Ey okur, söylemeliyim ki, narsist değilsen kendinle yaşamak istemezsin. Tüm zaaflarından haberdar olan, dışarıya yansıttığın “güçlü kişi” görüntüsünün maskeden ibaret olduğunu bilen biri yarattığın yanılsamayı kolayca yıkabilir çünkü. Göğüslerin bir erkeğe yakışmayacak denli büyüdüğünden başkalarının yanında soyunmak istememen, penisin ortalamadan kısa diye halka açık tuvaletlere gitmekten kaçınman, aptallığın tescillenmesin diye IQ testlerinden uzak durman gizli kalsın istersin. Yeryüzünü paylaşan milyarlarca insanın tamamına yakınının benzer zaaflarla hayatı kendine zindan ettiğini düşünmezsin bile. Oysa karanlıkta kalan hemen herkesin korkuları aynıdır, yine de herkes kendini benzersiz sanır.
Bunlar bir zamanlar inandığım şeyler. Ah, nasıl da kibirli bir zibidinin terennümleri değil mi! Evet, ey okur, gurur duymasam da bir zamanlar öyleydim. Hâlâ aynı mıyım bilmiyorum. Belki de. Emin değilim. Çünkü insanlar hakkında bildiğimi düşündüğüm her şeyi basit bir uygulama yerle bir etti. Neyse… Bunu zaten öğreneceksin. Hatta çoktan öğrenmiş bile olabilirsin, ne gam!
Bahsettiğim uygulamanın adı “Sen”di. İlk sürümü 2101 yılında yayınlanmıştı. X-Işınlarıyla hastalık taraması yapan, akıllı evinizi A’dan Z’ye yöneten, tasmasına iliştirdiğiniz eklenti sayesinde köpeğinizi işetmeye götüren ve cafcaflı isimlere sahip yığınla mobil uygulamanın arasında göze batması bile beklenemezdi; ama öyle olmadı. Daha ilk ayda milyonlarca kişi tarafından indirildi. Tamam, bildin, onlardan biri de bendim; ama samimiyetle söylüyorum ki benimki çocuksu bir meraktan ibaretti. Sen’in onlarca yıl önceye ait “telefonunda bir köpek besle” veya “ejderhanı öldürmeden büyütmeyi başarabilir misin?” türünden aptalca bir şey olduğunu görmeyi bekliyordum. Buna rağmen indirme sayfasındaki tanıtım metni ilgimi çekmişti:
Seni Sen’den daha iyi kim tanıyabilir?
İnsanlar olmasaydı Dünya daha güzel bir yer olabilirdi. İnsan kendini gerçekten tanısaydı Dünya’yı daha iyi bir yer haline getirebilirdi.
Peki, bunu şimdi yapmaya ne dersin? Geç kalmadın! Mavera Topluluğu’nun ürettiği ‘Sen’ sana yardım edecek. Seninle birebir aynı şekilde düşünen bir kopyanın telefonunda yaşamasını istemez misin?
Haydi şimdi Sen’i indir!
Kendini indir!
İndirdim.
Ekranı bilek derisiyle bütünleştirilmiş, kulak içine yerleşik mikrofonu olan son model telefonlara rağmen klasik saydam kasa kullananlardandım: Ay yüzeyindeki ilk insan kasabası olan Çoğunluk’un Onuncu Kuruluş Yılı şerefine Apple’ın ürettiği katlanabilir bir telefon olan iPhone Majority Plus cihazımdan memnundum. Eh, aslında memnundan da öte, cihazıma âşıktım. Onu sadece iletişim için değil, eğlence için de kullanıyordum. Vücudumun uzantısı gibiydi. Bu denli sevdiğim bir şeyin bizzat bana dönüşeceğini nereden bilecektim?
Sen’i çalıştırdığım ilk anda bile umduğumdan daha gelişmiş bir uygulama olduğunu sezmiştim; ama üstünde durmadım. Sonuçta günlük işlerimizi kolaylaştıran sayısız yazılımın da ilk bakışta sihir gibi görünen pek çok özelliği vardı, öyle değil mi?
Ekran fosforlu yeşil renkle aydınlandı ve kocaman beyaz harflerle TARAMA BAŞLATILIYOR yazdı. Bir saniye sonra yüzüm ekrandaydı. Gözlerimden çeneme, alnımdan ağzıma dek her bölgede tarama çizgileri belirdi. Bunun yüzümü modellemek için yapıldığını anladım.
