turuncu gözlü olmak

Turuncu Gözlü Olmak | Gökcan Şahin (Kısa Öykü)

“Baba, ben okula gitmek istemiyorum!” diye bağırdı turuncu gözlü çocuk. Az önce içeri girdiği kapıyı tekmeleyerek kapattı. Cam plakasını odanın ortasına fırlattı. Plaka, oval sehpaya çarpıp yere düştü. Çocuk ağzını buruşturdu. Gözleri nemliydi, neredeyse ağlayacaktı.

Mutfakta yemek pişirmekte olan babası, ocağı kapatıp çocuğun yanına gelmişti bile. Dizlerinin üstüne çöktü ve oğlunun gözlerinde birikmiş yaşları sildi. “Neden gitmek istemiyorsun? Bir şey mi oldu bugün okulda?” dedi sakince.

“Gitmiycem işte. Nefret ediyorum okuldan.”

“Hımm. Nefret ediyorsun? Ne oldu ki böyle birdenbire?”

“Birdenbire değil baba. Sevmiyorum okulu.”

Baba bir süre sessiz kaldı. “Biliyor musun, ben de pek sevmezdim,” dedi sır verir gibi. “Ama öyle nefret edilecek de bir şey yoktu.”

“Var.”

“Neymiş bakalım?”

Bu kez çocuk bir süre cevap vermedi. “Beslenme eğitimi dersinde yemeği ağzımızdan yediriyorlar,” dedi daha kısık bir sesle.

“Ee? Bunun için mi gitmek istemiyorsun?” Sorusu alay eder gibi değildi. Üstesinden gelinemeyecek bir durum olmadığını ima eden bir tonlamayla söylemişti.

“Ben yemeği ağzımla yemeği sevmiyorum. Karnımdan yemek istiyorum. Çiğnemekten, yutkunmaktan, yemeğin dilimde bıraktığı tattan nefret ediyorum. Neden ağzımla yemem gerekiyor ki?”

“Hımm. İnsanların karnından yemek yiyemediklerini biliyorsun değil mi?”

O kadar da cahil değilim, der gibi baktı çocuk. Yanaklarındaki çillerin üzerinde bir damla yaş kalmıştı. Babası başparmağıyla usulca sildi. “Tabii ki biliyorum baba. Onlar yiyemiyor diye ben de mi yemeyeyim? Çok saçma.”

“Bazen tatsızlık çıkmaması için böyle küçük fedakârlıklar yapmak gerekir. Ne yapalım, böyle kabul etmemiz gerekiyor. Yüzyıllardır adet böyle. Bizim karnımızdan yememiz onlara biraz şey… tuhaf geliyor. Okulda ağızdan yersin, evde yine karnından yersin. Çok önemli bir şey değil ki bu.”

“Bana ne. Ben karnımdan yiycem işte. Ben onların hiçbir şeylerine karışmıyorum, onlar da karışmasınlar. Sen de beni anlamıyorsun baba!” Ariuslu çocuk koşa koşa odasına gitti ve kapısını kilitledi.

***

“Hepimizin bildiği gibi olayları başlatan kıvılcım, Ariusluların kurduğu ilk Düşün-Evi’nin yıkılıp yerine galaktik han inşa etme kararının alınması oldu. Neredeyse yüz yıl hizmet vermiş, anıt niteliğindeki bu yapıyı siz onlara sormadan yıkmaya kalkarsanız, Ariusluların buna tepki göstermesi ve insanların onlara karşı hoşgörüsüzlüğünün zirvesi olarak yorumlaması doğaldır. Son zamanlarda hayat tarzlarına yapılan ve yapılması gündemde olan değişiklikleri biliyoruz, burada defalarca tartıştık. Arius halkının huzursuz olduğunu hep söyledik. Tüm bunlar birikince tarihleri boyunca görülmemiş bir şiddetle başkaldırdılar. Tabii bu cümlede geçen ‘şiddet’ kelimesinin sadece bir derecelendirme maksadı taşıdığına dikkati çekmek gerekir. Çünkü bildiğimiz anlamda şiddet Ariusluların lügatinde yoktur. Münferit olaylar dışında gayet sakin bir ırktırlar. Ki dünyamıza ilk adım attıkları andan bugüne kadarki tavırları bunu doğrulamaktadır.”

Kazım, teleçerçevedeki kanalı sinirle değiştirdi. “Şerefsizlere bak,” diye söylendi. “Resmen yağmacıları savunuyorlar. Bu kanalları ya kapatacaksın, ya da öyle bir ceza vereceksin ki belini doğrultamayacaklar bir daha.”

Teleçerçevede boş boş gezinmekten vazgeçip sevdiği haber kanallarından birine götürdü. Yirmi yıl kadar önce soyları tükenmiş, uçamayan bir buzul kuşuyla ilgili belgesel vardı.

