“Virüslere bak Doktor, kristalimsi bir yapıları var, ne canlılar ne de cansız, zamandan bağışıklar.”
Bilimkurguda teknoloji tapınmacılığına karşı çıkan yazarların başında gelen James Graham Ballard, yeni dalga akımının öncülerindendir. Ursula K. Le Guin, Philip K. Dick, Robert Silverberg, Frank Herbert, Kurt Vonnegut gibi yazarların da içinde bulunduğu ve 60’lı yıllardan itibaren varlığını hissettiren yeni dalga akımı, hem Amerikan hem de dünya bilimkurgu tarihinin en önemli dönüm noktalarından biridir şüphesiz. J.G. Ballard da hemen hemen bütün eserleriyle bu türe mensuptur. Asıl yabancı gezegenin dünyamız olduğunu belirtir ve dış uzaya açılmak yerine öncelikle iç uzaya açılmamız gerektiğinin altını çizer. İç uzaydan kastı ise elbette içinde yaşadığımız dünyanın gizemleri ve insanın bilinmez yönleridir.
J.G. Ballard, 1930’da Şangay’da doğmuştur. İngiliz bir ailenin çocuğu olarak Uzakdoğu’da doğup büyüyen Ballard, 2. Dünya Savaşı’ndan etkilenen yazarlardan biridir. 1942 yılından itibaren savaşın sonuna dek Pearl Harbor baskınından sonra yabancıların sürgün edildiği bir toplama kampında yaşamak zorunda kalmıştır. Sıfır noktasında savaşı iliklerine dek hisseden Ballard’ın insanlığa dair söyleyecek çok fazla şeyi olacak ki, yazarlığı seçmiş ve eserlerinin istisnasız hepsinde “insan”ı irdelemiştir. Bu yıllardan zihninde kalanları eserlerine yansıtan Ballard’ın Güneş İmparatorluğu isimli romanı, 2. Dünya Savaşı zamanında Japonya’da geçer ve yazarın hayatından otobiyografik öğeler taşır. Hatta bu eser, “Empire of the Sun” orijinal ismiyle 1987’de Steven Spielberg tarafından sinemaya da uyarlanmıştır.
“Açık ki bir şeyler oluyor, fakat ne olduğunu bilmek mümkün değil.”
Ballard, 1946’dan itibaren İngiltere’ye yerleşmiş ve Cambridge Üniversitesi’nde psikiyatri eğitimi almıştır. Bu da yine onu, insanları analiz etme konusunda meslektaşı olan diğer bilimkurgu yazarlarına oranla daha başarılı bir hâle getirmiştir. Gökdelen’de, gökyüzüne uzanan silindir şeklindeki binalar içine hapsolan modern insanı eleştirmiş, Öteki Dünya’da tüketim çılgınlığını masaya yatırmış ve alış-veriş bağımlısı insanı hedef tahtası hâline getirmiş, Beton Ada’da çevresinde olan biten her şeye kayıtsız kalan, ruhunu kaybetmiş insana balyozunu indirmiş, Çarpışma’da otomobil fetişistliğinin insanı sürükleyebileceği derin uçurumu korkutucu bir şekilde resmetmiş, Milenyum İnsanları’nda ise Londra’da burjuva kesiminin ayaklanmasına dair oldukça sert, siyasi, distopik bir öykü anlatmıştır.
Diğer birçok romanında da distopya sularında yüzen Ballard’ın öyküleri de yine bu minvaldedir. Charlie Brooker önderliğinde yayın hayatına başlayan ve giderek popülerleşen televizyon dizisi Black Mirror’ın bölümlerindeki her bir olay, aslında Ballard okurlarına yabancı gelmez. Çünkü o, öykü ve romanlarında benzer konuları çoktan işlemiştir. Dilerseniz konuya dair daha fazla bilgi için “Black Mirror Senaryosu Olabilecek 7 J.G. Ballard Öyküsü” yazımızı ziyaret edebilirsiniz.
“En nihayetinde tek bir atomun kendisini sonsuz sayıda kopyalayarak bütün evreni kaplaması ve eşanlı olarak bu evrendeki tüm zamanın da tükenmesi mümkün olabilir. Platon ve Demokritos’un en çılgın düşlerinin de ötesine geçen nihai bir makrokozmik hiçliktir bu.”
Kristal Dünya, gelecekte geçmeyen, günümüzdeki bir distopyayı anlatır. Ballard’ın bu romanında anlattığı “kristalleşmiş orman” tasviri ilk etapta kulağa yabancı gelse de, işin derinine inip olaylara daha fazla hâkim oldukça, bilimsel olarak mümkün olabileceğini hissediyoruz. Yani en azından kristalleşmeye benzeyen bir şeyler olmasa dahi, yeşil alanların ve ormanların tahrip olmaları sonucu çeşitli hastalıklara yakalanmaları ve bunun giderek yayılması, insanların yaşamını da etkilemeye başlaması, içinde bulunduğumuz dünyada oldukça olası görünüyor. Joseph Conrad’ın “Karanlığın Yüreği” isimli romanını okuyanlar hatırlayacaktır, tekinsiz bir atmosferde seyreden roman, okurların karanlığı iliklerine dek hissetmesini sağlar. Bu romandan uyarlanan ve Vietnam Savaşı ile bağdaştırılan Francis Ford Coppola’nın “Apocalypse Now” isimli filmi yine benzer atmosferde geçer ve bir gemi, içindeki askerlerle birlikte ormanların içindeki nehirde usul usul ilerleyişine devam eder. Tüm filme yayılan bu inanılmaz sahneler, filmin sonunda karaya ayak basılması ve yaşanan patlama noktalarıyla birlikte nihayete erer.
Ballard da romanında benzer bir temayı işliyor ve anlattığı tekinsiz atmosfer Batı Afrika’nın cangıllarında geçiyor. Doktor Edward Sanders, öykünün ana karakteri olarak çıkıyor karşımıza ve bir gemiyle, uzun bir yolculuk sonunda geliyor Port Matarre’a. Fakat amacı burada kalmak değil, yakın bir mesafedeki yerleşim yeri olan Mont Royal’e gitmek. Ormanda gizemli bir şeylerin olduğu hakkındaki haberler onu bu yolculuğu yapmaya itmiştir. Hoşlandığı kadın Suzanne ve onun birlikte olduğu Max isimli doktor dostları da kısa bir süre önce bölgeye gelmiştir ve onlarla iletişim kuramaması da Sanders’ın yolculuğunun başlıca nedenleri arasındadır. Ventress, Thorensen, Peder Balthus, Louise gibi her biri birbirinden gizemli yan karakterle birlikte öykü birçok farklı kola ayrılıyor. Herkesin mücevherleşen ormana ve kristalleşen hayvanlara dair düşünceleri vardır ve her birinin zihninde çeşitli planlar dönmektedir. Fakat ormanın inanılmaz bir hızla yerleşim yerlerine doğru yayılması bu durumun sanıldığından çok daha önemli ve tehlikeli olduğunu gösteriyor. Ormanın neden bu şekle büründüğüne dair net bir veri bulunmuyor elimizde fakat bölgede uygulanan ufak çaplı bir karantina ve akabinde gelişen olaylarda çözümüne dair kafa yorulduğunu görmekteyiz.
“Ormanda hayat ve ölümün, bizim sıradan ve ışıltıdan yoksun dünyamızdakinden farklı bir anlama sahip olduğu artık herkes için aşikâr. Dünyamızda hareketi daima hayatla ve zamanın akışıyla ilişkilendirdik; fakat Mont Royal yakınındaki ormanda yaşadığım deneyimden biliyorum ki, her türlü hareket kaçınılmaz bir şekilde ölüme doğrudur ve zaman ölümün hizmetindedir.”
Port Royal halkının esrarengiz ormandan toplayıp hediyelik eşya şekline getirdiği mücevherler bölgede bir ekonomi oluşmasına neden olmuştur. Çok daha büyük hedefleri olanlar, daha fazlası için gözünü karartanlar da yok değildir. Bu izole bölgeden kaçanlar da vardır, merak edip gelenler de. Dünyanın farklı 2 noktasında daha (ABD ve Rusya) benzer olayların görülmesi ise işi çok daha evrensel bir boyuta taşımaktadır. Orman ilerledikçe hayvanlar ve insanlar kristalleşir ve kristalleşen tabakanın yanlış bir şekilde kaldırılması ise derinin de kopmasına sebebiyet verir. Bu da insanları cüzam benzeri bir hastalığa yakalanmış gibi gösterir. Doktor Sanders’ın önceden cüzamlıların bulunduğu bir hastanede çalışmış olması ise her iki olay arasında bir bağ kurmasına yarar. İş çözüme geldiğinde hiç kimsenin bir diğerinden fazla söyleyecek sözü bulunmamaktadır.
Küçük bir yerleşim yerinde, tekinsiz bir atmosfer eşliğinde anlattığı öyküsünde günümüzde geçen bir distopyayı ele alıyor Ballard. Her ne kadar bahsetmese de, belki de orman insanlara karşı bir başkaldırış içindedir. Zira insanlar olarak ormanlara verdiğimiz zarar düşünüldüğünde, bir gün ormanların buna ne tepki vereceğini net olarak kestiremeyiz elbette ama bildiğimiz bir şey var ki, o da doğanın insandan çok daha güçlü olduğudur. İnsan yokken doğa vardır, insan varken doğa var olmaya devam ediyordur ve insan yok olduktan sonra da doğa var olmaya devam edecektir. Çünkü “Dünyaya Orman Denir”.
“Elbette ki insan ruhunun karanlık bir tarafı var, sanırım kişinin elinden gelen tek şey bu diğer tarafı keşfetmek ve ruhunun aydınlık ve karanlık taraflarını uzlaştırmaktır…”