sonsuz döngü

Sonsuz Döngü | Dinç Özdemir (Kısa Öykü)

Yağmur az önce dinmişti. Şimdi bu dar ve karanlık sokakta yürüyüp ana caddeden uzaklaşırken, alçak binaların çatısından yerdeki göletlerin üzerine damlayan suyun şıpırtısı dışında neredeyse hiçbir ses yoktu. Ne sokak çığırtkanlarının bağırtıları, ne gece kulüplerinden yayılan elektro-tekno müzik, ne bilbordlardaki üç boyutlu hologram reklamlarının yüksek sesi, ne de bas bas bağırarak şarkı söyleyen sarhoşlar duyulabiliyordu. Ana caddeden o kadar uzaklaşmıştı ki, birinci seviye A-54 hava bulvarının kilitlenmiş trafiğindeki bıkkın sürücülerin küfürler eşliğinde abandıkları dijital klaksonların ve ikinci seviye B-21 hava otobanından vızır vızır geçen anti-yerçekimli araçların regülatörlerinin gürültüsü bile zar zor duyuluyordu. Yalnızca su damlaları, kendi adımlarının şıpırtısı, arada bir de sokağın orasında burasında birikmiş çöp yığınlarının arasından gelen, bir evsize veya belki bir sıçana ait tıkırtılar.

Julios Prime’ı 80 sene önce terk etmiş, daha sakin ve küçük bir şehir olan Old Columbia’ya yerleşmişti. Her on küsür yılda bir, acılarını tekrar depreştirmek için kendini bu şehre geri atardı. Her defasında, Caterpillar vakum treninin geniş pencerelerinden, Julios Prime’ın devasa gökdelenlerinin oluşturduğu o kasvetli silüetini gördüğü anda, beynine bir acı saplanır ve şehri terk edene kadar o acı , tatlı tatlı canını yakmayı sürdürürdü. O ise bundan hiç şikayetçi değildi. Bunu özellikle istiyordu; buna ihtiyacı vardı.

Canını yakan bu nefret dolu şehir, artık onu o yapan yegane anıların kaynağıydı. Şehir onun benliğiydi. Şehir olmadan, o bir hiçti.

Hatırlamak onun için hiçbir zaman problem olmamıştı. Oğlunun öldüğü günü bugün gibi hatırlıyordu.

Carter… Çocuk, Phoenix eğlence komplekslerine ait bir otelin çöplüğünde sefil bir halde ölü olarak bulunmuştu. Uyuşturucu parasını çıkarmak için dahil olduğu özel bir striptiz seansında, aşırı doz uyuşturucu ve slimsim tetikleyici kullanımının sonucu olarak, dans ederken kalp krizi geçirdiği sonradan ortaya çıkmıştı. Başlarının belaya girmesinden korkan karanlık kişiler, onu henüz nefes alıyorken, çırılçıplak bir şekilde bir çöp konteynırına savurmuşlardı. Zavallı genç, lağım, sidik ve meninin içinde, farelerin kemirtileri arasında can çekişerek son nefesini vermişti. Katilleri bu yozlaşmış sistemde asla bulunamamış, şehir güzel olan her şeye yaptığı gibi oğlunu da yalayıp, yutup, sindirmişti. Ne güzel bir çocuktu oğlu. O konteynırın içinde bile, ışıl ışıldı yüzü. Carter…

Onun için asıl problem hissetmekti. Bütün bu anılar nanosaniyeler içinde gözlerinin önünden geçip giderken, en ufak bir kalp çarpıntısı olmuyordu. Malum olaydan sonra kalbi yok olmuştu. Elindeki tek şey beynine iğne gibi saplanan bir acıydı. Burnunu kapatıp organik kahve içmek, ömrünün sonuna dek bir dijital fahişeyle seks yapmak, veya günlerce, incecik bir borudan nefes almaya çalışmak gibi bir histi bu. Eksik, tatminsiz ve tahammül edilemeyen bir lanet.

Devasa bir sıçan önünden su sıçratarak geçerken, kaybolduğu anılardan uyandı. Kendini, oğlunun ölü bulunduğu konteynırın bir zamanlar durduğu yere bakarken buldu. İç geçirip etrafına bakındı ve kapalı bir çin restoranının arka mutfak çıkışına yöneldi. Koyu haki renkli trençkotunu düzeltip ıslak basamaklara oturdu. İç cebinden Violet Lagoon marka sigara paketini çıkardı ve bir dalını ağzına götürüp yaktı. Duvara yaslandı ve karanfil aromalı dumanı içine çekti. Başını kaldırıp, en az 400 metre yüksekliğindeki Kodak Plaza’nın en tepesindeki, kırmızı-pembe neonla yazılmış, kirli ve puslu hava yüzünden buğulu görünen devasa tabelaya baktı. Neon tabela dikkat çekmek üzere yanıp sönerken bir süre öylece bekledi ve sonra dumanı yavaşça geri üfledi. Önce bütün halinde havada asılı kalan duman, daha sonra gelen rüzgarla beraber spiral yaparak kayboldu. Havadaki çilekli stimulant kokusu yanık silikon kokusuyla karışıyor, rüzgar vurdukça yerini lağım ve sidik kokusuna bırakıyordu. Sigarasından biraz daha çekti. Kulaklarına dijital bir uğultu sesi gelince rahatsız bir şekilde ovuşturdu.

Jayne… o zamanlar adı SubTown olan Phoenix’in Punk barlarından birinde tanışmışlardı. Karaoke odasını kapatmış bir serseri grubunun içinde, sırayla vuruştukları stimpacklerden ona uzatılanları almamak için direten o sevimli masum şeyi bir süre uzaktan gülümseyerek izlemiş, daha sonra yanına yaklaşıp “Böğürtlenli milkshakeini sek mi alırsın, yoksa üzerine çikolata parçacıkları serpiştireyim mi?” diyerek ayartmıştı. Şaşkınlığını ustalıkla gizleyen Jayne, “Parçacıklı olsun, sek içince azıtıyorum” diye cevap vermiş, ve karşılıklı gülüşmelerle muhabbeti koyulaştırmışlardı. O geceden sonra birlikte inişli çıkışlı geçen iki muhteşem yılın ardından, oğulları Carter dünyaya gelmişti. Bu estetik ve prostetiklerden oluşan sahte dünyadan çıkabilecek en gerçek aşkı yaşamışlardı. İşte bu yüzden, onbeş sene sonra Carter’ı kaybettiğinde Jayne’in yanında kalmaya, onun suratında Carter’ı görmeye daha fazla tahammül edememişti. Jayne’in bütün yalvarmalarına rağmen, kendine yeni bir hayat kurmaya karar vermiş, onu ve şehri arkasında bırakıp terk etmişti. Onu o günden sonra da bir daha hiç görmemişti. Jayne…

Bu sefer onu düşlerinden uyandıran şey bir kahkaha nidası oldu. Dönüp baktığında alkol almış züppe bir çiftin, Latex Neon marka ışıklı deri botlarıyla suları şapırdata şapırdata, savrula savrula sokak boyunca yürüdüklerini gördü. Kadın kareli çorap ve kısacık deri şort üzerine, krom dikenlerle çevrelenmiş siyah bir sutyen, ve onun üzerine de tamamen saydam ve çevredeki ışıkları yansıtan parlak bir yağmurluk giymişti. Sapsarı saçlarını iki yandan çocuksu bir şekilde toplamış, gözlerinin çukurlarını ve dudaklarını abartılı bir makyajla simsiyah boyamıştı. Koluna girmiş kel adam, deri ve dar bir pantolon üzerine siyah trençkot giymişti. İkisinin de yüz hatları kusursuzdu. Olabilecek bütün püzürler adeta dijital bir çizim programında düzeltilmiş gibiydi. Bu kusursuzluk devrinde bu bilinçli vatandaşlardan daha azı da beklenemezdi zaten. Önünden geçerlerken, kahkahalarına ara verip, göz ucuyla ona baktılar. Onlar kendi aralarında bir şeyler fısıldaşırken, o ise bu tiksinme jestlerine alışık olduğu için istifini bozmadan ve bakışlarını onlardan ayırmadan sigarasından bir fırt daha çekti. Birazdan, çift yeterince uzaklaştıktan sonra, önüne dönüp gayrı ihtiyari, ayaklarının altındaki incecik göletteki yansımasına baktı. Porselen kusursuzluğundaki yüzünün karanlığında ışıl ışıl parlayan menekşe rengi gözlerini gördü. Yüzüne dokundu. Tatsız bir hışırtı sesi çıktı. Öfkelenip ayağıyla suyu buğulandırdı. Kulağını, yeniden başlayan dijital uğultudan dolayı daha sertçe ovuşturduktan sonra bir küfür savurup ayağa kalktı ve sigarasını fırlatıp yürümeye koyuldu.

Old Columbia huzuru arayan bir insanın terapi olabileceği -en azından bu çılgınlık çağında- nadir şehirlerden biriydi. Küçük apartman dairesine yerleşir yerleşmez ilk yaptığı şey, kimliğini değiştirmek oldu. Şimdi yeni şehri, işi ve kimliğiyle yeni hayatına atılmaya hazırdı. Fakat işler umduğu gibi gitmedi. Ne yazık ki Carter’ın simasını gördüğü tek yüz Jayne’inki değildi. Aynaya bakmak gitgide zorlaşmıştı. Bir süre sonra durum dayanılmaz bir hal almaya başlayınca, kendini bir estetik kliniğinde buldu. Kısa bir operasyondan sonra artık bambaşka bir yüze sahip olmuştu. Artık o da “Kusursuz”lardandı.

Fakat bu da kurtuluşu olmadı. Bütün geçmişinden sonra yüzünü de kaybetmek, ruhunda onulmaz yaralar açtı. Eski benliği ve anıları bir an aklından siliniyor, bir an şimşek gibi aklına geri giriyordu. Kabusları arttı. Kendine güveni yok oldu. Unutkanlık sorunları yaşamaya başladı. Hafızasında olaylar arasında geniş siyah boşluklar oluştu. Çıldırdı. Aynaları yumrukladı. Yüzünü parçaladı… Nihayet Old Columbia’nın en yüksek gökdeleni olan DA Otomatronics‘e çıkıp -ki bir Julios Prime binası olamasa da en az 250 metre vardı- kendini aşağı bıraktı.

Carter… Küçüklüğü geldi aklına. Sanatçı ruhlu ve narin bir çocuktu, bu çağın çocuğu değildi asla. Mutfaktaki yardımcı otomatondan korkup ona sığındığı bir anısı geldi aklına. “Oğlum, otomatonlar sana zarar veremezler. Bu korkunu yenmelisin artık. Otomaton’un 3 Kanunu’nu hatırla, say hadi tekrar, neydi?” demişti. Carter ürkek ama zeki bir çocuktu. “1 – Bir otomaton, bir insana zarar veremez veya buna seyirci kalamaz. 2- Bir otomaton, ilk kanunla çelişmediği sürece, bir insanın emirlerine uymak zorundadır. 3- Bir otomaton ilk iki kanunla çelişmediği sürece, kendini korumak zorundadır.” demişti bir çırpıda. Bebeğini şefkatle kucağına alıp “o zaman korkacak bir şey yokmuş değil mi?” demişti o da. Masum, ürkek bebeğiydi o. Carter…

Gökdelenden düşerken kulaklarındaki uğultu dayanılır gibi değildi. Yere gitgide yaklaştı.

Sokak boyunca yürürken o dijital uğultu yine ortaya çıktı. Kulağına vurdu tekrar. Tok bir metal sesi geldi.

Yere çakılınca paramparça olan vücudu, DA Otomatronics’in avlusunun dört bir köşesine dağıldı. Vücut parçalarını temizlemeye koyulan görevliler, şans eseri en önemli organın bütünlüğünü koruduğunu farkettiler. Onu alelacele, henüz prototip aşamasındaki 4. nesil bir avatar otomatonuna infüze ettiler.

Bir otomatonun içine yerleştirimiş gerçek, yetişkin bir insan beyni…

Yürüdü, yürüdü. Gecenin bu geç saatlerinde hava buz gibi soğumuştu, fakat o üşümüyordu. Sıcak tutması gereken bir vücudu, dolayısıyla bir dolaşım sistemi yoktu. İşte bu yüzden kalbi de yoktu. Malum olay sonucunda vücuduyla beraber kalbini de kaybetmişti. Sıcak, heyecan ve doygunluk hisleri yoktu. Tatmin yoktu.

Her şeye rağmen ölüm de yoktu; “3- Bir otomaton ilk iki kanunla çelişmediği sürece, kendini korumak zorundadır.”

Sokağın sonuna yaklaşırken şehrin gürültüsü de yavaşça büyüdü kulaklarında. Az sonra trafikte karşıdan karşıya geçen yayalara karışacak, B-21 hava otobanı üzerinden Caterpiller Julios Prime istasyonuna ulaşacak, Old Columbia’ daki evine geçecek ve kendini, DA Otomatronics’in evine kurduğu şarj cihazına yerleştirip sabaha kadar şarj edecekti. Sonsuza kadar sürecek hayatında, evden işe, işten eve gidip gelirken, bir sonraki on küsür yılda oğlunun ölümünü yeniden yaşayıp beynine o acıyı yeniden saplayacağı günü iple çekecekti.

Şarj cihazına kendini yerleştirip fonksiyonlarını kaparken, gözlerindeki menekşe rengi ışık da yavaşça söndü.

Yazar: Konuk Yazar

Bu içerik bir konuk yazar tarafından üretilmiştir. Siz de sitemizin konuk yazarlarından biri olabilirsiniz. Yapmanız gereken tek şey, kaleme aldığınız bilimkurgu temalı makale ve öykülerinizi bilimkurgukulubu@gmail.com adresine göndermek. Editör onayından geçen yazılarınız burada yayımlanıp binlerce okurun beğenisine sunulacaktır. Gelin bu arşivi birlikte büyütelim...

İlginizi Çekebilir

depresyon

Depresyon | Erkan Ceylan (Kısa Öykü)

Dr. Zeynep Altın, psikiyatri kariyerinin beşinci yılında mesleğinin sınırlarını zorlayacak bir vaka ile yüzleşmek üzereydi. …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin