Uzandım ve küçük kız kardeşimin eski püskü emniyet kemeri kayışını sıkılaştırdım. Solunum tüpünün altından acı içinde gülümsedi. Çaldığımız mekik yakın zamanda emekliye ayrılmıştı; ama hedefimize doğru yol alırken şu ana dek tek parça kalmayı başarmıştı. Yoksullar yıllar önce zenginler tarafından Dünya’dan sürülmüştü. Doğduğumuz pislik yuvası uzay istasyonundan onlarca kez kaçıp mavi gezegenin harikalarını ziyaret etmiştim; ama her zaman Tilley benimle gelemeyecek kadar hastaydı.
Akciğerlerine saldıran parazitler onu gittikçe daha da hasta etmişti. Doktor, “En fazla bir haftası var,” demişti. Bu, onun son şansıydı. Kapının üzerindeki pencereden, gökyüzünün oluşturduğu sisin hızla yaklaştığı görülüyordu.
“Sıkı tutun Tilley,” dedim. “Biraz sarsılacak.”
Sisin içine girdik. Mekik şiddetli şekilde sarsıldı ve ben kollarımla kapıya yüklendim. Kapının parçalanmasından ve hava boşluğuna çekilmekten korkuyordum.
Gürültünün içinde, “Daha ne kadar sürecek?” diye sordu Tilley.
“Hemen hemen vardık.”
Bir süre sonra türbülans sona ermişti ve durgun gökyüzünde uçuyorduk. Paraşütü açtım. Mekik sarsılarak yavaşladı, hafifçe ileri geri sallandı ve yumuşak bir şekilde suya indi.
Yaşam destek takımını giymesine yardım ederken, “Ne kadar süremiz var sence?” diye sordu Tilley.
“Birkaç saat, eğer şanslıysak.”
Can yeleklerimizi giydik, sonra kapıyı açtık ve dışarı tırmandık. Karanlık dalgaların arasından yükselen büyük bir kayalığı gördüğünde Tilley’nin nefesi kesildi.
“Onlar ne?” diye sordu, gözleriyle gökyüzünü tarıyordu.
“Kuşlar. ‘Martılar’ sanırım.”
“Ve tam olarak neredeyiz?”
“Babamızın söylediğine göre Atlantik Okyanusu’nda bir yerde.” Oksijen tüpünün su geçirip geçirmediğini iki kez kontrol ettim ve merdiveni dondurucu soğuk denize indirdim. Kardeşime uzanırken, “Acele et, kaybedecek vaktimiz yok,” dedim.
Beni korkutarak hemen suyun içine atladı ve dalgaların altında kaybolduktan sonra öksürüp tıksırarak su yüzüne çıktı.
Can yeleğinden tutarak, “İyi misin?” dedim.
“E…vet.”
“Solunum tüplerin?”
“Ben… İyiyim, Archer.” Etrafa su sıçratmaya ve gülmeye başladı.
“Hadi ama,” dedim başımı iki yana sallayarak. Onu kayalığa çektim.
Yapış yapış kayanın üstünde yan yana uzanırken, kayalıktan havalanan kuşları izledik. Sanki birkaç saat geçmiş gibi hissettiğim bir zaman aralığından sonra ona baktım.
Bana bakmadan, “Seni seviyorum Archer,” dedi.
Ama cevap vermedim. Arama gemilerinin uzaktan gelen vızıltısı dikkatimi dağıtmıştı. Devriyeler bizi radarda tespit etmiş olmalıydı ve bizi tutuklamaya geliyorlardı. Tilley’nin son günlerini bir ıslahevinde geçireceği veya daha da kötüsü, uzay istasyonuna geri dönerek bir hücrede öleceği düşüncesi aklımı başımdan aldı.
Ciddi bir şekilde, “Zaman bitti,” dedim.
Hiçbir şey söylemedi.
Ona döndüm. Gözleri açıktı; fakat hareket etmiyordu.
Nazikçe onu dürttüm.
Hayatını kaybetmişti. Yüzümü göğsüne bastırarak ağladım.
Gemiler yaklaşıyordu. Eğer Tilley’i bulurlarsa, onu yakıp iğrenç bir yerlere atarlardı.
Buna dayanamazdım.
Elimden geldiğince hızlı ve dikkatli bir şekilde can yeleğini çıkardım. Yaşam destek takımına bulabildiğim kadar çok taşı doldurdum ve onu suya bıraktım.
Güzel yüzü derinliklerde kaybolurken gemiler üstümde gürültü çıkarıyordu.
Altı ay hücre hapsi beni bekliyordu; ama kız kardeşimi son bir kez gülerken görmek her şeye değerdi.
Onu evine, Dünya’ya; ait olduğu yere getirmeye…
Çeviri: Ruhşen Doğan Nar | Kaynak: Last Chance, 365 Tomarrows