Bilimkurguya dair çok şey söylenebilir ama üzerinde uzlaşılan bir şey varsa, o da tek bir tanımının olmadığıdır. Asimov’a göre, bilimkurgu insanların bilim ve teknolojideki gelişmelere verdiği tepkilerle uğraşan bir sanat dalı; Neil Gaiman’a göre ise, “Ya şöyle olsa…”, “Keşke…”, “Bu böyle sürerse…” ifadelerinden yola çıkarak sürükleyici ve sağlam hikâyeler yazmak mümkün. Bilimkurgu dediğimiz şey bu sınırlarda dolaşıyor ama kendi içinde sonsuz olanaklar barındırıyor ve İdük bunun iyi bir örneği. Can Kantarcı, bilimkurgu okurlarının bildiği bir isim. Watchmen, Neuromancer, Frankenstein, Dracula çevirileri ve Tepemizdeki Gölge romanının ardından İdük’le karşımızda. Bu uzun öykü, Asimov ve Gaiman’ın tanımlarının yanına mizahı, ironiyi taşıyor.
Hikâyeyi kısaca özetleyelim. Birdenbire Sarayburnu açıklarında beliren fallik bir heyula İdük. Tam da İstanbul’un fethinin yıl dönümünde, hangisi olduğunu kestiremediğimiz iki binli yılların bir 29 Mayıs’ında önce meteor olarak Boğaz’a düşüyor, aradan on dört saat geçtikten sonra yavaş yavaş sudan çıkıyor, dikiliyor. 69 metreye ulaşan yüksekliği ve on metre eniyle önce tarihi adanın dillere destan manzarasını, ardından halkın ilgisini ve yöneticilerin uzman dikkatini zapt ediyor. Cismin incelenmesi maksadıyla kurulan Yabancı Cisim Dairesi (YACİDA) hemen çalışmaya koyulurken, İdük’ün ortaya çıkışıyla birlikte çevre kirliliğinin azaldığı, toprağın veriminin arttığı ama bunun yanında insan sağlığının olumsuz yönde etkilendiği görülüyor. Çevre değerlerinin yükselmesinden cesaret alan yöneticiler, atılımı hızlandırmak için hemen yakınlarda bir termik santral kurulmasına karar veriyor. İdük’ü yok etmek isteyen Serbest Radikaller grubunun eylem girişimleri karşısında yetkililer istihbarat çalışmalarına girişiyor. Olaylar birbirini kovalıyor ve İdük’ün İstanbul sınırları dışına taşmasıyla nihayetleniyor. Tüm bunları YACİDA’nın hazırladığı ve daha sonra Resmi Gazete’de yayımlanan “tetkik raporu”ndan öğrenen okuru kitabın sonunda ikinci bir rapor, İdük hakkında bir bilimsel “keşif raporu” bekliyor.

İdük esasen, kimliği ve kaynağı belirsiz bir cisimle temas hikâyesi. Aşina olduğumuz bir temadır bu, yabancı bir canlı, varlık ya da cisimle temas konusuna bilimkurguda sık rastlarız. Bu bazen bir uzaylı olur, bazen bir uzay gemisi ya da sadece çok uzaklardan gelen bir sinyal. Dünyalıların dünya dışı varlıklarla karşılaştıkları durumlarda, insanların bu yabancı varlığa gösterdikleri tepki üzerine kurulan hikâyeler, onlarla kurulan iletişime bağlı olarak şekillenir. Hikâyenin aksiyon seyrinden ayrı olarak yadırgatma ve yabancılaştırma unsurları kendini bolca gösterir bu anlatılarda. Kahramanlar ve okur alışık oldukları dünyada, alışık olmadıkları bileşenlerle yüzleştiklerinde bu durumu yadırgar, kendi dünyalarıyla ve var oluşlarıyla kıyaslayarak sarsılır.
Kantarcı’nın uzun öyküsü bu bakımdan farklı bir yerde duruyor, kahramanlarımız yani halk ve yöneticiler İdük’ü yadırgamadıkları gibi bağırlarına basıyorlar, kendilerinden biliyorlar.
“Kordonun kurulması sırasında bazı vatandaşların sandallardan atlayarak Yabancı Cisme ulaşmayı başardığı, Cisme sarıldığı, özçekim olarak adlandırılan tarzda fotoğraf çektirdiği doğrudur. Yine aynı şekilde birtakım bilinçsizce hareket eden vatandaşınsa cisme kendi ve başka birtakım şahısların isminin baş harfini kazımaya, boyamaya çalıştığı maalesef doğrulanmıştır.”

Görüldüğü gibi, tanımlanamayan bir yabancı cisim karşısında sarsılan bir topluluktan söz edemiyoruz. Halkın korkmak, ürkmek ya da tedirgin olmak bir yana dursun, İdük’e dokunmaya, üstüne ismini kazımaya çalışması hem anlatının mizahi üslubunu güçlendiriyor hem de bize has bir durum. Nihayetinde hangimiz ören yerlerindeki binlerce yıllık lahitlere ortasından ok geçen kalpler kazındığını görmemişizdir ki! Tarlasına indiğini düşündüğü UFO’ya taş atan köylüler de kurgu değil, gerçekti. Hâl böyle olunca yabancı dünyalarla temasın uyandırması beklenen yadırgama ve yabancılaşma hissi yerini merak ve hatta bu yeni durumdan bir çıkar sağlama arzusuna bırakıyor İdük’te.
Bilimkurgu klişelerinden uzak durma gayretindeki yazar farklı bir yola başvurarak, hicivle bilimkurguyu ustaca bir araya getirdiği İdük’ü hatları mizahla yumuşatılmış kendine has bir distopyaya dönüştürüyor. Mizah olguların sırlarını döker, hicivse sırları dökülen olguların çiğliğini yüzümüze vurur. İdük’te etkisini yoğun olarak hissettiren mizah ve hiciv aslında bizi bambaşka bir metinle karşı karşıya bırakarak, son dönemde toplumsal baskıyı ve mücadele alanlarındaki sıkışmışlık hissini tarif için sık sık kullanılan “Distopyanın içinde yaşıyoruz” ifadesine başka bir boyut kazandırıyor. Distopyaların o karanlık ve iç bunaltan havası yok İdük’te ama onun yerine YACİDA raporunun resmi dili var. Toplumun algısının ve kavrayışının üzerine bilgi geçirmez bir örtü gibi serilen bu dil ve bu dilin temsil ettiği zihniyet İdük’ün gizli öznesi ve karanlık aktörü olarak kendini gösteriyor.

Okur bu gizli öznenin temsilindeki rafine hiciv karşısında gülmekten kendini alamıyor. Öte yandan, insanın en çok savunmasız olduğu anlardan biri de -hapşırmayı saymazsak- güldüğü anlar değil midir? İdük savunmasız bıraktığı okura bir süre sonra o güldüğü ve saçma bulduğu dile nasıl da her gün maruz kaldığını hatırlatıyor incelikle. Her nasılsa bir yerlerden bulunup tedavüle sokulmuş kelimelerin ve özneyle yüklemin birbirinden çılgınca uzaklaştığı anlamsız cümlelerin dört bir yanı sardığını düşünmesini sağlıyor. YACİDA’nın temsil ettiği zihniyetin hayatında bir karşılığı olduğunu gördüğü gibi, İdük karşısında hiçbir şey yapamayan bu zihniyetin mevcut sorunları karşısında da bir şey yapamadığını biliyor okur. Hikâyeyi okurken yaptıklarına anlam veremediği insanlarla her gün bir arada olduğunu, birlikte toplu taşımada hareket ettiklerini düşününce ürperiyor. İdük bilimkurgunun formülleriyle ilerlemeden, hicvi ve mizahı kullanarak aynı yere ulaşıyor, okurun içinde yaşadığı sisteme başka bir gözden bakmasını sağlıyor.
İdük, ayrıca bütün bileşenlerine aşina olmamız bakımından da önemli bir uzun öykü. Yerli bilimkurgu yazılırdı yazılmazdı tartışmaları, isimlerin yabancı mı yoksa Türkçe mi olacağına gelip dayanır çoğunlukla. Bilimkurgu eserlerinde Türkçe isimlerin kullanılmasını kulak tırmalayıcı bulanlar olduğu kadar isimler Türkçeleştirilmesine rağmen her şeyiyle yabancı bir kültürü çağrıştıran eserlere de rastlanır. Bu sadece bir tercih meselesi aslına bakılırsa, doğrusunu yanlışını kesin hatlarla ayırmak mümkün değil. İdük, sadece karakterlerin isimlerinin bizden olmasıyla değil, ifade biçimlerinin, alışkanlıkların ve davranış şekillerinin okura tanıdık gelmesiyle daha bütünlüklü bir yapı kuruyor. Son yıllarda bu tarzda yazılmış iyi örneklere rastlamaksa sevinç uyandırıyor, yerli bilimkurgu edebiyatımızın zenginleştiğini gösteriyor.

Biraz da İdük’ün satırları arasına gizlenmiş eğlenceli sürprizlerden bahsedelim. Can Kantarcı, belli ki kendisinin de çok keyif aldığı göndermeler yerleştirmiş hikâyeye. Okur hiç beklemediği bir yerde karşısında Orhan Pamuk’u bulabiliyor mesela. Kitapta bahsi geçen Başgan Yayınları, özellikle bilimkurgu okurlarının hemen hatırlayacağı, altmışlı yılların ünlü bilimkurgu serisi Baskan Yayınları’na vefalı bir gönderme olmuş. Öte yandan, Oğuz Atay’ın “Korkuyu Beklerken” öyküsüyle kurulan zihin gıcıklayıcı ilişki dikkatli edebiyat okurları için beklemediği bir okuma zevki sunuyor. Aziz Nesin’i anmamak zaten mümkün değil, İdük’ün çok sayfasında nefesi var desek yanlış olmaz.
Sonuç olarak Can Kantarcı, hicivle bilimkurguyu bir araya getirirken ölçüyü kaçırmadan, öykünün bütün unsurlarını ince bir dengede tutmayı başarıyor, okura zevkle okunacak bir bilimkurgu hikâyesi sunuyor. Kendisini bu takdire şayan eserinden dolayı en kalbi hislerimizle tebrik ederken İdük ve emsallerinin bilimkurgu edebiyatımızın inkişafına olan katkılarının bilincinde olarak iyi bilimkurgu iyi edebiyattır veciz sözünün altını bir kez daha çizmek istiyoruz.