“Nasıl izin veriyorlar anlamıyorum, insan çıkarmışlar ekrana bir de. Sen de nasıl insansan, elin arsızını savunuyorsun?” diye söylenmeye devam etti. Paytak paytak yürüyen hayvanlara konsantre olamıyordu.

***

Güneş batmıştı ama hava tamamen kararmış değildi. Issız sokakta hızlı adımlarla yürüyen Ariuslu genç, bir yandan müzik dinliyor, bir yandan da ağ şapkasından arkadaşlarının paylaşımlarını inceliyordu.

“Şşşt, arsız, bak bakalım buraya,” dedi bir ses. Müziğin kısık olduğu bir ana denk geldiğinden duymuştu ama duymazlıktan geldi. Daha da hızlanarak uzaklaşmak istedi. Çünkü karşısında hiç de sağlam pabuç gibi durmayan iki insan vardı. Bir apartmanın bahçesini sokaktan ayıran alçak duvarda oturuyorlardı. Biri iri yarı, yirmili yaşlarının başlarında, taş çatlasa yirmi beşinde bir adamdı. Yani kendisinden yedi-sekiz yaş büyüktü. Elindeki zinciri çevirip duruyordu. Şu gri uzun zincirlerin hâlâ var olması tuhafına gidiyordu, ama bazı şeylerin modası hiç geçmiyordu. İkinci adam ise daha gençti. On yedisinde falandı muhtemelen. Cılızdı. Tedirgin tedirgin etrafa bakıyordu. Kardeş olup olmadıklarını düşündü bir an, ama fiziksel olarak hiçbir benzerlik bulamadı. Ki kardeşseler büyük olan bir gün küçüğün başını yakacaktı. O kadar aşikârdı ki bu, tek bir bakış yetiyordu.

Ariuslu, turuncu gözlerini kaçırıp birkaç adım ötelerinden geçip gitmeye karar verdi. Ama adamlar inatçıydı. Büyük olan hemen ayağa zıpladı. Önünü kesti.

“Sağır mısın lan? Bak diyorum buraya.”

Cılız çocuk da kalkıp bir adım ötesinde dikilmişti ama ses çıkarmıyordu. Şimdilik.

Ariuslu, bir düşünce komutuyla kendini çevrimdışı yaparak kapüşonunu çıkardı.

“Ne vardı?” diye dikti gözlerini konuşana. Adamın kaşında belirgin bir faça izi vardı. Hava olsun diye yapılmadığı, gerçek bir kavgadan arta kaldığı belli oluyordu biçimsizliğinden. Nefesi alkol kokuyordu ve suratına pis bir sırıtma yerleşmişti. “Adam gibi konuş lan!” deyip elini kaldırdı büyük olan. Başını hafifçe eğip diklendi.

“Ne adam gibisi abi? Acelem var, gitmem lazım.”

“Bak bak, acelesi varmış. Ne o? Düşün-Evi’ne mi gidiyon?”

“Hayır abi, başka bir yere.” Böyle bir herife abi demek hiç hoşuna gitmiyordu ama başındaki belayı savana kadar suyuna gidecekti. Ayı-dayı meselesi.

“Siz o evlerde ne yapıyorsunuz lan?” Elini arka cebine götürüp bir paket sigara çıkardı. Simsiyah bir paketti. Üzerine bir şey yazma zahmetine girilmemişti. Devlet sigarayı tümden yasakladıktan sonra tek yol kaçak olarak almaktı. “Anlat sen onu bi bana. Bak benim acelem yok.”

Bir dal uzattı. Ariuslu kafasını iki yana salladı. Uzaklaşmak için bir adım atınca adam kolundan yakaladı. “Oğlum bak, asabımı bozma, cevap ver. Ne bok yiyorsunuz siz oralarda?”

“Adı üstünde, düşünüyoruz,” dedi bıkkınlıkla.

“Bak sen. Biz düşünemiyor muyuz? Ona mı getiriyorsun?”

Ariuslu derin bir nefes aldı. “Evet lan, ona getiriyorum. Çekilin gidin başımdan artık.” Kolunu kurtardı ve koşar adım uzaklaşmaya çalıştı. Ama sırtında hissettiği darbe ve bacaklarına doğru akan sıcak sıvı, bunu engelleyecekti. Bir insan çocuğuna matematik dersi vermeye giderken yine bir insan tarafından yolu hastaneye çevrilecekti. Sokak ortasında yatarken onu fark edip acil sağlık ekibi çağıran biri olmasaydı -ki o da insandı- belki bunlar son anları olacaktı.