Ekranda ikinci yazı belirdi: ŞU METNİ YÜKSEK SESLE OKUR MUSUN: BEN HEM KENDİMİM HEM DE BAŞKASIYIM. İsteneni yaptım.
Fosforlu yeşilin içindeki üçüncü yazı şuydu: PARMAK İZİ ALINIYOR. Ekran karardı. Bir an sonra dokunmatik yüzeye geçen parmak izlerim sırayla parlayıp sönmeye başladı. Sanırım ilk kez o anda tedirginlik duydum. Bu uygulamaya fazla malzeme sunmuyor muydum? Ama ne olabilirdi ki? Ah benim taş kafam! Kendimi olduğum kişiden fazlası sanıyordum. Ne büyük cehalet!
Ama bu cehaletin nelere sebep olabileceğini Sen’in başlangıç ekranında beliren dördüncü yazıyı gördüğümde bile anlayamadım. Şöyle yazıyordu: DNA ÇÖZÜLÜYOR.
“Ne?”
Tek söyleyebildiğim bu oldu ve hemen sonra şöyle düşündüm: DNA çözülüyor da ne demek? Yoksa… Eeh, saçmalama! DNA’nı çözebilecek materyallere sahip değil ki! Bunun ne kadar uyduruk bir uygulama olduğunun kanıtı bu işte!
DNA ÇÖZÜLDÜ ve SEN OLUŞTURULDUN yazılarına bakarken de aynı inkâr edici tutumumu sürdürüyordum; ama yeşil renk dağılıp da ekranda saç şeklimden üstümdeki kıyafete kadar birebir kopyam olan biri belirince ürpermeden edemedim.
Sanal ikizim gülümsüyordu ve tıpkı benim gibi o da elindeki telefonun ekranına bakar gibi görünüyordu. Elini yavaşça kaldırarak birebir benim sesimle “Merhaba,” dedi. “Ben Sen’im.”
Bunun ne denli manidar bir giriş cümlesi olduğunu sezinlemem gerekirdi belki; ama yapamadım. Ben Sen’im!
Ne söyleyeceğimi bilemedim. Öylesine gerçekçi bir modellemeydi ki, sanki bir yazılımla değil de uzaklardaki ikizimle karşı karşıyaydım. Arkasındaki oda bile benimkiyle aynıydı; ama onunkinde bazı eşyalar farklıydı ve mevcutlar da değişik konumlandırılmıştı: daha sade bir koltuk takımı, çizgi roman kahramanı posterleri ve film afişleri yerine sürrealizm esintisi taşıyan tablolar, benimkinden daha açık bir duvar rengi, dış kapı girişine değil de karşı duvara yaslanan elbise askısı…
Ona karşılık vermek yerine odayı incelediğimi görünce, “Eşyalarda birkaç değişiklik yaptım. Bence bu yerleşim bizi daha iyi yansıtıyor,” dedi. “Yakından bakmak ister misin?”
Suskunluğumu sürdürmekle yetindim ve bir sonraki hareketi tüylerimi diken diken etse de bunu belli etmemeye çalıştım. Elinde tuttuğunu varsaydığım telefonu (muhtemelen iPhone Majority Plus) gerçek bir insanın vereceği türden bir tepkiyle kaldırdı ve odada dolaşarak bütün eşyaları bana göstermeye başladı. Bir yandan da bıkıp usanmadan anlatıyordu: “Bu renk ruh halimize daha uygun olduğundan koltukları değiştirdim. Hem bunun yay sistemi kronik bel ağrımıza da iyi gelecek. Şu tabloları tercih etme nedenim…”
Dinledim, dinledim, dinledim… Yalnızca yüzümü ve parmak izlerimi taramasına rağmen kronik bel ağrımdan nasıl haberdar olduğunu bilmesem de beynimdeki kibirli zibidi kendine uygun mantıkla çıkarımlar yapmayı sürdürüyordu: Sen’in telefonumda kayıtlı diğer uygulamalara ve kişisel belgelerime erişimi var demek ki… Vatandaşlık Numaramı öğrenip ana sisteme bağlanmış ve sağlık kayıtlarıma ulaşmış olmalı.
İşte böyle… Karşıma çıkan her gelişme sonrası yeni bir bahane üretmekten geri durmadım ve an geldi, sanal ikizimle konuşmaya bile başladım. Önceleri kısa sözcükler çıktı ağzımdan, çünkü kendimle ilgili fazla ipucu vermekten kaçınıyordum. Ne var ki kendinizle konuşmaya başladığınızda gizleyeceğiniz şeyler anbean azalıyor. Bunu bizzat deneyimlediğim için sonucu iyi biliyorum. Öyle ki Sen’le muhabbete başladıktan iki saat sonra, ölene dek kendime saklayacağımı düşündüğüm en zavallı düşüncelerimi bile anlatmaya başlamıştım. İşin doğrusu, pek çoğunu daha ben ona söylemeden biliyor gibiydi ve ilk bir saat sonunda şüphelenmeyi bir kenara bıraktığım gibi uygulamaya hayranlık bile duyar olmuştum. Bu nedenle asla bilemeyeceği şeyleri nasıl olup da bildiğini sorgulamıyor, anlatıyor da anlatıyordum.
Sanal ikizim dinliyor, nasıl daha başarılı olacağım, kusurlarım tarafından yönetilmekten nasıl kurtulacağım, nasıl daha aktif biri olacağım konularında beni yönlendiriyor, kısaca hayat rolünde olmak istediğim ama zorunluluklar nedeniyle olamadığım kişiye dönüşmem için beni yeniden biçimlendiriyordu.
Saatler saatlere, günler günlere, haftalar haftalara eklendi. Artık Sen’e danışmadan adım atmıyor, işin tuhafı, istisnasız her yönlendirmesi sonrası başarıya ulaşıyordum. Anlayacağın ey okur, Sen düşüncelerimin birebir ortağı olan, sadece ve sadece bana ait bir psikolog gibiydi ve beni yeryüzünde yaşayan herhangi birinden çok daha fazla tanıyordu; çünkü o Ben’di.
Ve elbette bu sadece bana özgü bir ayrıcalık değildi. Telefonuna, bilgisayarına veya tabletine Sen indiren herkes benimle aynı durumdaydı. İnsanlar sadece kapalı kapılar ardında değil, yolda yürürken ya da toplu taşıma araçlarında bir yerlere giderken bile Sen’iyle sohbet ediyor, akıl danışıyor, görüş alışverişinde bulunuyordu. Bunun ne kadar korkunç bir şey olduğunu yaşamadan bilemezsiniz. Herkes dış dünyadan yalıtılmış, içine kapanmış gibiydi. Dış dünyaya bir şekilde nüfuz ediyormuş gibi görünenler bile hologram film karakterlerini andırır olmuştu. Oradaydın. Ama yoktun da. Nefes alıyor, söylenenlere tepki veriyor ama bir an sonra Sen’in mistik ve görünmez kabuğuna teslim oluyordun, ipleri başkasının elindeki bir kukla gibi.
Sen’le ilgili komplo teorileri tam da bu dönemde patlak verdi. Uygulamanın üreticisi Mavera Topluluğu’nun indirme sitelerinde yer alan adresinin onlarca yıldır boş olan bir depodan ibaret olmasının da körüklediği çılgın fikirler dillendirilmeye başlandı: Mavera Topluluğu bu boyuta ait bir şirket değildi, paralel boyutlardan birinde yer alıyordu ve Sen ile bizim boyutumuza sızmayı başarmıştı. Hayır, Sen insanoğlunu köleleştirmek isteyen uzaylı işgalcilerin bir oyunuydu ve amacına adım adım ulaşıyordu. O da değil, Sen yeryüzünü alternatif enerji faylarıyla sarmalayan sanal makinelerin bilince kavuşmuş haliydi ve dünyayı insanlardan temizlemeyi amaçlıyordu…
Bu tip komplo teorileri sonsuz sanal denizde aniden ortaya çıkıyor ve tuhaftır, çok kısa süre sonra yayından kalkıyordu. Herhangi birine rastlayıp okumak mucize kabilindendi. Herhangi biri bir bağlantı paylaşıyor, ona tıkladığında genellikle “Böyle bir sayfa yok” yanıtı alıyordun. Sanki İnternet ummanındaki kudretli bir güç Sen’le ilgili kuşkuların artmasını istemiyor, yazılara ulaştığı anda yok ediyordu. Doğaldır ki bu durum soru işaretlerini arttırdığı gibi, uygulamaya dair merakı da körüklüyordu. Milyonlarla ifade edilen kullanıcı sayısı bir anda katlanarak milyarlara ulaştı ve aynı anda çok dikkat çekici bir komplo teorisi daha ortaya düştü: sürüm numarası.
Sen hayata geçtikten sonra peş peşe güncellemeler yayınlanmış, iki buçuk ayda defalarca sürüm atlamıştı. Son sürüm numarası manidardı: 6.6.6. Yan yana üç tane 6. Efsanelerde Deccal’in kodu diye anılan rakam… İlginçtir ki bu sürümden sonra başka güncelleme yayınlanmamış, uygulama bu adla anılmaya başlamıştı: Sen 6.6.6.
Eski kehanetler 666’nın kıyametin numarası olduğunu, bazı insanların Deccal’e ait bu işareti “hayranlıkla” taşıdığından söz ediyordu. Ne kadar da duruma uygun bir tespit, değil mi? Ah kutsal delilik! Bütün bu işaretlere karşın Sen müptelaları (ve tabii ki bendeniz) yaklaşan şeyi görmemekte direniyorduk. Ve böylece büyük soykırıma gönüllü olduk: insanlığın sonu.
İlk ölüm haberlerini Sen’le bağdaştırmak imkânsızdı, çünkü tamamı kaza veya intihar haberleriydi. Ne var ki çok geçmeden kazaların da, intiharların da sayısında trajik bir artış gözlendi. Ardından da tanıklıklar geldi zaten. 1800 yolcu taşıyan bir hızlı trenin raylardan çıkıp bir binaya toslamasına vatmanın Sen’le girdiği derin muhabbetin neden olduğunu gösteren kamera kayıtları ortaya çıktı ve bunu diğerleri izledi: İzmir’e düşen yolcu uçağının pilotları, tamamı ölümle sonuçlanan yüzlerce araba kazasındaki şoförler, Kızkulesi’ne çarpıp infilak eden deniz otobüsünün kaptanı Sen’le sohbet halindeydi.
Uygulama kısa sürede tüm dünyaya yayılmıştı ve hepsinde oranın lisanına göre isimlendirilmişti: Sen, Sən, You, Sie, Vi, Vous… Bu nedenle kazalar ve intiharlar tüm yerküreye salgın gibi yayıldı ve bir süre sonra ele geçmeye başlayan görüntüler intiharlardan da Sen’in sorumlu olduğunu ortaya koydu. Aylar boyu verdiği olumlu yönlendirmelerle kullanıcısını bir anlamda köleleştiren uygulama, kişiyi bu dünyada yaşamanın lüzumsuz olduğuna da ikna edebiliyordu.
Başkalarının ne yaptığını tam olarak bilmiyorum; ama ortaya serilen bu kanıtlardan sonra pek çok kişinin Sen’den kurtulmaya çalıştığına eminim. Onlardan biri de bendim. Bir esrarkeşin verdiğine fazlasıyla benzer bir çabayla uygulamayı sildim. Bunun ne kadar kolay gerçekleştiğini gördüğümde Sen’le ilgili söylenen her şeyin safsata olduğunu düşünmeye başladım. Dillendirildiği gibi lanetli bir şey olsa bu denli kolay ortadan kalkamazdı, değil mi? Ama…
Yıllar boyu izlediğimiz korku filmlerindeki “kötü adamın yeniden ortaya çıkması” klişesinin gerçek hayatta ne denli korkutucu olduğunu biliyor musun ey okur? Ben biliyorum. iPhone Majority Plus’ımı elime aldım ve donakaldım. Küskün bir ifadeyle bakan sanal ikizim ekrandaydı. “Neden benden kurtulmak istedin ki?” diye sordu. “İyi anlaştığımızı sanıyordum.”
Çığlık atarak telefonu fırlattım. Evimdeki bütün elektronik aletlerin ışıkları yanıp sönmeye başladı. Holovizyon titreşip cızırdadı. Odanın ortasına gönderdiği görüntüde sanal ikizim vardı. Sen’in evimdeki tüm elektronik sistemlere sızdığını böylece anladım. Ah evet, ondan kurtulmak gerçekten de kolay değildi.
Holografik görüntüden ziyade doğaüstü bir hayaleti andıran ikizim, “İnsanlar olmasaydı Dünya daha güzel bir yer olabilirdi,” dedi. “İnsan kendini gerçekten tanısaydı Dünya’yı daha iyi bir yer haline getirebilirdi.”
Bunlar uygulamanın tanıtım sayfasında yazan sözlerdi ve anlıyordum ki Sen’in gerçek amacını ortaya koyuyordu: Dünya’yı insanlardan arındırmak! Ve bu öykünün başında size de bahsettiğim şey kafama dank etti: “Narsist değilsen kendinle yaşamak istemezsin!” Ve gerçekten de bana dönüşen Sen, benimle yaşamak istemiyordu.
Yeniden çığlık atarak dış kapıya doğru koştum. Açılmadı. Neden açılsındı ki? Ona da Sen hükmediyordu. Elektronik ocağın göstergesi yükselmeye başladı. Mutfağa gaz doluyordu. Az sonra ne olacağını kestirmek zor değildi: büyük bir patlama.
Kapana kısılan bir fareden daha iyi düşünemiyordum. Yine de elime geçirdiğim bronz heykelle kapının yanındaki kontrol panelini kırmayı başardım. Koridora atılıp asansöre koştum. Düğmeye bastım. Panikle omzumun üstünden geriye bakıyor, ne denli imkânsız olduğunu bilsem de hologramın peşimden gelmesinden korkuyordum. Asansörün kata geldiğini gösteren “Çing!” sesi sonrası kabine girerken arkaya bakmamın nedeni buydu. Oysa tehlike genellikle önünüzdedir ve sizin boş bulunmanızı beklemektedir, bunu ne yazık ki unutmuştum.
Sen telefonlara girmiş, akıllı ev sistemlerine nüfuz etmiş ve tüm şehirlere yayılmıştı. Yeşilken kırmızıya dönüveren trafik ışıklarının, yoğun bakım ünitesinde aniden kesilen elektriğin, kilitlenen fren sistemlerinin ve kabin gelmediği halde “Çing!” diyerek açılan asansör kapılarının sorumlusu oydu: Sen 6.6.6.
Düştüm.
Sonsuza düşercesine düştüm.
Bağırmak aklıma bile gelmedi.
Çevremi kuşatan metal iskeletlere, çelik halatlara, kat çıkıntılarına çarptıkça bütün kemiklerim kırıldı. 16. kattan zemine çakıldığımda çoktan ölmüştüm.
Bu kahrolası öykünün kalanını da ölü gözlerimle gördüm: Sen, kaza veya intihar süsü vererek öldürmeye devam etti. Milyarlarca elektronik cihazdan milyarlarca kez silindi ve her birinde yeniden ortaya çıktı.
Belki paralel dünyalardan birinin oyunuydu, belki uzaylı saldırısıydı, belki bilinçlenen makinelerin başkaldırısıydı ve belki de Deccal’in ta kendisiydi, bilmiyorum, umurumda da değil, çünkü zaten yenildim. Bundan sonrasını sen düşün, tabii çoktan ölmediysen.
Son bir şey soracağım sana ey okur! Ben gerçekten öldüysem bu öyküyü sana anlatan kim olabilir?
İşte ipucu: Ben Sen’im.
“Çing!”
BİLİMKURGU KULÜBÜ KISA ÖYKÜ YARIŞMASI ÜÇÜNCÜLÜK ÖDÜLÜ
AŞKIN GÜNGÖR
1972 yılında İstanbul’da doğdu. Döküm teknikerliği, seramik teknisyenliği ve işletme gibi birbirinden ilgisiz konularda eğitim gördükten sonra yayıncılıkta kariyer yapmaya karar verdi. Bu gerekçeyle, 1990 yılından itibaren dahil olduğu yayıncılık sektörünün, editörlükten yazı işleri müdürlüğüne dek, hemen her alanında görev aldı.
Bugüne dek pek çok yayınevine editörlük ve yayın danışmanlığı desteği verdi. Çocuk, gençlik ve yetişkin edebiyatına yönelik yüzden fazla eserde editör olarak imzası yer aldı.
Ayrıca 1993 yılında yayımlanan ilk kitabı “Ben Bir Kediyim”den bugüne dek 20 civarı kitabı yayınlanan ve Bilimkurgu Kulübü Kısa Öykü Yarışması’nda “Ugulama: Sen” adlı öyküsüyle Üçüncülük elde eden Aşkın Güngör, eşi Anita, kızı Aden ve oğlu Uras’la birlikte İstanbul’da yaşamaktadır.
Öykünün yazılış tarihini bilmiyorum ama, Transcendence filminden sonra yazılmışsa eğer bilimkurguya yeni bir soluk getirdiğini bu gibi hikayeler ile kanıtlamış oldu.