Ya da bir laboratuvar faresine dönüşme korkusu üzerine
En büyük korkularımdan biri, bir gün kitapların tedavülden kalkması, obsolete olması… Mesele kitabın az okunması değil, bir şekilde okunacaktır. Bazı bilgiler ancak okumakla verimli bir şekilde edinilebilir ve bu hiç değişmeyecek. Beyne direkt bilgi aktarmak bile bunun yerini alamaz. En azından okuma zevki diye bir şey kalacak geriye, belki bir çeşit antikalık olarak. Asıl mesele kitapların bir araç, bir politika, bir öğretmen olarak önemini yitirmesi, enflasyona uğraması… Bundan otuz sene evveline gidelim, yazar sihirli bir adamdı. Konuşmaları, demeçleri ile topluma, gençliğe yön verirdi… Şimdi ise düşünün Elif Shafak (Şafak bile değil!) ne diyor? Topluma ne beyanı var? Tutturmuş bir aşk ve Mevlana teranesi gidiyor. Sadece bu kadarla kalsa iyi. Depresif ev hanımlarına hitap eden hafif pornografik fanteziler yazıyor. Peki, bir yazarın eserinde depresyon ilaçlarının isimlerini vererek reklam yapması doğru mudur, soruyor muyuz bunu?
Pamuk‘u hapse bile atmaya tenezzül etmediler. Oysa Aziz Nesin bilmem kaç sene yatmış, bilmem kaç sene sürgün yemiş adam. Sartre‘ı düşünün! Çağının her önemli olayında adı var, sözü var, eylemi var… Victor Hugo‘nun Sefiller‘i zamanında fasikül fasikül yayınlanmış, yeni bir sayının çıkacağı gün yer yerinden oynarmış. Neden? Çünkü insanları çok derinden etkiliyordu kitaplar da ondan. Yazarın önemi, hem hayatı hem de kaleme aldığı eserlerle bir felsefe, bir yaşam kılavuzu vermesiydi… Şimdiyse kitap denen nesne albenili kapaklarıyla, indirimler ve promosyonlarıyla kitapçıların girişinde üst üste yığılmış bir AVM metasına dönüşmüş durumda, yaşamımızda ciddi hiç bir etkisi yok… Görevi hoşça vakit geçirtmek, apolitik keyfiyetin sakin sularında okuyucunun zihnine masaj yapmak!
Başarı anlayışı da değişti. Eskiden başarı, tünelin ucundaki bir ışık gibiydi. Tünel boyunca çalışırsın, didinirsin, kazarsın kazarsın ve sonunda büyük ödülü alırsın. Bir cübbe giymek, bir diplomaya sahip olmak önemliydi. İnsanlar bunun için yıllarca çalışırdı. Şimdi anaokulu öğrencilerine kep töreniyle oyuncak diplomalar veriyorlar. Kolay kazanılan bir şey haline getiriyorlar diplomayı.
Bir simülasyonda yaşatıyoruz çocuklarımızı, yaşadıklarını hissetmeden ama kendilerini “yaşıyorum” sandıkları bir simülasyonun içindeler. Kendilerini her şeye sahipmiş gibi hissetsinler istiyoruz. Oysa onlara verdiğimiz şeylerin içi boş. Balondan tuğlalarla örülmüş bir Disneyland’dan başka bir şey değil onlara verebildiğimiz. Bir kaç saatini herhangi bir AVM’de geçiren herkes anlayabilir sanırım sözünü ettiğim o boşluğu… Oysa tiyatroda geçirdiğimiz vakit öyle midir? Gerçekten daha gerçek gelmez mi insana tiyatro oyunları? “Daha anlamlı yaşamalıyım, daha iyi bir insan olmaya çalışmalıyım” dedirtmez mi?
Postmodernizm hakkında bir şeyler okudunuz mu bilmem… Ben anladığımı özetleyeyim. Postmodernizm, anlamın içini boşaltarak onu bir “yüzeye” indirgemektir, tıpkı Moebius Şeridi gibi… Üstünde sonsuza dek dolaşabileceğiniz, içi olmayan, sadece yüzeyi olan bir şerittir bu. Günümüzde sanat, postmodernizm denen bu şeyin hegemonyasına girmiş durumda.
Başka insanların desteği olmadan yaşayabiliyor muyuz? Diğerlerinin buluşları ve emeği üzerine kurulan bir yaşam bizimkisi… Toplumun sırtında asalak gibiyiz. Ne fiziğin ve matematiğin temellerini, ne başka galaksileri bilmemize gerek yok, çünkü birileri bizim yerimize “biliyor”. Anlağımızda gölgesi dahi yer etmese de olur, nasıl olsa sonuçlarını birileri önümüze getirecek, altın değilse de gümüş tepsilerde…
Toplumun gelişmesi aslında insan zekasını geriletiyor. Son 10 bin yıl içinde beyin kütlemizin 150 gr küçüldüğü söyleniyor. Aptallaşıyoruz. Tıpkı laboratuvar fareleri gibi, aptal ve tembel… Laboratuvarlardan neden kobay fareler tercih edilir, hiç düşündünüz mü? Doğadaki farelerle deney yapılamaz da ondan. Gerçek fareler laboratuvardan kaçmanın bir yolunu mutlak bulurlardı. Kobaylar ise teslim olmuş, direncini kaybetmiş bir cinstir.
Bir örnek vermek istiyorum. Diyelim bir ilacın kas direnci üzerindeki etkisini ölçmek istiyorsunuz. Fareleri iki gruba ayırırsınız: Deney ve Kontrol grupları diye. Deney grubuna ilaç verilir, ama kontrol grubuna verilmez. Daha sonra farelerin ön ayaklarıyla gergin bir ipe tutunması sağlanır. Araştırmacı farelerin düşmeden ne kadar uzun süre ipte tutunduklarını kronometresiyle ölçer.
Bu deney özgür (vahşi) farelerle yapılabilir miydi? Ne yazik ki hayır. Gerçek fareler bir takım akrobatik hareketlerle ipin üstüne çıkar ve derhal ortamdan kaçarlar. Oysa kobaylar bunu düşünemezler bile… Çünkü onlar aptallaşmış laboratuvar fareleridir.
Bir gün insanların da aynı duruma düşmelerinden korkuyorum.
Fukuyama’nın İnsan Ötesi Geleceğimiz adlı bir kitabı var; içinde yapılan şu yorum beni çok etkilemişti. Aklımda kaldığı şekliyle özetliyorum:
İki tür distopya vardır. Birincisi 1984 ve ikincisi Cesur Yeni Dünya… Bana göre ikincisi daha ürkünçtür. Çünkü onunla savaşamazsınız.
Korkuyla savaşabilirsiniz ama hazla savaşamazsınız. Korkuyu yenebilirsiniz, ama ucuz zevkleri, sefahat düşkünlüğünü, uyuşturucu ve televizyon bağımlılığını, reklamları, oburluğu, rehaveti ve tembelliği yenemezsiniz.
1984, gerçekleşmesi güç bir distopyaydı, Ama Cesur Yeni Dünya hiç de öyle değildir ve belki gerçekleşiyor da… Belki de bir distopyanın içindeyiz ama bunun farkında değiliz.