***

“Hah, gene başladı piçler. Bir gün dayanamayıp alıcam silahı, tek tek kafalarına sıkıcam,” dedi Kazım. Dede yadigârı bir silahı vardı gerçekten. Şu hakiki kurşun atanlardan. Yıllardır yatak odasındaki döşeklerin arasında bir yerde duruyordu. Dedesi onunla çok can aldığını söylerdi hep ama ayrıntılara girmezdi. Ne sebeple kimlerin canını aldığını hep merak etmişti, ama ağzından tek laf alamamıştı.

Şimdi o silahı aklına getiren, etraftaki binalardan gelen tiz melodiydi. Ariuslular eylemlerin başlangıcından bu yana her akşam camlara, balkonlara çıkıp birkaç dakika boyunca bu melodiyi söylüyorlardı. İnsanlarınkinden biraz daha farklı olan gırtlak yapıları, ıslığımsı ama daha yumuşak bir ses çıkarmalarını ve bunu müziğe çevirebilmelerini sağlıyordu. Kendi bünyelerinde, kullanmayı içgüdüsel olarak çok iyi bildikleri bir enstrüman vardı ve Ariuslu anne babalar daha çok küçük yaşlarda o sesi nasıl kullanacaklarını çocuklarına öğretmeyi çok severlerdi. Çocuklarını birbirleriyle kıyaslarken de bunu kullanırlardı çoğu zaman.

On dokuz yaşındaki kızı Leyla gelip utana sıkıla “Baba sana bir şey söyliycem,” deyince Kazım dikkatini müzikten ve akabinde kafasına doluşan küfürlerden çekti.

“Söyle tabii kızım, gel otur. İki dakika başını o zımbırtılardan kaldırıp yanımıza gelmiyorsun ki konuşalım, hal hatır soralım birbirimize.”

Leyla, babasının sözlerini başını sallayarak onaylar gibi yaptı. Yanına gitmedi, oturmadı. Lafı kafasında bir kez daha döndürüp dolaştırdı ve nihayet ses tellerine titreme emrini verdi: “Benim bir erkek arkadaşım var baba.”

***

“Konuş lan! Kimden emir alıyorsun? Kime çalışıyorsun?” dedi Antiterörcü Ömer elindeki kerpeteni sallarken. Artık elektrikli cihazlar modaydı ama o eski yöntemleri seviyordu.

“Kimseden emir almıyorum abi,” dedi genç adam. Turuncu gözleri kanlanmıştı, dişlerinin yarısı yoktu. Günlerdir o kadar farklı kişi tarafından sorgulanmış, o kadar farklı elden dayak yemişti ki karşısındakinin yüzüne bakmaya bile gerek duymuyordu artık. “Kimseye çalışmıyorum ben. Bin kere söyledim. Sadece üniversi…”

“Kes lan göt! Palavra sıkarak kurtulamazsın bizden. Üniversitede haklarını arıyorlarmış. Siktir lan, çok gördük sizin gibileri. Bak, yavaş yavaş geberir gidersin burada. Fareler etlerini kopartır, sen kılını kıpırdatamazsın. Çığlıklarını kimse duymaz. Yiyeceğin tek şey kendi bokun olur. İster ağzınla yersin, ister göbeğindeki delikten, ha bak ona karışmayız. Gerçi o deliği kendi ellerimle dağlamıştım değil mi? Bak onu unutmuşum. Ama iyi oldu. Siz erkek erkeğe birbirinizi de beceriyorsunuzdur o delikten.”

***

Kazım’ın kaşları çatıldı. Derin bir nefes aldı, “E olacak tabii,” diye zoraki gülümsedi. “Koca kızsın. Bir gün evlenecek, çoluğa çocuğa karışacaksın. Kimmiş bakalım damat adayı? Tanıdık bildik biri mi?”

“Çocuk olmayacak baba. Ama belki ileride evlat edi…”

“Ne demek çocuk olmayacak?”

Leyla sustu. Dudaklarını kemirdi. Gözlerini yerdeki eski halının desenlerine dikti. Yer yarılsa da içine girseydi. Neden açmıştı ki konuyu şimdi? Hem de böyle kötü bir zamanda. İki senedir bir türlü söyleyememesinin acısını şimdi çekecekti işte. Ama bir yandan da mecburdu artık. Kimseye anlatamadığı her gün cehennem azabından farksız geçiyordu. Birileri, özellikle babası bilmeliydi.

“Söylesene kızım,” diye koltuğunda doğruldu Kazım. Gözleri ateş saçıyordu.

“Şey… Aslında.”

“Söylesene lan. Kaldırma beni ayağa!”

“Erkek arkadaşım bizden değil baba.”

“Ne demek bizden değil?”

“İnsan değil yani. Ariuslu.”

“Ne? Ne dedin sen?” Kireçlenmiş dizlerini çıtırdatarak ayaklandı. Devleşti, canavarlaştı.

“Baba yapma. Baba nolur!” diye geriledi Leyla. Gözlerinden yaşlar süzülmeye başlamıştı.

Dışarıdaki Arius müziğine kızın çığlıkları karıştı.

***

Siyahlı adam caddede kaçıyordu. Ariuslu da peşindeydi.

Caddelerin tapınağıydı burası. İnsan ve Ariusluların kum tanesi gibi olduğu koca bir çöl. Meşhur İstiklal.

Kaçmak da zordu burada, kovalamak da. Ariuslu nefesini bağırarak tüketmekten vazgeçmişti. Ama aeroletiyle uzaklaşan adamın durmaya niyeti yoktu. Yalpalaya yalpalaya ama hızla uzaklaşıyordu. Araçların girmesinin yasak olduğu caddede herkesi tehlikeye atıyordu. Üstelik o da kendisi gibi bir Ariusluydu.

Geri döndü. Adamın çarptığı yaşlıca kadın yerde yatıyordu. “Doktor gelmedi mi yahu?” diye bağırdı kalabalığı yararak. Ses çıkmadı. Kadın gözyaşlarıyla inliyor, kırılan bacağını tutup tutmamak konusunda kararsız olan elleri yeri yumrukluyordu.

“İlkyardım eğitimim var,” dedi Ariuslu. Diğerlerinin açılmasını, kadına nefes alacak boşluk bırakılmasını istedi. Çantasından bir hap çıkarıp kadına uzattı. Etraftakilerden birinden bir şişe su istedi. Kadın zar zor hapı yutarken kırık bacağa bir göz gezdirdi. Yapabileceği pek bir şey yoktu aslında. Hastaneye götürülmesi gerekiyordu. Ancak ağrısını azaltabilirdi verdiği ilaçla.

Etraftaki mırıldanmaların arasından ince bir kadın sesi yükseldi: “Hep sizin yüzünüzden. Düşün-Evleri’nde ne yapıyorsanız artık, oradan çıkan dengesini kaybediyor.”

Ariuslu kafasını çevirdi. En fazla on yedisinde genç bir kızdı bunu söyleyen. Ağ kapüşonu kafasındaydı. Elinde okullarda kullanılan cam plakalardan vardı.

“Şu plakayı versene sen,” dedi. Kız daha cevap vermeden elinden kaptı. “Başka var mı bundan?”

Bir erkek öğrenci elindekini uzattı. Ariuslu, üzerindeki gömleği çıkardı, plakaları yerdeki kadının bacaklarına paralel olarak yerleştirdi ve gömleğiyle sıkıca bağladı. Bu teknolojik cihazların böyle bir işe yarayacağı kimsenin aklına gelmiş miydi acaba?

Kadının elini tutarak beklemeyi sürdürdü, bir yandan da plakalardan birinin sahibi olan ve dolayısıyla oradan ayrılamayan kıza baktı: “Belli ki Düşün-Evleri hakkında hiçbir fikrin yok. Öyle ortalığa boş boş konuşma.”

“Tabii canım. Hepimiz gördük. Adam şuradaki Düşün-Evi’nden çıktı, aerolete bindi, gelip kadına çarptı. Daha ne olsun?”

Zaten stres altında olan Ariuslu iyice öfkelenmişti ama bu cahil kıza laf anlatacak enerjiyi kendinde bulamıyordu. Kız belli ki ırkçı bir aileden geliyordu, kafası Ariusluların kötü olduklarıyla, Dünyayı ellerinden almaya çalıştıklarıyla ilgili safsatalarla doldurulmuştu. Gözlerinden bile anlaşılıyordu ne kadar boş, daha doğrusu yanlış yönlendirilmiş bir beyne sahip olduğu. Bekledikçe öfkesi acımaya dönüştü.

Nihayet sağlıkçılar gelip kadını götürürken, cam plakasını kıza kendi eliyle verdi. Kolundan yavaşça tutup “benimle gel,” dedi.

“Nereye geliyormuşum?”

“Kafandaki önyargıları kırmaya. En azından bir kısmını.”

“Düşün-Evi’ne mi sokacaksın beni? Hayatta girmem.”

Kolunu biraz daha sıktı. “Gireceksin.”

***

“Çık bakalım, o odadan bir daha çık bakalım sen. Ariuslu damatmış. Ulan biz adamlar geberip gitse de kurtulsak diyoruz, bizimki kendini …tirtiyor. Tövbe tövbe, bu da mı gelecekti başımıza?”

Hıçkırıklarla ağlayan kızını odasında bırakıp her zamanki koltuğuna oturdu. Teleçerçevede haber kanallarından biri açıktı. Elini yukarı kaldırarak sesi yükseltti.

“Ariusluların Düşün-Evi eylemleri devam ediyor. Başkan’ın Düşün-Evi’nin yerine galaktik han yapılıp yapılmaması konusunda henüz kesin karar vermediklerini açıklamasına rağmen eylemler tüm yoğunluğuyla sürüyor. Kent-Güven timinin orantılı müdahaleleriyle Düşün-Evi mevkiinden uzaklaştırılan eylemciler…”

“Ne eylemcisi! Terörist bunlar terörist,” diye gürledi Kazım. “Esma, çay nerde kaldı çay?”

***

Taksim Düşün-Evi’nin önü, genç Ariuslunun içini sızlatıyordu. Her yerde olduğu gibi burada da insanlarla Ariuslular ayrı ayrı duruyorlardı. Bir asırdır insanların onları hâlâ tam olarak kabullenememiş olması acı vericiydi. Bir gün bu durumun büyük sıkıntılar yaratacağını adı gibi biliyordu. Hayatını bunu önlemek için harcayabileceğini düşündü. Kısmen harcamıştı da.

“Bırak artık kolumu. Tamam, geliyoruz işte,” diye kıpırdandı kız.

Ariuslu, düşüncelerinin ağırlığıyla kızın koluna daha fazla baskı yaptığını fark etmemişti. Elini çekti, özür diledi. Kız duymazlıktan geldi.

“Orada kötü hiçbir şey yok, sana bunu göstermek istiyorum. Bana karşı, bize karşı duyduğun tiksintinin yersizliğini…”

“Anladık,” diye kesti kız. “Gireceksek girelim içeri.”

Ariuslu hızlı birkaç adımla kapıya vardı ve eşikte durup ona döndü. Kız istese o an kaçıp uzaklaşabilirdi. Bir an bunu düşündü de. Binaya şöyle bir baktı. Önünden binlerce kez geçtiği halde daha önce birkaç saniye için bile bakma zahmetine girmemişti. Yüksek ama kapladığı alan bakımından küçük bir mekândı, diğer tüm Düşün-Evleri gibi. Zaten insanlar o kadar yoğun yapılaşmıştı ki başka bir şans bırakmamışlardı. Gerçi eski Ariuslular kendi gezegenlerinde de Düşün-Evleri’nin böyle yüksek ve dar binalar olduğunu söylüyorlardı.

Düşün-Evleri renkleriyle hemen kendini belli ederlerdi. Gökkuşağının her tonu dış cephesinde kullanılırdı. Her bir Düşün-Evi’nin ayrı tasarımı olurdu. Binanın inşasının ardından şenlik havasındaki açılış günlerinde onlarca genç Ariuslu, ellerine aldıkları fırçalar ve boya kovalarıyla o an ne yaratırlarsa işte tasarım oydu. Bu renklilik nedeniyle insan çocukları Düşün-Evi gördüklerinde hemen ebeveynini çekiştirip içeri girmek ister ama her seferinde azar işitirlerdi. Ariuslular, insanların da gönül rahatlığıyla kullanabileceğini her fırsatta hatırlatsalar da sanki bu evler kendilerine yasakmış gibi davranıyorlardı. Bazı bilgisiz insanlar, oraların Ariuslular için bir ibadethane olduğunu bile düşünebiliyordu. Ama Ariuslular tarihleri boyunca hiçbir zaman hiçbir tanrıya tapmamışlardı. Bu bir genetik meselesiyse eğer, onların türünde öyle bir gen var olmamıştı. Ama Dünya’da yaygın olan dinlere de hiçbir zaman saygısızlık etmemiş, Tanrı’nın veya tanrıların var olmadığına dair iddialarda bulunmamışlardı.

Taksim’deki Düşün-Evi şehrin en yükseklerindendi. On dokuz katlıydı ve eski kurşun kalemleri andıran sekizgen bir yapısı vardı. Binanın hiçbir yerinde hiçbir şey yazmıyor, sadece zorunlu olarak numara tabelası duruyordu. O da, kırmızı bir desenin içinde kaybolup gitmişti.

Kız, Ariuslunun kapının önünde onu hâlâ beklediğini görünce ağır ağır yürüdü. Ariuslu dört parmaklı elini uzatıp onu içeri davet etti. Kız, içeri adım atarken çok kötü bir şey yapıyormuş gibi bir hisse kapıldı. Gözünün önüne babasının yüzü geldi. Kalbi hızlıca çarpmaya başladı. Bir yasayı deliyormuş gibi hissediyordu kendini. Hem korkusu, hem zevkiyle.

Düşün-Evleri’nin kapıları asla kapatılmazdı. Gece gündüz açık kalır, her isteyen içeri girebilirdi. Kapının hemen yanında uzunca bir masa ve masanın üzerinde pratik yiyecekler vardı. Aç olanlar orada bir şeyler atıştırırdı. Evsiz ve düşkünlerin bazılarının karnını oradan doyurduğu olurdu. Yanında çay ve kahve makinesi her zaman hizmetteydi.

Ariuslu masaya yönelip birkaç kurabiye aldı. Birkaç tane de kıza uzattı. Kız istemeyince kendi elindekileri ağzına atıp üzerine bir bardak çay içti. Kız, ona değil etrafa bakıyordu. Sekizgen tek bir oda ve üst kata çıkan merdivenler dışında mimari bir özelliği yoktu. Duvarlarda eski gezegenleri Arius’u anlatan tablolar ve afişler asılıydı. Posterlerden gezegenlerinin tarihi kısaca öğrenilebiliyordu.

Sağ taraftaki ufak masanın ardında yaşlı ve kambur bir Ariuslu vardı. Basılı bir kitap okuyordu. Ariuslu genç, kurabiyelerini bitirdikten sonra ona yöneldi. Birinin yaklaştığını fark eden yaşlı adam başını kaldırdı. “Hoş geldin,” dedi. Görmekte zorlanıyormuşçasına gözlerini kısarak arkasındaki kıza baktı. “Hoş geldiniz,” diye düzeltti.

“Hoş bulduk usta,” dedi Ariuslu ama son kelimesi sözünün devam edeceğini belli eden bir vurgudaydı. “Bir şey soracağım sana. Az önce buradan biri çıkmış.”

İhtiyar dudaklarını büzdü. “En son siyahlı bir adam çıktı, evet.”

“Doğru, siyahlıydı. Buraya sürekli gelen biri mi o?”

“Yok, ilk defa gördüm. Neyin nesi bilmem. Geldi, bir şeyler atıştırıp gitti. Böyle bir sürü Ariuslu geliyor her gün. Hayırdır?”

“Aeroletiyle birine çarptı İstiklal’de.”

“Deme. Bir şey oldu mu?”

“Kadının bacağı kırıldı. Götürdüler şimdi. Usta, onu buralarda bir daha görürsen hem Kent-Düzencilere hem bana haber et.”

“Ederim.” Gözlerini uzaklara dikip düşündü. “Böyle bir şey ilk defa duyuyorum. Kadın şifa bulur umarım çabucak.”

Genç başını salladı. Kıza dönüp üst katı işaret etti ve önden merdivenlere yöneldi. Bir anda kafasının üzerinden geçen cisimle irkildi. Patır patır üst kattan inen bir çocuk nefes nefese özür diledi. “Abi, robotu ayarlamaya çalışıyorum ama kafayı yedi galiba. Özür dilerim.”

Şekilsiz cisim duvardaki bir tablonun hemen üzerinde havada anlamsız şekiller çizerek uçmaktaydı. Ariuslu gülümseyip, yanından geçen çocuğun başını okşadı. Yedi yaşında ya vardı ya yoktu.

“O acayip şeyi bu ufak çocuk mu yapmış?” diye sordu kız, merdivenin tırabzanını kavrarken.

“Sayılır. Tek başına yapmadı elbette. Mühendis abilerinden yardım almıştır. Kitapları falan karıştırmıştır. Burada her imkân var, yeter ki yapmak istesin.”

Üst kattaydılar şimdi, yani bilgisayar odasında. Daha doğrusu ultrabilgisayar odasında. Buradaki aletler günlük hayattaki cam plakalara ya da Ağ Başlıkları’nda kullanılan cihazlara benzemezdi. En güçlü programları çalıştırabilecek, en zorlu simülasyonları gerçekleştirebilecek kadar üstün makinelerdi. Odanın yarısı masalardaki sekiz büyük cam plakaya bağlı ultrabilgisayar tarafından işgal edilmişti. Şu an üç Ariuslu bir şeyler üzerinde harıl harıl çalışıyordu. Cam plakalarda grafikler, listeler, modellemeler açılıp kapanmaktaydı sürekli.

Ariuslu, kısaca bu bilgisayarlarda neler yapılabildiğini anlattı ama kız pek bir şey anlamadı. Kendini ilk kez bilgisiz hissetti ve bundan rahatsızlık duydu; ama dışarıya yansıtmadı. İlgileniyormuş gibi görünmek bile istemiyordu. Ariuslu ise en azından bir farkındalık kıvılcımı çakmış olduğunu umut ediyordu.

Üst kata çıktılar. “Oyun odası,” dedi Ariuslu. Oda tam bir renk cümbüşüydü. İki çocuk hayattan kopmuşçasına bir şeylerle uğraşıyorlardı. “Anneler babalar diğer katlarda çalışırken çocuklarını genelde buraya bırakıyorlar. Burada dijital oyunlar yok, tamamen fiziksel oyunlar var. Özellikle Legolar, çocukların kendi kapasitelerini görmeleri, parçadan bütüne ulaşma kabiliyetlerini geliştirmeleri, hayal güçlerini tetiklemeleri ve dünyaya daha açık algılarla bakmaları açısından çok faydalı oluyor.”

“Belgesel gibi konuşuyorsun.”

“Bunu iltifat olarak alıyorum. Hadi üst kata çıkalım. Yani birinci kütüphane katına.”

Sonraki on kat, her türden binlerce kitap içeren dev bir kütüphane görevi görüyordu. Türlerine ve yazarlarına göre ayrılmışlardı. Sekizgen duvarlar boyunca kitaplıklar, ortadaki boşluklarda ise masalar vardı. Artık çoğu kitap elektronik ortama aktarılmış olsa da Ariuslular basılı kâğıdı tercih ediyorlardı. Basılı eser çıkaran tüm yayınevleri artık Ariusluların elindeydi ve baskısı tükenen kitaplar derhal yerine konuyordu.

Kütüphane katlarının üstündeki üç kat eğitim katlarıydı. Burada ücretsiz kurslar veriliyordu. Yapı dar olduğu için her kat otuz kişilik birer sınıf olarak kullanılıyordu. Ariuslu, kıza yıl içinde verilen tüm kursları anlattı.

Sonraki iki kat, serbest katlardı. Duvarların yerini camlar alıyordu. Pencere kenarlarında ise dörder kişilik masalar vardı. Ariuslular buluşmak istediklerinde burayı kullanabiliyorlardı. Satranç, dama, tavla veya çeşit çeşit kutu oyunları oynayabiliyorlardı. Yiyecek ve içeceklerini ister kendileri getiriyor, ister buradaki ufak büfeden alıyorlardı -ki o da serbest katların ikincisinin yarısını kaplıyordu.

En üst kat terastı. İki güçlü teleskop ile gökyüzünün belirgin gökcisimleri seyredilebiliyor veya sadece manzaraya bakılabiliyordu. Diğer ülkelerden veya şehirlerden gelen Ariuslular çoğunlukla şehrin fotoğrafını çekmek için kullanıyorlardı bu terası.

“Hiçbir kısıtlama ya da hiçbir ücret yok buraya çıkabilmek için, diğer tüm hizmetler için de tabii. Bağışlar fazlasıyla yeterli oluyor,” dedi Ariuslu. “Evet, tüm binayı gördün. Gizli saklı hiçbir şey yok. Burada kötü şeyler yapılıyor olabilir mi? Ne bileyim, insanlığa zarar vermeyi arzuluyor olabilir mi Ariuslular? Kitap okuyorlar, bilim yapıyorlar, eğleniyorlar, muhabbet ediyorlar, yemek yiyorlar, manzara seyrediyorlar. Nefret gerektirecek hiçbir şey yok burada. Senden herhangi bir cevap beklemiyorum. İkna olmamış da olabilirsin. Bizi sevmemeye devam etmek de senin özgürlüğündür, hiçbir şey diyemem. Ben sadece o an çok öfkelendiğim için böyle bir şeye kalkıştım. Belki de hata yaptım, bilmiyorum. Kendini zorla alıkonulmuş gibi hissettiysen çok özür dilerim. Gitmekte özgürsün.”

Kız terasın korkuluklarına doğru yürüdü. Bir süredir konuşmadığından hafifçe çatallanan sesiyle, “buranın manzarası gerçekten güzelmiş,” dedi.

***

“Aşkım, sana bir şey söyleyeceğim ama kızmayacaksın.” Leyla, odasında ağ şapkasıyla çevrimiçi olmuş, sevgilisiyle haberleşme başlatmıştı.

“Duygu göstergen kırmızıya çıkmış. Kötü bir durum mu var canım?”

“Babama söyledim.”

“Neyi söyledin?”

“Birlikte olduğumuzu.”

Ya bir süre cevap gelmedi ya da Leyla’nın zaman hissi ağırlaştı.

“Bir gün söylemek zorundaydın. Bunun için mi üzüyorsun kendini?”

“Tepkisi çok kötü oldu. Odama kapattı beni. Aslında ben kendimi odama zor attım. Yine de birkaç darbe yedim. Her tarafım moraracak.”

“Baban böyle bir vahşiliği nasıl yapabiliyor yahu?”

“Sen onu bilmezsin. Adam bile öldürür. Senin için de korkuyorum. Gerçi adını öğrenme zahmetine bile girmedi. Ariuslu olduğunu duyar duymaz içindeki canavar ortaya çıktı.”

“Bu kadar gaddar olabiliyor mu gerçekten?”

“Sen daha iyi biliyorsun nasıl olabildiklerini. Kendi başına gelenleri düşün. İlkokulda karnından yemek yemek istemiyordun. Dışladılarseni. Öğretmenler sana kafayı taktı, ne kadar çalışkan olursan ol, hak ettiğin notları vermediler. Lisedeyken bir ilkokul öğrencisine ders vermeye giderken yolda bıçaklanan sen değil miydin? Üniversitede hakkını aradın, terörist diye hapse attılar. O da yetmedi, işkence ettiler. Babamın da sana bunları yapanlardan farkı yok işte.”

“Tamam, yanına geliyorum. Babanın karşısına çıkacağım.”

“Sakın öyle bir şey…”

Görüşme sonlanmıştı bile.

***

Turuncu gözlü genç, kapüşonunu çıkardı. Etrafı Kent-Güven memurlarıyla çevrili Düşün-Evi’ni şöyle bir süzdü. Doksan küsur yıl önce Ariuslular dünyada insanlarla ortak yaşamaya başladıklarında tek istedikleri şehirlerin belli noktalarına bu Düşün-Evleri’nden inşa etmekti. Yapılan anlaşma sonrası ilk inşa edilen ve halen en büyük Düşün-Evi burasıydı. Şimdiyse insan yöneticiler bu simgeyi onların elinden almak istiyorlardı. Kendilerine yıllardır yapılan ayrımcılıkları, haksızlıkları, eşitsizlikleri sineye çeken ve barışçıllıklarından asla ödün vermeyen Ariuslular bu kez dayanamamış, seslerini duyurmak istemişlerdi. Üstelik şu halde dahi hiçbir şiddet eylemine mahal vermemiş, sadece sağduyulu insanların onların durumunu fark etmesini istemiş ve gittikçe azalan özgürlüklerinin yeniden sağlanmasını talep etmişlerdi.

Ama haftalardır durmaksızın süren eylemler halen somut bir adım atılmasını sağlayamamıştı. İnsan yöneticiler, anlaşılmaz bir inatla onları ötekileştiriyor, kendilerine bağlı insanlara Ariusluları hedef gösteriyor, hiçbir taleplerini yerine getirmedikleri gibi sahip oldukları medya gücüyle sanki haksız olan onlarmış gibi sunuyorlardı. Bir iki Arius yanlısı kanal dışında kimse doğru haberler yaymıyordu. Kurulumunda Ariusluların büyük katkıları olan , eylemlerin gidişatına yön verse de durumlarını asıl göstermek istedikleri kitleye hitap edemiyordu.

Turuncu gözlü Ariuslu, Düşün-Evi’ni oradaki arkadaşlarına emanet ederek, sevdiği kıza verdiği sözü tutmak için arkasını döndü.

***

Ama müsaade etmediler gitmesine.

Kent-Güvenciler yukarıdan gelen emirle aniden ve her yönden saldırdılar. Beyinlerini karanlık bir şeyler ele geçirmişçesine saldırdılar. Sözde uzak durmaya çalıştıkları şeytana uymuşçasına, intikam alırcasına, kan kokusu arayan zombilermişçesine saldırdılar. Göremesinler diye sis bombaları attılar, kıpırdayamasınlar diye elektromanyetik impuls engelleyiciler kullandılar, nefes alamasınlar diye ortalığı gaza boğdular. Ölsünler diye… Ölsünler diye vücutlarına, kafalarına, yüzlerine nişan aldılar.

Daha kalabalıktan uzaklaşamadan, kız arkadaşını esaretinden kurtaramadan yakalandı müdahaleye. İmpuls engelleyici hareketlerini yavaşlatmış, sis görüşünü azaltmışken bir metal parçası geldi karşıdan. Büyüdü, büyüdü, tam sol gözüne isabet etti. Sarsıldı, darbenin etkisiyle başı arkaya gitti. Gözünden fışkıran kan her yerine bulaştı. Burnunun sol deliği tıkandı, soluk alamadı. Ağzını açtığında kan doldu. Müthiş bir çınlama peyda oldu kulaklarında. Birileri çekiştirdi. Kim, neden, bilmiyordu. Gözü, başı, tüm vücudu ağrıyordu şimdi. Gittikçe artan, korkunç bir ağrı. Yıllar önce dağlanan göbeğindeki yarığa bir tekme yedi. Sırtındaki bıçak yarası yeniden sızladı. Yine birileri çekiştirdi, ittirdi, bağırdı, küfür etti. Kim, neden, bilemedi.

Yere düştü. Bir daha kalkmamak üzere.

SON

Yazar: Konuk Yazar

Bu içerik bir konuk yazar tarafından üretilmiştir. Siz de sitemizin konuk yazarlarından biri olabilirsiniz. Yapmanız gereken tek şey, kaleme aldığınız bilimkurgu temalı makale ve öykülerinizi bilimkurgukulubu@gmail.com adresine göndermek. Editör onayından geçen yazılarınız burada yayımlanıp binlerce okurun beğenisine sunulacaktır. Gelin bu arşivi birlikte büyütelim...

İlginizi Çekebilir

depresyon

Depresyon | Erkan Ceylan (Kısa Öykü)

Dr. Zeynep Altın, psikiyatri kariyerinin beşinci yılında mesleğinin sınırlarını zorlayacak bir vaka ile yüzleşmek üzereydi. …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin