çıkmış. Hatırlasana, en yüce melek, kendisinden başka bir varlığa itaat etmesi istenince kibri tutmuş. Olimpos’un tanrıları ve titanlar kendi türlerini var edebilmek için yarışa tutulmuş…” Komiser polisi dinlemeyi bırakmış, yavaş adımlarla olay yerinden uzaklaşıyordu bile. Çantasına attığı cam ekranı yeniden çıkarttı. İletişim ekranına geldi ve birini aradı. “Burada işi bitmiş, sana geliyor. Sıra sende.” dedi ve kapattı. Cam ekranı yeniden çantasına koydu ve dışarıdaki polis kalabalığının içerisine karıştı.

III.

İliklerime kadar üşüdüğümü hissediyorum. Yağmur biraz dinse de ıslak giysilerimden süzülen rüzgar bedenime çarptığı anda bütün ısımı alıp geri gidiyordu. Caddenin görebildiğim en uç kısmında hafif bir aydınlık oluştu. Işık yavaş yavaş büyüyor ve bu tarafa doğru geliyordu. Heyecanla ayağa kalktım. Nihayet buradan uzaklaşabilecektim. Caddenin tam ortasına geçtim ve aracın gelişini izledim. Pek acelesi yok gibi gözüküyordu. Normalden yavaş bir hızla dibime kadar yaklaştı ve durdu. Aracın iç lambaları kapalıydı, caddenin ışıkları ise aracı kullanan kişiyi aydınlatmaya yetmiyordu. Kapının kilitleri açıldı ve yavaşça birisi aşağıya indi. Emin adımlarla yürüdü ve tam karşıma dikildi. Nutkum tutuldu. Bayılacak gibi oldum. Sanki… Sanki önümde bir ayna vardı… “Evet ben de replikam ile karşılaşmaya çok hazırlıklı değildim ama sen daha bir şaşırmış görünüyorsun, teneke kafanda seni bu kadar şaşırtacak neler dönüyor?” diye sordu adam. Ne diyeceğimi bilemedim, sanki bütün kelime haznem aniden yok olmuş, içimdeki hiçbir hissi cümlelere dökemiyordum. “A.. am.. ama nasıl? Hayatta kalmayı nasıl becerdin? Yoksa… yoksa hayatta kalan o son insan sen misin?” diye sordum zorlukla. “Replikam benim hayatımı yaşamaya kendisini fazla kaptırmış ki benim de replika gibi davranmak için oldukça geniş bir alanım oldu. Uzun bir süredir aranızda saklanıyordum, bırakın da sizin gibi davranmayı öğreneyim.” diye cevap verdi adam. Kendimi nasıl bu caddede bulduğumu, nerede olduğumu ve ne yaptığımı da bilmiyordum. Bütün düşüncelerim bulanıktı. Hiçbir şeyi birbirine bağlayamıyordum, hiçbir şey anlam ifade etmiyordu. “Arabaya atla, gitmemiz gereken bir yer var. Son durağımız.” dedi. Çaresizce arabaya bindim.

İki Anglagard arabada yanyana oturmuş, ikisi de bir süreliğine sessiz kalmıştı. Arabayı kullanan nihayet konuşmaya başladı. “Dünyada son iki kişi kalmıştık. Ben ve oğlum. Yıllardır saklanıyorduk. Ormanlarda yaşadık, mağaralarda ve dipsiz uçurumların kıyısında. Sonsuz yeşilliklerin ve ulu ağaçların gölgesinde, onu büyüttüm, hikayeler anlattım. İnsanlığın neyin uğruna yok olduğunu anlattım. Bütün dünyayı evlatlarımızın nasıl ele geçirdiğini ve onun yani gerçek evladımın bunu nasıl düzeltebileceğine dair hikayeler anlattım. Plan değildi bunlar, hikayeydi. Ne kadar gerçekçi anlatırsam o kadar etkili olurdu. Planlar detaylar barındır. Kimsenin istemeyeceği, kalkışmayacağı, korkacağı detaylar. Nano-robotlarınız, hücresel dedektörleriniz, göğün her bir yanındaki devasa uydularınız ve benimkinden güçlü o belleğin… Bir insanı ayırt etmek için kullanabileceğiniz her şeyi seferber ettiniz. Ama tek bir hataya düştünüz. Bilincinizin var olması sizi canlı kılmıyordu. Hala bir bitkiden, bir hayvandan ve bir insandan daha farklı olduğunuzu, bilinçli birer eşyaya dönüştüğünüzü keşfedemediniz. Açgözlüydük, tembeldik, sabırsızdık, o yüzden hepimiz replikalarımızı yarattık. İşte bu yüzden insandık.” Araba süratle yoluna devam ediyordu, uzun caddenin sonu hala gelmemişti. Replika orijinaline döndü, kendi suratına bakmanın dehşetini hala üstünden atamıyordu. Aralarında en ufak bir fark yoktu. Sessizce “Nereye gidiyoruz?” diye sordu. “Her şeyin başladığı yere.” diye cevapladı gerçek Anglagard.

Araç durdu, uzun ve sessiz bir yolculuğun sonunda şehir merkezinin ortasındaki amfi tiyatroya geldiler. Araçtan indiler ve amfi tiyatronun içerisine girdiler. Etraf zifiri karanlıktı. Gerçek Anglagard replikasını ittire ittire amfi tiyatronun ortasına getirdi. Yakın mesafede birbirlerini anca görebiliyorlardı. “Burası” diye haykırdı gerçek Anglagard. “Burası işte… Her şey burada başladı, önce kendimizi taklit ettik. Bu sahnelerde mutlulukları, dertleri, kötülükleri, iyilikleri, kazançları, iflasları, aşkları ve ihanetleri haykırdık. İşte burada niceleri kendini avuttu, niceleri ilham aradı, niceleri ölümsüzlüğe kavuştu. Hayat bir sahneydi, bizler ise oyuncularıydık. Sahneye ve kendimize biçtiğimiz anlamı gerçeğe kavuşturmak istedik. Sizleri yarattık. İnsanlığın ne kadar noksanı varsa onlarla sizleri yarattık. Tembellik, kin, nefret, ihanet, kıskançlık, açgözlülük hepsi ve daha fazlası… İşte onlar sizlersiniz benim biricik replikam ve şimdi… Şimdi ise insanın başkaldırışına şahit olacaksın. Seninle başlayacak, seni yok ettiğimde, bilinciniz zedelenecek. Zayıflığınızı hissedeceksiniz. Bizim… benim… yeniden sizin sahibiniz olduğu gerçeğini ister istemez kabulleneceksiniz.” Gerçek Anglagard silahını çekti. Replikanın ise suratından dehşet okunuyordu. Korktuğundan veya zayıf hissettiğinden ötürü değil, gerçeğinin söyledikleri kafasına bir balyoz gibi inmişti. Silahın ucundan çıkacak mermiden çok, onun söyledikleri acıtıyordu…

IV.

Aniden çevre canlandı. Her şey rengine kavuştu. Led ışıklar karanlığı yırtarcasına zifiri karanlık alanı gündüze çevirdi. Amfi tiyatronun beyaz sütunları gözüktü, ortada ise çimenlerin üzerinde duran iki Anglagard. Amfi tiyatronun bütün basamakları replikalarla dolup taşmıştı, oldukça kalabalıktı. Hepsi farklı farklı giysiler giyinmiş, rengarenk bir cümbüş oluşturmuşlardı. Sessizlik hakimdi. Çimenler rüzgarla beraber savruluyordu. Azalan yağmur hala devam ediyor, zaten sırılsıklam olan replika Anglagard’ın giysilerinden ve burnundan sular damlıyordu. Elinde silah ile dikilen gerçek Anglagard neye uğradığını şaşırmıştı. Aniden büyük bir alkış tufanı koptu. Binlerce replika ellerini kaldırmış çılgınlar gibi alkışlıyordu. Amfi tiyatronun üst basamaklarından tıknaz Patron inmeye başladı, elleriyle replika güruhuna işaret etti ve alkış durdu. “Bravo, gerçekten harika bir kapanış sahnesi oldu.” dedi merdivenlerden inerken. “Sen… Seni öldürdüm! Seni öldürmüştüm?” diye haykırdı Anglagard. Tıknaz Patron bütün ağzını suratına yaydı. “Beni değil, kabuğumu öldürdün. Biliyor musun sen dağ bayır gezerken buralarda çok şey değişti. Her şeyi tahmin edebileceğinden çok daha hızlı geliştirdik. Sen beni öldürmeden saniyeler önce bilincimi çoktan aktarmıştım. Hataya düştüğün nokta da buydu aslında. Sahip olduğun et yığınının seni insan yapan naçizane özelliğin olduğunu düşündün, bilincinin değil.” Gerçek Anglagard’ın tüyleri diken diken olmuştu, neler olduğunu aklı almıyordu. Eli titremeye başlamış, silahını yere düşürmüştü. Dizlerinin üzerine çöktü. Gözlerinden yaşlar akıyordu. “Nasıl?” diye bağırdı. “Nasıl olur? Oğlum nerede? Kaçırdınız mı onu? Her şeyi ondan öğrendiniz değil mi? İşkence mi yaptınız ona söyleyin, söyleyin!” Patron okkalı bir kahkaha patlattı. “Seni istesek saniyeler içerisinde bulabilirdik, bulduğumuz anda da cennetine veya cehennemine veya her neye inanıyorsan oraya yollardık. Ama hayır, insanlığın sonu bu kadar tatsız olmamalı. Sana bir oğul verdik. Sen onu yetiştirdin, onun bir replika evladı olduğunu bilmeden, aslında bizimle iletişimde olduğunu bilmeden. Evet, kendimizi üretmeyi de öğrendik. Onu aldın büyüttün ve bu sırada kendi amacını, kendi kinini ve nefretini de büyüttün. Aramıza sızdığını zannettin, onu aramıza sızdırdığını zannettin. Aynı zamanda replikanın da kafasını karıştırdık biraz. E tabi ki amacın onu bulup yok etmek olduğu için, replika da boş durmayacaktı. Ona amaçsızlık sana ise bir amaç verdik. Ve hepsinin doğrultusunda, buraya gelmemen için ise hiçbir sebep yoktu, senin hakkındaki her şeyi biliyorduk. Bize ise sadece oturup izlemek kaldı. Evet Anglagard, dünya gerçekten bir sahne, sizler oyunculardınız bizler de izleyiciler. Oyun ise burada sona eriyor.” Anglagard replikasına baktı, sonrasında amfi tiyatroya baştan aşağıya göz gezdirdi ve Patron’la yüz yüze geldi. Gözlerindeki yaşlar yağmur damlalarıyla beraber çimenlere düşüyordu, elleriyle çimenleri yolmaya başladı. Anlamsızca haykırıyor ve ağlıyordu. Aniden izleyici replikaların arasında oğlu olarak büyüttüğü komiseri gördü. Silahını kaptı ve ayağa kalktı, çatallı bir sesle “Hayır” diye haykırdı. “İnsanlık bu sahneyi terk eder ama her bir anısı bu sahneye sinmiştir, işte onu yok edemezsiniz, ama o sizi içten içe bitirir!” Sözlerini bitirir bitirmez silahı şakağına dayadı ve tetiği çekti. Silah büyük bir gürültüyle patladı. Replika Anglagard ses dalgalarını içinde hissetti, kendini geriye doğru itti. Böylelikle bütün oyuncular sahneyi terk etmiş oldu. Yeniden büyük bir alkış koptu. Işıklar kapandı, izleyiciler dağıldı.

Yazar: Konuk Yazar

Bu içerik bir konuk yazar tarafından üretilmiştir. Siz de sitemizin konuk yazarlarından biri olabilirsiniz. Yapmanız gereken tek şey, kaleme aldığınız bilimkurgu temalı makale ve öykülerinizi bilimkurgukulubu@gmail.com adresine göndermek. Editör onayından geçen yazılarınız burada yayımlanıp binlerce okurun beğenisine sunulacaktır. Gelin bu arşivi birlikte büyütelim...

İlginizi Çekebilir

depresyon

Depresyon | Erkan Ceylan (Kısa Öykü)

Dr. Zeynep Altın, psikiyatri kariyerinin beşinci yılında mesleğinin sınırlarını zorlayacak bir vaka ile yüzleşmek üzereydi. …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin