yeni saman

Yeni Şaman | Sinan ‘C’ Güldal (Kısa Öykü)

Çok sonraydı, çok sonra. Koca koca, kalabalık mahallelerin çıplak çayırlara dönüştüğü büyük savaştan sonra. Anne memesine saldırır gibi güneşi emen makineleri yapmamızdan sonra. Kepler’in fethinden sonra ve hatta Kepler’e göçten de sonra.

Bir avuç kalmıştık dünyada. Herkesin adı sanı, yeri yurdu belli olmasa da bir avuç insan işte. Bu dünyadan öte dünyaya, ya da Kepler’e göçenlerin ardında kalanlar diyorum, bir avuçtuk. Fakat insan alıştığı düzeni kuruyor tekrar, bu sefer de öyle olmuştu. Geride kalanlar şehirlerin merkezlerinde birikmiş, yine yığınlar hâlinde yaşıyordu. Herkes mi böyleydi? Hayır. Bir de göçerler vardı. Anlatacağım onların hikâyesidir.

Kepler Kepler dedikleri bir yeni cennetti el değmemiş. Yeni Dünya dediler adına hemen, geride bıraktıkları eskisinin başına gelenleri bu yeni cennetin geleceğinde görüp hayıflansa da bazıları Kepler’e göçmekten geri durmadı. Nasıl anlatmalı, çünkü ben de görmedim kendi gözlerimle, şöyle demeli en iyisi, sadece temiz nehirlerle bölünen uçsuz bucaksız ormanlar düşünün yeşil, o ormanlar ki bir anda çayırlara açılıyor, dik uçurumlardan nehirler dökülüyor, şelalerin yere çarptıkları yerde oluşan ebemkuşaklarının altında Keplerli hayvanlar su içiyormuş. Bu hayvanların bir kısmını gördüm. Kendi gözlerimle. Herkes gördü. İnsanevladı zalimdir, Kepler’e çıkınca ilk yaptıkları iş bu garibanları alıp dünyaya getirmek oldu. Kafeslere koyup her ülkede, her şehirde hayvanat bahçeleri açtılar. İlk günler akın akın görmeye gitti insanlar sonradan başlayacak büyük göçün provasını yaparcasına. Kaçınılmaz olarak bu akın hayvanların geldiği yere kalkan yıldızlararası uzaygemilerine doğru yöneldi. Gidebilen gitti. Gittiler. Gidiş o gidiş. Tenhalaştı dünya. Keplerli hayvanlar ne mi oldu? Kimi telef oldu, kimi kafesinden kaçtı yaban oldu. İşte hikâyesini anlatacağımız göçerler evcilleştirdi bu garibanların bazılarını, sürüye kattı.

Pek hoş bir sütü olur adına gelgel dedikleri Keplerlilerin, vangalar ise iyi huylu hayvanlardır, onların da sütü bol, tüyleri pektir. Niskolar iki ayak üzerinde durur, binektirler. İşte koyunların, keçilerin ve atların yanısıra bir de bunlar vardı göçerlerin sürüsünde.

Şimdi göçerler kalabalık bir sürüyle göçüyorlar Oludağ’dan Mecidiyeköy Düzlüğü’ne doğru, koyunlar, inekler, gelgeller, vangalar, niskolar ve atlarıyla.

Tarih 18 Kopuş 354. Siz şubat biliniz. Onlar nasıl Mecidiyeköy’e Deniciyegöy diyorsa siz de öyle şubat biliniz.

Birinci Boğaz Köprüsü üzerindeydiler. Uzun bir konvoydu dediğimiz hayvanlardan ve bir de göçerlerden oluşan. Normalde kopuş ayında göç olmaz, geç kalmışlardı, süt, post ve onlardan başka kimsenin elinden gelmeyen tuhaf işler için onların yolunu gözleyen İstanbullular da şaşmışlardı bu işe.

Normalde bir ay sonra, yani tenha ayında, tekrardan Oludağ’a dönüş yolculuğuna başlarlardı. Geç kalmışlardı, çok geç. Çok zaiyat da vermişlerdi. Fakat elden ne gelir. Göçer göçer.

Kopuşun rüzgârı sert olur, güç bela yürüyorlardı köprü üzerinde, beşik gibi sallanıyordu köprü. En önde Gözcüler vardı atların ve niskoların üstünde, en arkada yine atları üstünde Artçılar. Ortalarında da hayvanlar ve obada artık kim varsa. Bu isimsiz kim’lerden birkaçını iyi bilirdim. Bunlardan biri Nine’ydi ve Nine obanın şamanıydı. Yanında ufak bir çocuk, Nine kara, yoğun bulutları göstererek sakin sakin bir şey anlatıyordu çocuğa. Zaten heyecanla anlatması da çok mümkün değildi. Çok yaşlıydı Nine, heyecana kapılsa bile ölür giderdi belki.  “Köprüde olduğumuz için iki yandan rüzgâr alıyoruz,” dedi Nine, “buna kurander denir.”

“Kuranderde kalırsan dikkatli ol, çünkü kurander zamanı çatışmanın ortaya çıktığı andır. Ama çatışmadan korkma. Çatışmayı kucakla, öğren ondan. Kuranderin ortasında kalan bir kelebek nasıl ki rüzgârın her esintisine bir isim verir, sen de isim ver. Çünkü isim verdikçe tanırız her şeyi.”

“Her şeyin ismi var mıdır Nine?”

“Bir şeyi bilirsen ismi de vardır elbet. Bir şeyi bilmezsen ismi hiç’tir.”

“Rüzgârın bitişinin, güneşin açışının da ismi var mıdır?”

“Ona bahar derler. Bilir misin bahar nasıl gelir?”

Başını iki yana salladı çocuk, küt saçları uçuştu rüzgârda.

“Cemreler düşer havaya suya toprağa. Cemreyi bildin mi?”

“I-ıh!”

“Üç cemre vardır. Birinci cemre kopuş ayının 20’sinde havaya, ikinci cemre yarın, yani kopuş ayının 27’sinde suya, üçüncü cemre tenha ayının 5’inde toprağa, işte o zaman otlar yeşerir, yemişler kızarır, koyunlar kuzular, çıplak toprak hayat verir.”

Her şeye can veren bu gizemli “cemre’nin” ne olduğu kor bir merak, düşmüştü çocuğun içine. Mesela havaya düşüyorsa cemrenin geldiği yer gökten de yukarıda mıydı? Hem göğün neresine düşüyordu ki?

“Cemre görülür şey midir Nine?”

“Her şey görülür, her şey duyulur, her şey konuşur.”

Sonra rüzgâr dellendi ve Nine davuluna vurmaya başladı çocukla konuşmaya devam ederken.

Küçük, on yaşlarında bir çocuktu. İri gözleri her şeyi görmek ister gibi açıktı kocaman. Fakat bir şey vardı ki bu gözlerde, pus mu desem? Hayatın karanlığı çökmüş mü desem? Yine de her çocuk gibi hayat doluydu. Merak ediyordu her şeyi.

Köprünün ortalarını geçmişlerdi, “Şimdi koş Arvi’ye de ki hayvanlara dikkat etsinler.”

Çocuk Nine’den ayrılıp Gözcü Arvi’ye ulaşmak üzere öne doğru yola koyulmuştu ki rüzgâr birkaç gelgeli önüne katıp sürüklemeye başladı. Gözcülerin bir kısmı dört nala koşturdu o yöne, giderken de çocuğun yanından geçtiler, çocuk hayran hayran bakakaldı artlarından. Hasar büyük değildi.

***

Çocuğun babası, Yepi, iri bir adamdı, bir kolu bir adam kafası kadardı, ne var ki ince biriydi, mantar toplarken kopardığı mantarın canına bile yanardı. Toplayıcıydı Yepi, çocuğun da toplayıcı olmasını istiyor, ona zanaatinin inceliklerini öğretiyordu hababam. Doğrusu çocuğun da en yakın olduğu şey toplayıcılıktı. Fakat adam çocuğun yolunun farklı olduğunu hep sezmişti. Yine de gösteriyordu ona, hangi kablodan hangi metal çıkar, hangi mantar, hangi yemiş nerede yetişir, etraftaki hurdalardan neyi sökseler obanın işine yarar, hepsini bir bir anlatıyor, gösteriyordu çocuğa. Şimdi, Mazıslak gökdelenlerine yaptıkları bu seferde olduğu gibi.

Bir gökdelenin üst katlarındaydılar, aşağıda ta Boğaz’a kadar uzanan terkedilmiş İstanbul vardı, her yeri ot ve ağaç bağlamış, bir zamanlar ıslah edilen dereler taşları delmiş ve yollardan Boğaz’a akar olmuştu. Güzel görünüyordu doğrusu.

İçinde bulundukları odanın beyaz kare panellerde oluşan duvarları vardı. Bir ofisti burası ve masaların, çalışma koltuklarının, dosya dolaplarının üzerini bağlamış bir karış toz silinse sanki birileri odaya doluşup kaldıkları yerden çalışacak gibiydi.

Yepi yanında getirdiği uzun, ince bir aleti duvardaki panellerde birinin vida yuvasına soktu ve bastırdı, göz açıp kapayıncaya çıkmıştı vida. Paneli kaldırdı, arkasındaki kablolar deşilmiş hayvan bağırsağı gibi saçıldı duvarın dibine. Yepi önce kablolara şöyle bir baktı, elleyip inceledi, sonra elini kabloların arasına soktu. Kolu dirseğine kadar duvarın içinde, bir sağı yokladı, bir solu yokladı. Sonra elini çıkarıp parmaklarını kokladı. Islanmıştı parmağı. Elini çocuğun burnuna götürüp ona da koklattı. Fakat ders burada bitmemişti, “İçeri sok bakayım kolunu.” Çocuk kolunu içeri soktu. “Akıntıyı hissettin mi?” Başıyla onayladı çocuk. “Sola doğru gidiyor, değil mi?” Bir kez daha onayladı çocuk. Yepi kaplan gibi atılıp sola doğru uzanan panelleri söktü bir çırpıda. Kısa bir süre içinde de aradığını buldu: Karanlık Mantarı. Duvarın dibindeki kocaman bir delikten sızan güneş ışığı hüzmeler hâlinde karanlık mantarlarının üzerine düşüyordu. Tam beş mantar. Kısa günün kârı. Yepi mantarları bıçağıyla kesip ufak bir heybeye koydu, heybeyi çocuğun boynuna astı. “Bunları Nine’ye götür.”

“Baba, cemre nedir?”

“O da nereden çıktı şimdi?”

“Nine anlattı. Toprağa düşüyormuş, havaya düşüyormuş. Yarın da suya düşecekmiş”

“Kopuşun yirmisi mi yarın, doğru, yarın cemre suya düşer. Çok geç kaldık bu yıl, daha yeni geldik buralara.”

“Nasıl bir şey cemre baba? Rengi ne renk?”

“Cemre görülen bir şey değil. Baharı getiren bir kuvvettir, görülmez, duyulmaz.”

“Nine her şey görülür, her şey duyulur dedi.”

Yepi kendinden uzağa bir adım daha atmış olan çocuğuna baktı, hem içi acıyor, hem de gurulanıyordu gizliden gizliye. Yine de çok küçüktü çocuk.

“Nine görür herhâlde, belki sen de görürsün. Ben göremem.”

“Sen götürsen o zaman beni, bir baksam yarın gece suya nasıl düşüyor bu cemre?”

Hani sel her şeyi önüne katar da ağır bir su hâlinde saldırır ya ya dört bir yana, öyle ağır bir şey saldırdı adamın duvarlarına, gözlerinden bir dolu düşünce bir anda geçti. Sonra teslim oldu, ceviz ağacı gibi geniş ve güven veren omuzları iki yanına sarktı. “Nine’ye mantarları götür ve de ki, ‘Babam beni cemre izlemeye götürmeni istiyor.'”

Bir çocuk gibi sevindi çocuk. Oysa zaten sadece çocuktu.

***

Büyük savaş yoğun yaşanmıştı, büyük savaş kıas sürmüştü. Önce nükleer bombalar patlamıştı orada burada, zaman kazanırcasına, savaşın ortalarına gelindiğinde savaşın her tarafı arsenallerindeki akla hayale sığmaz silahları çıkarmıştı ortaya. Bunların en dehşetlisi hedefi olan alanı atomlarına ayıran bir kötülüktü. Koca mahallelerden geriye çıplak toprak kalmıştı da durmuştu savaş. Son savaş demişlerdi adına. İşte bu göçerlerin her sene yaptkları gibi ulaşmaya çalıştıkları Deniciyegöy Boşluğu da bu silahtan kalma bir mera.

Şehirler, yani yolun iki yanında dikilen apartmanlar, kamu binaları, oteller çürük dişler gibi yalnız ve pare pare yüzlerce yıldır. Barbaros Bulvarı’nda da bu durum böyleydi ve yokuşunun tepesinde gökyüzü gibi deniz yükselen bu kadim bulvarda şimdi Nine ve çocuk yürüyordu. Binaların etrafını ve içini dev bitkiler, ağaçlar kaplamıştı. Bunların kimi Kepler’e has endemik bitkilerdi, dünyaya nasıl geldiklerini kimbilir.

Bu ağaçların arasında iki çift göz daldan dala atlayarak izliyordu çocuk ve Nine’yi. Bir Anadolu leoparı çiftiydi bu. Doğanın dünyayı tekrar ele geçirmesini kutluyorlardı bu dünyadan olmayan ağaçların üzerinde. Nine dalların arasında ateş gibi yanan gözleri gösterdi çocuğa ve savaşın hikâyesini anlatmaya koyuldu.

Uzaklardan gece kuşlarının sesleri geliyordu biteviye, hiç yaklaşmıyordu bu sesler, hep aynı mesafede kalıyordu, Nine ve çocuk yürüdükçe yakındaki kuşlar susuyorlardı muhtemelen, uzaklaşınca da tekrar başlıyorlardı gizli bir hikâyeyi anlatmaya. Kuş sessizliğinden bir kubbe vardı üstlerinde kuş sesleriyle çevrili. Denizin ortasında, Kız Kulesi’nde yanan ışıklar vardı, birileri orada yaşıyor olsa gerekti.

Derken, ağaçların arasından üç-dört iri köpek fırladı, yollarını kesti Nine ve çocuğun. Gırlıyorlardı. Leoparlar ağaçtan aşağı atlayıp dikildi köpeklerin karşısına. Nine korkmuş gibi değildi ve tuhaftır, çocuk da. İsabet olmuştu bu çünkü Nine de tam savaşı soyut bir yere, doğaya içrekliğine bağlamaya hazırlanıyordu.

Yalnız değildik hiçbirimiz kafamızın içinde. Birçok başka insan, başka güç vardı. Bu güçler daima bir çatışma hâlindeydi. Anahtar ne düşünürsen düşün onun gerçek olduğunu bilmekteydi. Bilmek ve üzerinde durduğun zemini bu kabulle yaratmak gerekliydi. Gerçek bir yapıntıydı bize varlığın sırrını sunmaya yarayan. Varlık ise varolan her şeydi. Yok yoktu. Bir şey düşünülüyorsa var demekti. Önünü üç köpek kesiyorsa leoparları koymalıydın önlerine, savaşsınlar diye değil, dönüşsünler diye. Dönüşsünler ve bu dönüşümün kuranderinde varlık görünsn diye. Yaptığın bir şey değildi bu, içinde olduğun bir şeydi. Parçası olduğun, sen olan bir şey. Bir titreşim varolmanın nabzından doğan. En nihayetinde sen var mıydın ki?

Köpeklerin yanından hiç duraklamadan geçerken bunları anlatıyordu Nine çocuğa. Çocuk geri dönüp dönüp birbirlerine hırlayan köpeklere ve leoparlara bakıyordu. Dilinin ucuna bir şey gelmiş de ne olduğunu bilemiyor gibiydi. Hafif hafif terliyordu. Bir kâbusu vardı havale geçirdiği o geceden kalan. O düşmüştü aklına galiba, bir çember, elden ele geçen ve sonuçta onun elinde kalan sıcak bri top, baş edemeyeceği kadar büyük.

***

Beşiktaş sahiline indiler. Eski iskele neredeyse olduğu gibi duruyordu. Sağ tarafta, tarihi yarımadada ışıklar vardı. İstanbullular burada yaşardı. Şehrin geri kalanı, göründüğü kadarıyla, karanlığa gömülmüştü.

Birdenbire, o loş şehir ışıklarının arasından kuvvetli bir ışık gökyüzünü gündüze bulayarak gökyüzüne yükseldi arkasında ateşten bir çizgi bırakarak. Yükseldi, yükseldi ve arkasındaki ateş aniden kayboldu. Gemi göğün en tepesinde asılı kalmış gibiydi ki bir an önce oradayken kayboluverdi. Kepler’e giden son gemilerden biriydi bu. Hâlbuki böyle büyük bir göçü bu kadar geç yakalamaktansa hiç gitmemek daha iyiydi. Kaç kişi kalacaktık sonunda?

Çocuk bir zamanlar geminin durduğu boşluğu gösterdi parmağıyla, “Nereye gidiyorlar Nine?”

“Niskoları hapsetmeye gidiyorlar çocuk.”

Nine elini heybesine attı ve iki ufak parça karanlık mantarı çıkardı. Birini çocuğa verdi, birini ağzına attı. Çok zayıf, bir kadındı, yüzü buruş buruştu. İki kaşının arasında bri güneş dövmesi vardı yeşil. Mantarı çiğnedi, çocuk da çiğnedi, küflenmiş sakız gibiydi karanlık mantarının tadı, yuttular. Rıhtımın ucuna oturup bacaklarını denize uzattılar. Deniz kara bir nevresim gibiydi dalgalı.

Gökyüzü kara bulutlarla kaplıydı. Görene bu bile yeterdi ya, onlar cemreyi görmeye gelmişti. Çok geçmemişti ki bu kara bulutların arasında mavi gibi, yeşil gibi fosforlu bir ışık peyda oldu. Bulutları dehşet aydınlatarak alçaldı, alçaldı, denize düştü, denizi de boyadı yakamoz gibi.

Çocuğun ağzı açık kalmıştı, hayran hayran bakıyordu suya düşen cemreye. Nine gökyüzünü işaret etti, çocuk baktı. Şehir ışıkları olmayınca Samanyolu’nun Orion-Cygnus kolu açıkça görülebiliyordu. Ninenin eli hâlâ yıldızlardaydı. “Bak!”

Çocuk baktı. Nine davuluna tekdüze vurmaya, yıldızlar gökten düşmeye başladı. Meteor yağmuru gibiydi bir yanıyla, bir yanıyla ise görülememiş bir alan değiştirme.

Nine’nin çaldığı davul hiç kesilmeksizin geliyordu çocuğun kulağına, bri yandan da konuşuyordu Nine.

“Güneşten gelir ışık, diğer yıldızlardan. Işık yıldızlardan gelir a yıldızlardan önce de vardı. Önce, çok önce zamandan önce ve mekândan, ışık doğdu bir öncesiz patlamadan…”

Çocuk yıldızlarla birlikteydi şimdi ve iki yıldız arasındaki boşluğu aşmak ne güç bir şeydi. Bir sonsuz uğraşa düşmüştü çocuk, güneşimizden başka bri yıldıza gitmek için.

“…yıldızlarası boşluğu boşluk diyip geçme. Kara maddedir hepsi. Kara madde yıldızların külüdür. Yıldızlar yandıkça çoğalır kara madde, genişler evren…”

Davul vuruluyordu, dum, dum. Çocuğun gözleri kocaman açılmış, beyazı kanlanmıştı. Korkuyordu, heyecanlıydı, haz duyuyordu, bunca karışık duygu içinde tir tir titriyordu çocuk.

“…yıldız, boşluk, yıldız, boşluk, kümelenen yıldızlar, galaksiler, boşluk, galaksiler, boşluk, galaksiler. Bu kadar tekdüze değildir evren. Mekânda ilerledikçe zamanda da ilerlersin ve zamanın ve mekânın başına yaklaştıkça ya da sonuna, farklı formlar, farklı hâlleri görünür olur varlığın…”

Çocuk galaksinin merkezine doğru ilerliyordu ki onu gördü. Her şeyi yutan o koca karanlık ağzı. Galaksinin merkezindeki karadeliği. Kalbi mintanını delip de fırlayacak gibiydi. Kendini kaybetmemek için olanca gücüyle sarıldı hatıralarına ve konuşmaya başladı, “Benim adım Atta, babam Yepi’dir. Oludağ’dan geliyoruz, Deniciyegöy boşluğuna gidiyoruz. Hiç kardeşim yok, annem beni doğururken öldü.” Sürekli tekrarlıyordu bu sözleri bir kara kutu gibi.

“…galaksilerin merkezinde karadelikler bulunur, karadelik kendi üzerine çökmüş eski bir yıldızdır. Kendi ağırlığını taşıyamamak, kendini görüyor musun? Olay ufkuna yaklaş çünkü bir karadeliğin çekimine girmiş hiçbir şey için olay ufkunun sonrasından başka bir şey yoktur…”

Karadelik herşeyi yutuyordu, “…babam Yepi’dir. Oludağ’dan geliyoruz, Deniciyegöy boşluğuna gidiyoruz…” Kollarına baktı, müthiş uzamışlardı, karadeliğe doğru çekiliyordu sonsuzluğun içinde. Şimdi bir hattı bulunduğu yerden karadeliğe doğru akan. Pencere içinde pencere açıldı, pencere içinde pencere açıldı ve onların içinde de pencere içindepencereler. Çocuk pencere içindeki pencerelerden süzülerek ilerledi. “…Benim adım Atta, babam…” Gerisini hatırlayamıyordu.

Hatırlamak için kendini zorladı, davulun sesi de kesilmiş miydi ne. Hatırlayamadı. “Unuttum.”

O anda dabir öfke kapladı içini. Belki unutmuştu ama bir şey taşıyordu o da en az onu sarmalayan bu pencereler kadar önemli. Sıkı sıkı sarıldı ona. Unuttum sözü yankılanıyordu pencerelerden, bir sonsuzluk boyunca gitti ve sonsuzluk boyunca ona dönmeye başladı: Unuttum. Unuttum. Unuttum. Unuttum. Unuttum. Ta ki neyi unuttuğunu da unutana kadar. Bir şaşkınlık doldu çocuğun içine,  davulun sesi tekrar duyulur oldu. Davulun sesine tutundu çocuk, dum, dum, dum, dum. O karanlığın ortasında bir ışık gördü ve ışığa doğru ilerledi.

Işık kocamandı ve bir formu vardı, on yaşlarında küçük bri çocuk formu. Yaklaştı bu göksel çocuğa, sırtı dönüktü.

Göksel Çocuk yüzünü çocuğa döndü. Bir elini aşağı doğrulttu, “Bak!” Çocuk baktı aşağıya. Beşiktaş rıhtımında oturan kendisinin suratına.

Daha önce deliren birini görmüş olsaydı hiç, bilirdi bu gördüğü yüz ifadesi nedir. Şimdi sadece korkmuştu kendi yüzündeki ifadeyi görünce. O kadar korktu ki bir kemanın çok gerilmiş telleri nasıl atarsa tek tek öyle attı bir şeyler içinde aninden. Dum, dum, dum, dum. Davulun sesine bıraktı kendini, hep aynı şeyi söylüyordu davul ve nasıl da her biri birbirinden farklıydı.

Karadeliğin jetinden fırladı uzaklara. Ta ki bütün galaksiyi yekpare görene kadar. Etrafına baktı. Ne kadar çok galaksi vardı. Gökte yıldızlar gibi çoktular. Bir rahatlama yayılıyordu şimdi içine.

Bir başka galaksiye doğru hareket etmek istedi. Dum, dum, dum. Davulun sesiyle harekete geçti. O kadar hızlıydı ki ip gibi uzadı galaksilerin ışıkları mekânda ve zamanda. Galaksilerin dağılımındaki örüntüleri görmeye başladı, bu ip gibi uzayan ışıklargeometrik şekiller oluşturuyor, bir geometrik şekil başka bir geometrik şekle yavaş yavaş dönüşüyordu, bunun adına kozmos dedi.

Kozmosun ihtimalleri sonluydu ve bütün ihtimaller aynı noktaya doğru akıyordu. O noktaya doğru süzüldü. Noktaya vardığında geriye hiçbir şey kalmadı, bunun adına duvar dedi. Dum, dum, dum.

Davulun sesi ne kadar rahatlatıcıydı. Karanlığın ve boşluğun tadını çıkardı. Sonra uzaktan bir zerre göründü. Yaklaştı, yaklaştı, yaklaştı, yaklaştı. Hiç gelmeyecek gibiydi ki çarptı çocuğa bu zerre. Büyük bri patlama yaşandı. Her yöne uzanıyordu şok dalgaları, bunun adına kaos dedi. Şok dalgalarıyla beraber ışık da oluşmuş, yalımlar her yöne fırlıyordu.

Kendisi o yalımlardı, Nine, Beşiktaş rıhtımının betonu, önündeki karanlık deniz, tarihi yarımadadaki şehir ışıkları hepsi bu yalımlardı işte. Yüzüne bir ifade yerleşmişti. Dum, dum, dum. Eline baktı, davul kendi elindeydi, tekdüze vuruyordu davula.

Kafasını çevirip Nine’ye baktı. Ölmüştü yaşlı şaman.

Yeni Şaman Nine’yi bir o yalımlardan oluşmuş bir heykel gibi orada bıraktı. Rıhtımda ayağa kalktı. Barbaros Bulvarı’nın başına kadar yürüdü. Yolu uzun. Tek başına obaya dönmek zorunda olan on yaşında bir çocuk, hangi yalımlardan oluştuğunu bilen Yeni Şaman davula vurmaya başladı ve yola koyuldu.

Yazar: Konuk Yazar

Bu içerik bir konuk yazar tarafından üretilmiştir. Siz de sitemizin konuk yazarlarından biri olabilirsiniz. Yapmanız gereken tek şey, kaleme aldığınız bilimkurgu temalı makale ve öykülerinizi bilimkurgukulubu@gmail.com adresine göndermek. Editör onayından geçen yazılarınız burada yayımlanıp binlerce okurun beğenisine sunulacaktır. Gelin bu arşivi birlikte büyütelim...

İlginizi Çekebilir

Omnis Homo Mendax

Omnis Homo Mendax | İsmail Yamanol (Kısa Öykü)

Kente çöken sessizlik, vahşi hayvanların homurtu ve çığlıklarıyla birleştiğinde son derece ürpertici oluyordu. Mergen’inse hayata …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin