Mars Prensesi ve Barsoom Dizisi‘nin yazarı Edgar Rice Burroughs, 1875 yılında Chicago’da dünyaya geldi. Kendi döneminin başarılı bilimkurgu yazarları arasında yer almakla beraber Burroughs, kendinden sonra gelen birçok isme de ilham kaynağı oldu. Kaleme aldığı en önemli dizilerden biri olan Barsoom’un ilk kitabı Mars Prensesi ise gerçekten de bilimkurgunun temel taşları arasında denebilecek nitelikte bir eser.
20. yüzyılın ikinci yarısı özellikle uzay bilimi açısından epey önemli bir dönemdi. 1960’lı yıllarda Sovyetler ve Amerika, Mars’a başarılı bir araç yerleştirmek için yarış halindeydi. Gelgelelim, Sovyetler’in yolladığı Korabl 4, Korabl 5, Korabl 11 ya da Amerika’nın yolladığı Mariner 3 gibi insansız araç denemeleri başarısızlıkla sonuçlanmıştı, ta ki 28 Kasım 1964’te yollanan Mariner-4, yedi buçuk aylık yolculuğun ardından başarılı bir biçimde Mars’a ulaşana dek. Yani 1965’ten öncesinde piyasada Mars’a ait kesin bilgilerden ziyade, bilim insanlarının spekülasyonları vardı. Bunlar tabii ki önemli spekülasyonlardı ve o zamanlarda birçok insana ulaşarak onları etkilemeyi başarmıştı, Edgar Rice Burroughs da bu kişilerden biriydi.
Mars Prensesi 1917 yılında roman olarak basılmadan önce, 1912’de dönemin pulp-fiction dergilerinden The All Story’de yayımlanmıştı. Yani Mars’a başarılı şekilde ulaşan Mariner-4 aracından tam 53 yıl önce. İşte, Burroughs’nun bilimkurgu dünyasında önemli bir yer edinmesinin sebeplerinden biri de tam olarak bu. Mariner-4 aracı Mars’a indiğinde gönderdiği bilgilerden Mars’ın çok soğuk ve atmosferinin de çok ince olduğu ortaya çıkmıştı, ama Burroughs bunları 53 yıl önce, John Carter aracılığıyla bizlere söylemişti zaten. Mars geceleri çok soğuk olduğu için karakterler üzerlerine kat kat ipek ve kürk atarak uyuyorlardı. Ayrıca, Mars Prensesi’nde, atmosferin ince oluşuna da bir çözüm bulmuşlardı: tam bir bilim ve teknoloji harikası olan atmosfer fabrikası.
Atmosfer fabrikasının çalışma sırrı Mars’ın en kıymetli mücevherinde yatıyordu; bu mücevher dokuz adet ayrı ve muazzam ışın yayan bir taştı. Bu ışınlardan yedi tanesi bizim prizmalarımızda bulunan ışınlardı fakat iki tanesi Dünya’da bilinmeyen, bambaşka ışınlardı. İşte o iki taneden birisi, yani dokuzuncu ışın, atmosfer fabrikasının çalışma sırrıydı. Fabrikanın çatısına kurdukları devasa makineler sayesinde bu ışını güneşten gelen diğer ışınlardan ayırıyor, ardından belirli ölçülerde rafine elektrik ile birleştirip gezegenin beş ana merkezine yolluyorlardı. Ana merkezlerde toplanan ışınlar havaya pompalanıyor, havayla temas ettiği zaman atmosfere dönüşüyordu. Mars’taki hayatın devamlılığı yalnızca ve yalnızca bu atmosfer fabrikasına bağlıydı. Bu bilgilerden de anlaşılacağı üzere, Marslılar son derece gelişmiş teknolojiye sahip varlıklardı.
Ne var ki ileri teknolojileri gezegenlerini sonsuza dek korumalarına yetmeyecekti, çünkü Mars yavaş yavaş ölmekteydi. En büyük sorunlardan biri ise susuzluktu. Bir zamanlar var olan denizlerin hepsi kurumuştu ve tarıma elverişli çok az arazi vardı. Bu yüzden de Marslılar kutuplardan bu arazilere kadar uzanan milyonlarca kilometre uzunlukta su kanalları inşa etmek zorunda kalmıştı. Edgar Rice Burroughs’nun Mars Prensesi’nde yer verdiği bu önemli görüşler asıl olarak Percival L. Lowell’dan ilham alınmıştı. Percival Lowell, 1895 yılında Mars adında bir kitap yayımlamıştı; bu kitapta gezegenin ölmekte olduğu ve su kanalları fikrine yer vermişti.
Su kanalları fikrinin asıl sahibi ise Schiparelli’ydi, fakat Schiparelli’nin asıl anlatmak istediği şey su kanalları değildi, yanlış anlaşılmıştı. Giovanni Schiparelli, Mars üzerinde “canali” adını verdiği jeolojik oluşumlar olduğundan bahsetmişti, yani bunlar doğal oluşumlardı, ancak Lowell bunların su kanalı olduğuna inanmış, dolayısıyla bir zamanlar Mars’ta bir medeniyet kurulu olduğu fikrini öne sürmüştü. 1965 yılında Mars’a ulaşan Mariner-4 aracı ise bunların canlılar tarafından yapılmış su kanalları değil, doğal oluşumlar olduğunu kanıtlamıştı. Edgar Rice Burroughs bu tahmininde yanılmış olsa dahi diğer tahminleri hâlâ kayda değerdi.
Örneğin, Mars ve Dünya arasındaki mesafenin 77 milyon kilometre olduğu, Mars Prensesi’nde bahsedilen bir detaydı. Bunun yanı sıra, Burroughs’nun Mars’ın sarımsı ve yosunumsu bitki örtüsünden sürekli bahsediyor oluşu da göz ardı edilecek bir ayrıntı değildi. Dolayısıyla, Mars Prensesi 1970’li yıllarda yazılmış bir kitap olsaydı, bütün bunlara anlam vermek oldukça kolay olurdu, fakat Burroughs’nun bu romanı 1912 yılında yazmış olması, onun bilimkurgu dünyasında neden bu kadar önemli bir yer edindiğinin haklı bir kanıtı.
İşin aslında, E. R. B. yalnızca bilimkurgu dünyasında değil, genel anlamda edebiyat dünyasında da önemli bir yer edinmişti, çünkü Mars Prensesi, yazıldığı dönemde oldukça ses getiren bir eser olmuştu. Bu bilimkurgu ögeleri, romantik ama bir o kadar da baş belası kahraman John Carter’ın maceralarıyla buluşunca ortaya muazzam bir roman çıkmıştı. Dejah Thoris ile olan tutkulu ve bir o kadar da zorlu aşk hikayesi ise esere son noktayı koyarak son derece popüler bir hale getirdi.
Öyle ki, Mars Prensesi’nin ilham olduğu isimler arasında günümüz film yönetmenlerinden tutun ünlü metin yazarlarına kadar birçok kişi bulunuyor. Örneğin James Cameron, The New Yorker dergisine verdiği röportajda Avatar üzerinde Burroughs’nun etkisi olduğundan bahsetmişti. Fahrenheit 451’in yazarı Ray Bradbury için de Barsoom Dizisi oldukça kıymetlidir. Burroughs’dan etkilenen diğer bir isim ise George Lucas’tır, çünkü Lucas Star Wars serisini Flash Gordon’dan etkilenerek oluşturmuştu, Flash Gordon’ın yaratıcısı Alex Raymond ise yine Edgar Rice Burroughs’tan ilham almıştı. Bu yönden bakıldığı zaman, Mars Prensesi’nin yankılarının günümüze kadar ulaşmayı başardığını söyleyebiliriz.
Bilimkurgu açısından oldukça kıymetli olan bu eser, 2012 yılında Disney tarafından, Andrew Stanton’ın yönetmenliğinde ve “John Carter: İki Dünya Arasında” adı altında filme de uyarlanmıştır.
Yazan: Elisa Kaya