“Tüm kutsal şeyler insanın icadıdır; bunların insanın icadı olmadığını savunan düşünceler de insanın icadıdır. Dünya, insan düşüncesi dışında yoktur.” Robert M. Pirsig – Zen ve Motosiklet Bakım Sanatı
Hatırlıyorum. Yağmurlu günlerde Kevi, sokağa çıkmadan evvel başına kara bir poşet geçirirdi. Şemsiye taşımaktan nefret ederdi. Yağmurdan da. Ve daha bir sürü şeyden. Hatırlıyorum. Kevi, bebekken bana bakan ve adımı Sevi koyan yaşlı kadının adıydı. Poşetli kara kafasıyla bu dünyadaki ilk hatıramdı Kevi. Zihnime çizilen ilk resim; kara kuru, siyah beyaz ve korkunç biraz. Hatırlıyorum.
Sevi’nin kendine verdiği bir söz vardı; bir gün hayat hikâyesini yazmaya kalkarsa işe ilk anısından, sevgili Kevi’sinden başlayacaktı. Kevi’nin artık var olmadığı, kadınların nadiren hamile kaldıkları ve insanların yalnız kendi hikâyelerine kulak astıkları bir dünyada, şimdiden ıssız bir geleceğe izler bırakmak adına, yazar olacağım diye uğraşırdı Sevi. Uğraşırdı ya, bir sebepten o hikâyeyi yazmaya hiç başlamamıştı. “Nasılsa bir gün yazacağım,” demişti hep; “bir gün bütün ölülerimi canlandıracağım. Sözcüklerin bir yere kayboldukları yok ya!” Gel gelelim kayboluyorlardı. Çocukların yıllar evvel terk ettikleri dünyayı şimdi sözcükler de birer birer terk ediyorlardı. Otuz beş yaşından henüz dört gün almışken bunamaya başlamıştı Sevi. Kıymetli anıları alıp başlarını gidiyorlardı işte; yerlerine başka bir hakikati, bir mucizeyi, on yılda bir açan bir çiçeği, bir bebeğin kalp atışlarını bırakarak. Ve böylece Sevi’nin büyük ikilemi, geri kalan herkesi ve her şeyi karanlıkta bırakarak sahneye çıkıyordu: Ya var eden olacaktı artık ya da var olacaktı; ikisi birden olmuyordu.
Bütün bu karmaşa başlamadan evvel sıradan bir kendifilm senaristi olan Sevi’yi önce bir teröriste, sonra bir halk kahramanına, sonra yeniden teröriste dönüştüren olaylar, hastalığının ilk emareleriyle birlikte başladı. Sevi kafasının içinde bir şeylerin bozulmaya başladığını anladığında günlerden salıydı, saatlerden sabah altı. Devlet başkanına ait olan BKF isimli şirkette, güçlükle bastırılmış bir utanç duygusuyla, hep yarını düşünerek, hep yarını hatırlayarak çalışırdı. O gün de ofisindeki monitör yığınının başında oturmuş, üç yüz elli kilometre ötedeki müşterisinin siparişini dinliyor ve karalama ekranına notlarını alıyordu. Son müşterisi altmış yedi yaşında, fazlaca yalnız ve fazlaca aksi bir kadıncağızdı. Sevi, bağlantı ekranından kadını seyrederken ondaki hangi niteliğin diğerinin sebebi olduğunu düşünmeden edememişti; yalnız olduğu için mi aksiydi, yoksa tam tersi miydi? Kadın, kendifilminde kendisini cıvıl cıvıl bir çocuk parkında, yanında üç hayali çocuğuyla, neşe içinde sek sek oynarken seyretmek istiyordu. Ayrıca muhakkak otuz iki yaşında, elli beş kilo civarında ve uzun, sarı saçlı olmalıydı. On sekiz yıl evvel kaybettiği kocası da bir kenarda gülümseyerek onları izleyip kameraya almalıydı.
Oldukça sıradan bir hikâyeydi. Sevi buna benzer hayallerden binlercesini yazmıştı. Bunda şaşılacak bir şey yoktu. İnsanların acıları ve özlemleri ortak olduğunda düşleri de ortak oluyordu. Çocuk seslerinin olmadığı bir dünyada kimse kendini Mars yörüngesinde uçarken, Europa’nın buzlarında kayak yaparken ya da ölüm makinalarına karşı zaferler kazanırken seyretmek istemiyordu. Artık herkes umutsuzca geçmiş düşleri kuruyordu. Benzer mekânlar, benzer sesler ve neredeyse birebir aynı kodlarla yazılan bu sahte anılarda yalnızca başroller değişiyordu. Basit bir hikâyeydi işte. Öyle olduğu için de acıydı; gerçeğin kendisi gibi. Sevi bu sıradan hikâyeye ek olarak, çocuk parkının muhtelif yerlerine devlet başkanının sevgiyle gülümsediği dijital posterlerini ve zat-ı şahanenin halkına sadakatini aktaran sevgi sözcüklerini serpiştirdiği zaman ortaya herkesin mutlu olacağı şahane bir yalan çıkarıverecekti; daha önce binlerce kez yaptığı gibi. Fakat işte o gün işler her zamanki gibi gitmedi. O gün sözcüklerin ve sayıların bavullarını toplayıp gitmeye karar verdikleri gündü.
Sevi kısa bir taramadan sonra işine yarayacak görüntü ve sesleri seçip hikâye kodlarını yazmayı bitirdiğinde, yaşlı kadın da kendifilm kostümünü giyip başlığını saçsız kafasına geçirmişti. Heyecanla hayaline kavuşmayı bekliyordu. Birkaç dakika sonra kendifilm her zamanki gibi başkanın güleç yüzü üzerine düşen BKF amblemiyle açıldı. Kendifilm gözlüğünü takan Sevi de kahvesini eline alıp izleme ekranında arzı endam eden ucuz eserini seyre hazırlandı. Başlangıçta hiçbir sorun yoktu. Artık hiç de yalnız ve aksi görünmeyen kadın, başka çocukların sesleri eşliğinde kendi hayali çocuklarıyla sek sek oynuyordu. Sevi, saçsız kafasındaki başlıkla gezegenin birinde unutulmuş bir astronot ölüsüne benzeyen kadının bağlantı ekranındaki gerçek görüntüsüne bakmamaya çalışıyordu. Bu gerçek, acı olduğu kadar utanç verici geliyordu Sevi’ye. İzleme ekranındaki yalanın içinde salınan kadınsa öylesine umarsız, öylesine mutluydu; sanki bütün bir hayatı tebeşirle çizilmiş o kare kare dünyanın içinde geçirmek istermiş gibi. Fakat mutluluğu uzun sürmedi.
Önce kareler silindi. Hemen sonra pembe gökyüzü karaya çaldı ve Erguvan ağaçları canlı bombalar gibi patlayıp kül olarak etrafa saçıldı. Çocuklar artık cıvıldamıyorlardı. Saniyeler içinde bütün albenisini yitirip baştan aşağı kararan çocuk parkı, bir anda başkanın dijital posterlerinden yayılan mor ışıkla yeniden aydınlandı. Tebaasına sevgiyle gülümsemesi gereken başkanın yüzünde bir deli gülüşü, elinde bir lazer silahı vardı. Sevgi sözcüklerinin yerindeyse Sevi’nin bilmediği bir dilden küfürler yanıp sönüyordu.
“OROSPU ÇOCUKLARI, HEPİNİZ ÖLDÜNÜZ!”
Bütün bunlar yalnızca birkaç saniye içinde oldu. Sevi’nin gözleri dehşetle açıldı. Bu bir kod hatası olmalıydı. Derhal hatalı kodu bulmak için kontrol ekranına döndüğünde artık her şey için çok geçti. Ne olduysa, nasıl olduysa posterdeki başkan bir anda hayali parkın ortasında belirmiş ve elindeki hayali silahla, parktaki hayali çocukları saniyeler içinde yakıp yok etmişti. Eğlence sona erdiğinde yine altmış yedi yaşında, yine şişman, üstelik çocuksuz, kocasız ve saçsız kalıveren kadıncağızsa, çocuk cesetlerinden kara mor bir denizin ortasında dehşetle dikilmekteydi. Sevi bir anlık şokun ardından derhal kendifilmi ve tabii kadınla bağlantıyı sonlandırdı. Nefes alamıyordu. Bütün bunlar nasıl olmuştu? Bu korku filmini kim yazmıştı? Hiçbir şey anlayamadı. Birkaç dakika sonra şirket telefonları korkunç eserini şikâyet için çalmaya başladığında Sevi hala olanların kod hatasından ya da bir virüsten kaynaklandığını düşünüyordu. Öyle değildi. Sevi’nin beyninde nöronlar, kendifilmde de çocuklar ölmeye başladığında günlerden salıydı, saatlerden altı yirmi beş. Yirmi beş dakika, sıradan bir kendifilm senaristinin devlet düşmanı bir terörist ilan edilmesi için yeter de artardı.
Sevi tam sekiz gün boyunca karanlık ve nemli bir hücrede, cevabını kendisinin de bilmediği soru yağmurlarına tutuldu. Tabii arada ufak tefek işkencelere de maruz kalıyordu; sanki cevaplar, saçlarını kazıdıklarında ya da tırnaklarını söktüklerinde ya da cerrah robotlar beynine acı sinyalleri gönderdiklerinde mucizevi bir şekilde belirivereceklermiş gibi. Kimdi Sevi? Başkandan ne istiyordu? Hangi terör örgütünün mensubuydu? Sarı Salgın’dan başkanı sorumlu tutan şu kadın örgütü DeMari’yle bir bağlantısı var mıydı? Yoksa neden başkanın çocukları katlettiği bir kendifilm yazsındı? Sevi “hatırlamıyorum,” diye ağlıyordu hep; “hatırlayamıyorum!” Bedeninde yarattıkları acılar yüzünden ağladığını sanıyorlardı. Oysa Sevi’nin acısı çok daha derinde bir yerden, daha Kevi’yle başlayacak hikâyesini yazamamışken aklını yitiriyor olmasından geliyordu. Bu yüzden ağlıyor ve hatırlayamadığını tekrarlayıp duruyordu. “Acıyor!” der gibi “hatırlayamıyorum!” diyordu. Fakat kimse Sevi’yi dinlemiyordu. Bir kere terörist ilan edildiğinizde bütün dünya size kör ve sağır olurdu. Artık sizin dışınızda kalan tüm o mutlu insanların birlik ve bütünlüğünü tehdit eden kara bir gölgeden başka bir şey değildiniz. Kimse gölgelere kulak vermezdi.
Dokuzuncu gün hücreye nihayet bir doktor teşrif etti. Koyu kahve kaşları ve iki acayip dikdörtgene benzeyen lacivert gözleri birbirine çok yakındı. Sevi onu çocukken izlediği bir filmin başrolündeki kadına benzetmişti. Fakat ne filmin, ne de oyuncunun adını hatırlayabildi. Doktorun hücrede bulunma amacı elbette Sevi’nin altüst olmuş ruh ve beden sağlığını kontrol etmek değildi. Orada devlete hizmet için bulunuyordu. Sevi’ye zihin taraması yapacak ve muhakkak oralarda bir yerde gizlendikleri düşünülen itirafları kafasının içinden çekip çıkaracaktı; bir zihin madencisi gibi. Doktor, tarayıcıyı Sevi’nin kafasına bağlarken bir kez bile lacivert gözlerini Sevi’ninkilerle birleştirmemişti. Fakat biraz sonra, küçük itirafçıklar aradığı yerde kendisini hayretler içinde bırakan kocaman bir sorunla karşılaştığında, gözlerini Sevi’nin günlerdir ağlamaktan normalde olduklarından daha da ufalmış olan kahverengi gözlerine dikecekti. Görecekti doktor; bu gözlerin gerisinde, bu kafanın içinde bir şeylerin değiştiğini, dönüştüğünü, bozulduğunu ve nihayetinde öldüğünü görecekti. Zihnini kazdığı insan bir terörist değildi; yalnızca bunamanın şimdiye dek hiç rastlanmamış bir türüyle boğuşan ve en çok birkaç ay içinde insan olduğunu bile unutacak olan zavallı bir kadındı.
Doktorun raporu yüzlerce kişi tarafından onaylandıktan sonra, yani on ikinci günün sonunda Sevi’ye bir terörist olmadığı, kocasının dışarıda beklediği, artık evine gidebileceği ve BKF’deki işine son verildiği bildirildi. Aksi düşünülemezdi. Çünkü bizim yalnız, aksi ve artık mağdur da olan müşteri, kendifilmini internette yayınlayıp Sevi’ye ve tabii BKF’ye karşı nefret toplamakta gecikmemişti. “Yakında herkes unutur,” dediler Sevi’ye; “böyle talihsiz olaylar her zaman yaşanır, kafanıza takmayın.” Sonuçta kimsenin bir suçu yoktu. Onlar yalnızca ülkelerini korumaya çalışan vatanseverlerdi. Yanlışlıkla Sevi’nin bedeninde ve ruhunda açtıkları ufak tefek yaraların bedelini de başkan bizzat kendisi ödeyecekti; sözü sözdü. Saç istiyorsa saç, tırnak istiyorsa tırnaktı; isterse göz rengini bile değiştirebilirlerdi. Başkanın tek dileği, Sevi’nin on iki gün süren bu ufak yanlış anlaşılmayı unutuvermesiydi. “İstemesem de unutacağım,” dedi Sevi; “müsterih olun.”
On üçüncü günü evinde, yeni doğmuş bir bebek gibi hiç durmadan ağlayarak geçirdi. Saçsız kafası ve on iki günlük işkencenin sonunda ufacık kalmış bedeniyle sahiden de fazla gelişmiş bir bebeği andırıyordu. Kocası yok yere “tamam,” diyordu; “geçti artık, ağlama.” Oysa Sevi zaten geçtiği için ağlıyordu; zaman ha bire geçip gittiği için. “Ağlayacağım,” diyordu kocasına; “o kadar çok ağlayacağım ki sonunda deniz olacağım.” Bu da hikâyesine yazmak istediği cümlelerden biriydi. Şimdi unutmamak için tekrarlayıp duruyordu; parmaklarını sımsıkı kapatıp kum tanelerini avuçlarının içinde tutmaya çalışır gibi. Kevi’nin kara kafası, babasının bıyıklarıyla oynayışı, annesinin sağ gözünün altındaki üçgen ben, kardeşinin dudağındaki yara izi ve kocasının ela gözleri; artık hepsi kum taneleriydi. Sevi irice bir cenin gibi uzandığı yatağında iki elini de yumruk yapmıştı. Tırnaklarının olması gereken yerde duran ve yakında yeni tırnaklar yaratacak olan akıllı yara bantları avuç içlerine batıyordu. Umurunda değildi. Kum tanelerini asla bırakmayacaktı. Sevdiği herkesi yitirmiş biri anılarına nasıl sımsıkı sarılırsa o da ellerindeki kum tanelerine öyle sarıldı. Gel gelelim sabaha karşı uyuyakaldığında avuçları gevşediler. Kayıp giden ilk kum taneleri kocasının ela gözleriydi.
Sabahleyin kocası doktorun geldiğini söylediğinde Sevi, kocasının kim olduğunu hatırlayamadı. Fakat nedense doktoru ve lacivert gözlerini çok iyi hatırlıyordu. Doktor, Sevi’nin hastalığının ne kadar hızlı ilerlediğini merak ediyordu. Cevabı adamın unutulmuş, kederli gözlerinde buldu. Hızlıydı, hem de çok hızlı. Sevi ise kum tanelerini sayıyor, en kıymetli olanlar yerlerinde durdukları için şükrediyordu: Kevi, bıyıklar, üçgen ben, yara izi ve deniz, elbette deniz; oradaydılar. Sevi sanki karşısındaki bir psikanalistmiş gibi kum tanelerini bir bir doktora gösterdi. Doktorsa hiç tereddüt etmeden çok yakında hepsini yitireceğini söyledi. Şimdiye dek bunamanın bu kadar hızlı ilerlediğini hiç görmemişti. Fakat oraya Sevi’nin içini karartmaya da gelmemişti. Ona iyi bir haberi vardı.
Doktor, on beş senedir bunamayla savaşacak mikroskobik robotlar üzerinde çalıştığını, kendi köpeği Vudu üzerinde yaptığı deneyde başarılı olduğunu, yalnızca birkaç sene sonra nanitleriyle bu hastalığın kökünü kazıyacağını anlattı. Kendinden ve sanki çocuklarıymış gibi bahsettiği nanitlerinden oldukça emin görünüyordu. Sevi’yse bu kez yumruklarını öfkeden sıkıyordu. “Benimle dalga mı geçiyorsun?” diye haykırdı; “buraya başarılarını anlatmaya mı geldin? Benim birkaç senem yok! Birkaç günüm bile yok! Ben yok oluyorum!” Fakat doktor soğukkanlılığını ve alaycı gülüşünü kolayca yitiren tiplerden değildi. “Biliyorum. Bu yüzden seni kış uykusuna yatırmamız gerekiyor,” dedi; “anılarını kaybetmemek için birkaç yıl soğuk bir uyku çekmeye razı gelirsen tabii.”
Doktor, Sevi’yi dondurup Kiryon Hastanesi’ne yatırmaktan bahsediyordu. Böylece sözcükleri olmaları gereken yerde tutacaklardı; donmuş kum taneleri hiçbir yere gidemeyeceklerdi. Doktor da minik robotları savaşa hazır hale geldiklerinde Sevi’yi soğuk uykusundan uyandıracak ve sevgili nanitleriyle hastalığın kökünü kazıyacaktı. Üstelik başkan da özür mahiyetinde kış uykusunun tüm masraflarını karşılayacaktı. Sevi hiç düşünmeden doktorun teklifini kabul etti. Fakat başkandan hiçbir şey istemiyordu; o koca ellerini Sevi’den uzak tutması yeterliydi. Bu koyu gri kentten kaçıp deniz kenarında bir kulübe almak ve Kevi’yle başlayan o hikâyeyi yazmak hayaliyle on yıldır biriktirdiği tüm parayı hibernasyona yatırmaya hemen o an karar verdi. Artık hikâyeyi yazmak için kuş sesleriyle çınlayan bir kulübeye ihtiyacı yoktu. İhtiyacı olan tek şey sözcüklerdi. Ve kum taneleri; elbette kum taneleri.
Sevi’yi hiç vakit kaybetmeden, hemen o gece Kiryon Hastanesi’ne yatırdılar. Sabahleyin kıta halkı uyanırken o da kış uykusuna yatacaktı. Uykuya hazırlanmak içinse iki saatte bir gliserol iğnesi vurulması gerekiyordu. Fakat hepsinden önce Kiryon doktorları, Sevi’nin hibernasyona uygun olup olmadığına bakmak için kan tahlili yapmalıydılar. İki doktor, Sevi’den birkaç damla kan alıp gittiler. Yirmi dakika sonra iki düzine olarak geri döndüler. Yüzleri önlüklerinden bir ton daha beyazdı ve hepsi de Sevi’ye bir hayalete bakar gibi bakıyorlardı. Lacivert gözlü doktor neler olduğunu sorduğunda en yaşlısı gözyaşları içinde gülümseyerek, “Beta HCG,” dedi; “pozitif.” Bu, Sevi’nin hamile olduğu anlamına geliyordu. Ve hastalığı başladığından beri Sevi için eskisinden daha hızlı akmakta olan zaman tam o an durdu.
Önce müthiş bir sessizlik oldu. Öyle bir sessizlik ki soğuk bekleme odasını dolduran on dört kalbin atışı da duyuluyordu. Herkes ellerini birleştirip çenesinin altına koymuş, sanki varoluşun maksadını açıklayan sözcükler orada yazılıymış gibi gözlerini Sevi’nin gözlerine dikmişti. Sevi’nin elleriyse kendisinden bağımsız birer uzantı gibi kendiliğinden karnına gitmiş, orada henüz yeşermekte olan hayatın üzerinde birleşmişti. Bunu neden yaptığını bilmiyordu; ne düşüneceğini, ne söyleyeceğini bilemediği gibi. Zaman hala akmıyordu.
En yaşlı doktor, “hemen Merkez Hastanesi’ne yatıralım,” diyerek sessizliğin hükümranlığına son verdi. Öyle ya, hamile bir kadın hibernatöre giremezdi. Derhal ona katılan diğer sesler de mucizeden, tanrının lütfundan, umuttan, insanlıktan, gelecekten ve kahramanlıktan bahsetmeye başladılar. Sarı Salgın’dan bu yana koca kıtada yalnız üç kadın doğum yapmıştı. Hepsi de bizzat başkanın ellerinden yaşam boyu onur ödülü almış üç kahraman kadın. Dördüncü kahraman şimdi karşılarında duruyordu.
Çok sesli koro kahramanlık şarkısını sürdürürken Sevi ellerini karnından çekip dua edermiş gibi açtı. Hayatında ilk kez görüyormuş gibi avuç içlerine bakarken “kimse kum tanelerini umursamıyor,” diye düşündü. Ve o an zaman yeniden eski seyrine döndü. Başını kaldırıp doktorlara baktığındaysa o heyecanlı gözlerde kendi aksini gördü. Daha birkaç dakika evvel anılarını kurtarmak için savaşmaya hazırlanan askerler, şimdi ganimeti alıp kaçmaktan başka şey düşünmüyorlardı. Kıymetli topraklar, barbar bir hastalığın ellerinde öylece yok olmaya teslim ediliyordu. Sevi sessizce “yalnız kalmak istiyorum,” dedi. Kendinden başka kimseyi duymak istemiyordu. Doktorlar, taze kahramanlarının yalnız kalma isteğine saygı gösterip dışarı çıktılar. Fakat giderken Sevi’ye sanki en değerli eşyalarını bir yabancıya emanet ediyormuş gibi tuhaf bir korkuyla baktılar. Sevi bu bakışların anlamını biliyordu; içindeki varlık ondan başka herkese aitti artık. Bir bezelye tanesinden daha ufakken koca bir gezegen kadar ağırdı. Bekleme odasında yalnız kaldığında elleri yeniden karnına gitti. “Hayır,” diye düşündü; “yalnız değilim. Ama neden şimdi? Neden ben? Ben, ben olmaktan çıkacakken…”
Otuz dört yıllık hayatı boyunca Sevi, yaşadığı onca kayıp ve acıya rağmen bir kez bile “neden ben?” diye sormamıştı. Kevi’yi sırf başka bir ırktan olduğu için kıtadan kovup kendi ülkesindeki savaşın ortasına yolladıklarında sormamıştı bu soruyu. Kardeşinin bedeni Kevi’nin kanlı memleketindeki kıymetli madenler uğruna savaşırken yirmi parçaya ayrıldığında da sormamıştı. Babası ve annesi Sarı Salgın’da hastalanıp öldüklerinde de. Fakat şimdi soruyordu. “Ben içinde dört ölüyle yaşayan zavallı bir kadınım,” diyordu; “bu dünyadan tek beklentim onu terk edinceye dek ölülerimin yüzlerini hatırlayabilmek, onları ölümsüz kılabilmekti. Şimdi hepsi kayboluyorken, ölülerim bir kez daha ölüyorken, o eşsiz, o mucizevi hayat ateşi neden bu bedene düşüyor? Neden böyle acımasızca cezalandırılıyorum? Neden bunca yük benim omuzlarıma yükleniyor?”
Kendinden başka kimseyi duymak istemeyen Sevi’ye kendi içinden bir ses cevap verdi. “Belki de ceza değil, ödüldür,” diyordu ses; “sen zaten yarı ölüydün Sevi. Sende ölümden ve geçmiş düşlerinden başka bir şey yoktu; tıpkı üzerinde yaşadığın topraklar gibi. Ama şimdi doğa sana bir ödül veriyor. Beş ölümden bir hayat doğuracaksın. Sende ölen her şey onda yeniden canlanacak. Yoksul dünya senin verdiğin hayatla bir parça umut bulacak. Dünyanın yüzünü güldüreceksin. Hep hatırlanacaksın, sevileceksin, kahraman olacaksın! Bir insan var edeceksin Sevi; bundan daha iyi bir hikâye yazılabilir mi?”
Sevi bir anlığına bu sesin içindeki yeni hayata ait olduğunu düşündü. Belki de bebekler her şeyden önce seslerini kazanıyordu. Dünyaya gelmek isteyen o küçük varlık da şimdi annesinden çaldığı sesle onu ikna etmeye çabalıyordu. “Beni var et,” diye yakarıyordu henüz doğmamış olan; “yaşamının anlamı benim! En güzel hikâyen ben olacağım!”
Ya öteki ses nereden geliyordu? O bebeği asla göremeyeceğini söyleyen, ölülerinden ayrılmak istemeyen, ha bire kum tanelerini sayıp duran, bilincinden geriye bir şey kalmadığında dünyanın da gerçekliğini yitireceğini anlatan ses de Sevi’ye ait değil miydi?
“Dünyanın geleceğini içinde taşıyorken bilincinin ne önemi var?” diye bağırıyordu doğmamış olan; “dünyaya karşı senin ne önemin var?”
Öteki sakince yanıtlıyordu: “İnsan düşünmeyi bıraktığında dünya diye bir şey de var olamaz. Dünya dediğin şey, dahası bütün kozmos, bildiğin tüm gerçeklik, hepsi senin kafanın içinde; kozmos, sensin.”
Var olmak için yanıp tutuşanın sesi birden ağlamaklı oluyordu: “Sevi sen bunca yıl ne için yaşadın? İşini sevmedin. Kocanı sevmedin. Yalnızca ölülerini sevdin. Ağlamadın, gülmedin, isyan da etmedin; hiçbir şey yapmadın. Hep bir şey beklermiş gibi yaşayıp durdun. Koca bir ömrü boşa harcadın. Şimdi sefil varoluşuna anlam katmak için bir fırsatın var. Doğaya karşı gelemezsin. Bu çocuğu doğurmak zorundasın.”
Öteki ses hep sakindi; hep ötekiydi: “Var oluşun, var oluştan başka amacı yoktur Sevi. Kimse sana hayatının anlamının ne olduğunu söyleyemez. Seni kahraman ilan etmek isteyenler, akbabalar gibi ölümünü bekliyorlar. Çünkü bütün kahramanlar ölü olmak zorundadır. Sense sadece yaşamak istiyorsun. Doğa da sana her şeyden önce bunu söyler; hayatta kalmak zorundasın.”
Sevi’nin sesleri bir süre daha tartışmaya devam ettiler. Sevi’yse sadece dinledi. Hangisine sarılıp “evet” demesi gerektiğini bilmiyordu. Aynanın karşısında kendi kendisiyle savaşırken kapının önünde mutluluktan ağlayan adamı fark etmemişti. Çoktan unuttuğu kocası, “baba olacağım Sevi,” diyordu; “onu doğuracaksın değil mi?” Sevi, adama görmeyen gözlerle bakarken “sen kimsin?” diye sordu. Bu kararın ona ait olmadığını söylemek için değil, kim olduğunu gerçekten bilmediği için. Fakat adam artık unutulmuş olmanın acısını duymuyordu. O da diğerleri gibi gözlerini ganimete dikmişti. “Ben senin kocanım,” dedi ellerini Sevi’nin karnına götürürken; “bebeğinin babasıyım. Sen bir mucizesin Sevi. Sen bir kahramansın.”
Sevi bir adım geri giderek yabancı elleri bedeninden uzaklaştırdı. Bu sırada doktorların da birkaç düzine başka insanla birlikte yeniden odaya girdiklerini fark etti. Haber çok çabuk yayılmıştı ve herkes bu mucizeye bir defa olsun yakından bakmak istiyordu. Bedenine değen her bir bakışta bilincinin değersizliğini bir defa daha gördü Sevi. Ve ağlamaya başladı. “Ben kahraman olmak istemiyorum,” dedi geri geri adımlar atmaya devam ederken; “ben sadece var olmak istiyorum; ben olmak istiyorum.” Fakat artık çok geçti. Odadaki kalabalık, Kızıl Deniz gibi ikiye ayrıldığında Sevi karşısında duran yaşlı başkanla göz göze geldi. Başkan koca ellerinde altın bir madalya tutuyor ve birkaç gün önce devlet düşmanı ilan ettiği Sevi’yi, şimdi bir kahraman olarak yaşam boyu onur madalyasıyla taltif ediyordu.
On beşinci günün sabahında, gökyüzü yağmur bulutlarıyla örtülürken Sevi’yi Merkez Hastanesi’nin seksen dördüncü katındaki özel bakım ünitesine yerleştirdiler. Bakımından üç doktor, iki yüzbaşı ve bir güvenlikçi B-Bot sorumluydu. Kendisine defalarca özgür olduğu söylenmesine rağmen orada hapsedildiğini hissetmişti Sevi. “Eğer özgürsem evime gitmek istiyorum,” dedi. Fakat buna izin vermediler. Özgürlüğünün bir sınırı vardı; o sınır, Merkez Hastanesi’nin cam duvarlarıydı. Böylece Sevi, artık tüm dünyanın gözünde koca bir rahimden ibaret olduğunu ve istediklerini alıp ondan geriye kalan posayı çöpe yollayıncaya dek oradan çıkmasına asla izin vermeyeceklerini anladı. Anlamasıyla birlikte nefesi daraldı. Camdan duvarların arasında kendini bir laboratuvar faresi gibi hissetmeye başladığında “bir kez daha olmaz,” diye düşündü; “beni bir kez daha hapsetmenize izin vermeyeceğim.”
Doktorlarından biraz dolaşmak için izin istediğinde, B-Bot’un gözetiminde bütün binayı gezebileceğini söylediler. B-Bot’la birlikte asansöre binen Sevi, zemin katta asansörden yalnız indi. Ne de olsa bir yazılımcıydı ve henüz zanaatını tümden unutmamıştı. Fakat sadece birkaç dakika sonra, var gücüyle koşturup dev binanın ön girişine vardığında birden duruverdi. Kapıyla arasında yalnızca üç adım vardı ve etrafta onu durduracak hiç kimse yoktu. Sevi’yi bir robot, bir doktor ya da bir asker durdurmamıştı. Neden orada olduğunu ve neden kaçtığını tamamen unuttuğundan durmuştu.
Nereye gideceğini bilemeyen Sevi, tuzağa düşmüş bir hayvan gibi kendi etrafında dönmeye başladı. Gördüğü her şey ve herkes ona yabancıydı. Biraz sonra doktorlar ve güvenlik görevlileri çevresini sardılar. Sevi’ye korkmamasını söylüyorlardı. Buysa o an için nefes almamasını söylemekle aynı şeydi; ölümüne korkuyordu. Başı dönüyor, kusmak istiyordu. Derken dehşetle büyümüş gözleri, onlarca göz arasında bir çift lacivert gözle buluştu. Lacivert gözlü doktor, elini Sevi’ye doğru uzatmış gülümsüyor ve “Kevi’yi hatırla,” diyordu; “her şey onunla başladı.” Ve Sevi neden kaçtığını hatırladı.
Lacivert gözlü doktorun adı Eva’ydı. DeMari örgütünün lideri ve devlet içindeki ajanıydı. Fakat oradaki hiç kimse bunu bilmiyordu. Eva, yanında yaşlı bir avukatla gelmiş ve orada Sevi’yi tutsak edenlere yasal olarak buna hakları olmadığını açıklamıştı. Sevi kendi kararını kendi vermekte özgürdü. Bu yüzden Eva ve Sevi, Merkez Hastanesi’nden çıkarlarken kimse onları durdurmak için bir şey yapamadı. Elbette yaşlı başkan, Sevi’yi yeniden terörist ilan edecek ve apar topar kürtajla ilgili yeni bir yasa çıkarmak için elinden geleni yapacaktı. Fakat bu da ikisine zaman kazandıracaktı. Önemli olan Sevi’nin kararını vermesiydi.
Eva’nın arabasına bindiklerinde araç, sahibinden adresi bildirmesini istedi. Eva, Sevi’ye dönüp nereye gitmek istediğini sordu. Sevi bilmiyordu; hiçbir şey bilmiyordu. Eva, Sevi’nin titreyen ellerini tuttu. “Bana kum tanelerinden bahsetmiştin, hatırlıyor musun?” diye sordu. Sevi ağlayarak başını salladı. Eva, “sadece onları düşün,” dedi gülümseyerek; “başka kimseyi düşünme. O ikiyüzlü herifi ve etrafındakileri hiç düşünme. Bütün bunlar onun suçu. Salgını o başlattı. Düşmanına attığı bomba dönüp kendi toprağında patladı. Bunu herkes biliyor ama kimse söyleyemiyor. Şimdi senden bir kahraman yaratacak öyle mi? Bu kadar kolay değil! Koca bir kıtayı çoraklaştırdıktan sonra senin gibi kendiliğinden, mucize eseri açan bir çiçeği sahiplenip kutsallaştıramaz! Kimse sana ne yapacağını söyleyemez Sevi. Bu dünya için hiçbir şey yapmak zorunda değilsin. Onu bu hale sen getirmedin. Sen yalnızca kendi hayatından sorumlusun. Şimdi söyle bana, ne yapmak istiyorsun?”
Sevi derin bir nefes alıp aracın lomboza benzeyen ufak penceresinden dışarıya baktı. Yağmur yağmaya başlamıştı. Tam karşısında bir çocuk parkı vardı. Anıt mezar gibi duruyordu kentin ortasında; öyle sessiz, öyle yalnız. Rüzgâr paslı salıncakları hafifçe sallıyordu. Sevi arabadan çıkıp birkaç adım attı. Damlalar yüzüne düşsün ve gözyaşları yağmura karışsın diye başını gökyüzüne kaldırdı. O an yukarıda süzülen bir karaltı fark etti. Başta irice bir kuş olduğunu zannetti; belki de yaşlı bir karga. Fakat değildi. Tıpkı Sevi gibi nereye gideceğini bilmeden sürüklenen o şey yalnızca kara bir poşetti. İçinde bir cevaptan başka hiçbir şey olmayan boş, kara bir poşet.
Sevi dönüp arabanın içindeki Eva’ya baktı. “Yarını hatırlamak istiyorum,” dedi; “yapmak istediğim şey bu.”
Dokuz yüz on üçüncü günün sabahında Sevi, deniz kenarında bir kulübede güneşli bir güne uyandı. Çok uzaklarda birileri Sevi adında bir teröristi arıyor olmalıydılar. Neyse ki sesleri ona kadar ulaşmıyordu. Dışarıda rüzgâr çanları kuş seslerine karışıyordu. İçerideyse nihayet bütün sesler huzurluydu. Artık o hikâyeyi yazmaya başlamak için hiçbir engeli yoktu Sevi’nin. Ekranın karşısına oturup kulaklığını taktı. Derin bir nefes alıp bir süre tedirgin gözlerle boş sayfayı seyrettikten sonra birden gülümsedi. “Büyük harflerle yaz,” dedi bilgisayarına; “yarını hatırla.” Sözcükler ekranda belirdiler. Hikâyenin başlığı bu olacaktı: YARINI HATIRLA.