Ursula K. Le Guin, bilimkurgu edebiyatının büyük klasiklerinden Mülksüzler’de okurlarına ikircikli bir anarşist ütopyayı anlatmıştı. Devrimci kadın lider Odo’nun öğretilerinin izinden gidenler, 200 yıla yakındır süren gönüllü sürgünlerinde Urras gezegeninin doğal uydusu Anarres’te (Bu isim uyduya muhtemelen devrimden sonra verilmişti) eşitlikçi ve özgür bir ütopyayı yaşatmaya uğraşmaktaydı. Devrimi gerçekleştirmekten ziyade, onu sürdürmenin daha zor olduğunu insanlık tarihi pek çok acı örnekle bize sunuyor. Anarres’teki devrim de bu tarihsel kanundan azade değildi.
Mülksüzler’de, devrimi gerçekleştirenlerin kıraç ve çorak bir ekolojinin bağrında, kıt kaynaklarla eşitlikçi bir toplumu sürdürme çabalarını görmüştük. Tamamen yok edildiği düşünülen hiyerarşinin ve bürokrasinin nasıl sinsice kurumlara sızabildiğini de. Bütün yasakların yasak olması gerektiği Anarres’te, fizikçi Shevek’in sınırları aşarak Anarres’ten ayrılmasına, meta ekonomisinin egemen olduğu Urras gezegenine yolculuğuna ve orada gördüklerine, dönüşümüne, dönüşürken Urras’a ve Anarres’e de dönüşümün tohumlarını atmasına ve sonunda Anarres’e -Odo’nun dediği üzere “gerçek yolculuk” olan geri dönüşüne şahitlik etmiştik.
İşte Le Guin’in kısa öyküsü “Devrimden Önceki Gün” bizleri, Mülksüzler’de 200 yıl sonrasını gördüğümüz, her şeyin başladığı o büyük devrim anının önceki gününe, anarşist devrimin fitilini yakan Genel Grev’in bir gün öncesine götürüyor. Odo halen hayatta, onu hapishanelerde geçen uzun ve acılı ömrünün son demlerini deneyimleyen yaşlı bir kadın olarak görüyoruz. Mülksüzler ile aynı yıl (1974) basılan ve Ekim 2019’da İnka Yayınları tarafından Türkçe’ye aktarılarak yayımlanan “Devrimden Önceki Gün”, sonradan zaman geçtikçe kusurlarından ve zaaflarından arındırılarak tanrılaştırılan –veya tanrıçalaştırılan- tarihsel figürlerin insan yanlarını bizlere anımsatan bir yapıt.
Öyküde, sonradan devrimin efsanevi lider figürü olarak anılacak Laia Asieo Odo’nun sıradan bir gününe yer veriliyor. Geçirdiği inme sonrasında, salyalarını bile tutmakta zorlanan yaşlı bir kadın olarak geçmişine dair hatırladıklarını, sorgulamalarını, beraber kaldığı Odocu komün evindeki gençlere imrenmesini, ona kutsal anne gözüyle bakan bazı delikanlılara karşı hissettiği ama paylaşamadığı cinsel çekimi, vefat eden eşi Taviri’ye duyduğu hasreti –ondan önce “kocam” diye bahsetse de sonradan bu tabirin Odoculuğa aykırı düştüğünü kendisine hatırlatıp “eşim” diye değiştiriyor- onun bilinç akışı üzerinden biz de takip ediyoruz. Bir zamanlar gençliğinde başkentte devleti simgeleyen bir anıtın üzerine çıkıp işeyen ateşli anarşist kadının şimdi yaşlılığı ve felç nedeniyle yürümekte bile zorlanması, biyolojinin acımasız belirleyiciliğini çağrıştırıyor.
Laia Odo’nun kaldığı komün evde en büyük odanın kendisine tahsis edildiğini öğreniyoruz. Bu durumu sorguluyor yaşlı Odo, kendisinin ürettiği eşitlikçi ve hiyerarşisiz ideolojiye aykırı olup olmadığını düşünüyor. Acaba “Odo” olduğu için mi en büyük oda kendisine verilmişti? Eğer Odo olmasaydı, sadece inme geçirmiş sıradan yaşlı bir kadın olsaydı bu büyük oda yine onun olur muydu? “Muhtemelen,” diye düşünüyor Odo, fakat sonrasında sarf ettiği gerekçesi okurun suratına tokat gibi çarpıyor: “Kim isterdi ki salyası akan yaşlı bir kadınla aynı odayı paylaşmayı?” Ya da Odo olduğu için verilmişti belki bu oda. O zaman, şimdilik zihinlerde bir tohum olan, henüz fiziksel gerçekliğe bürünmemiş Anarres’in geleceğini görmüş gibi adeta, yaşlı Odo şu sözleri mırıldanıyor: “Adam kayırma, seçkincilik, lidere tapınma, her taşın altından çıkabiliyor, bir anda ortamı sarabiliyor böyle şeyler.”
Odo, kendisini Urras’ın her yerinden görmeye gelen, onun ağzından çıkacak her cümleyi hayranlıkla kayda geçiren gençlere karşı da içten içe kızıyor. Bu tarz davranışlar kendisini turistik bir ziyaret nesnesi, bir anıt veya görülmelik doğa harikası gibi hissetmesine yol açıyor ve onun için son derece usandırıcı. Yıllar boyunca yazdığım kitaplarla neden yetinmiyorlar, diye iç geçiriyor. Bazen dayanamayıp onları azarladığını da öğreniyoruz: “Kendi düşüncelerinizle düşünün! Anarşizm bu değil, bu obskürantizm.(*)”
Le Guin, bu muhteşem öyküsünde, yarattıkları devrimin sonrasında yeniden tanımlanan devrimcilerin insan yüzüne başarıyla ışık tutuyor. Zaten Mülksüzler romanında, Odo’nun Le Guin’in kaleminden kolaj bir karakter olarak doğduğunu, romanda onun ilkelerinden ve öğretilerinden yapılan alıntılardan anlıyoruz, Odo adeta dünya tarihinden bildiğimiz çeşitli devrimci entelektüel kişiliklerin bir bileşkesi gibidir: Hapishane Defterleri’ni yazmıştır (Antonio Gramsci), bir yerde “Mülkiyet hırsızlıktır” demiştir (Proudhon), Urras’taki kapitalizme dair yaptığı çözümlemeleriyle biraz Marx’tır, savunduğu anarko-komünizm ile Kropotkin’i andırır.
Bu öyküde ise, Odo’yu ilk ismi Laia olarak tanıyoruz, yaşlı hafızasına akın eden çocukluk ve genç kızlık anıları, eşine duyduğu özlem Odo’yu bizden biri yapıyor. Öyküde, Mülksüzler romanında ölümünden on yıllar sonra Anarres’teki tarih kitaplarında devrimci bir figür olarak idealize edilerek betimlendiğini bildiğimiz Odo’nun gerçek sıcak yüzüyle karşılaşıyoruz. Bu öyküsüyle, tarihte yer etmiş kahramanları yüceltmenin onları bizden uzaklaştırdığını düşündürüyor Le Guin. Oysa onlardan uzaklaşmaya değil, tersine onlara yakınlaşmaya her zamankinden çok ihtiyacımız var. Bu yakınlaşma, her birinin devrimlerinden önceki gün ne yaptıklarını sorgulamakla başlayabilir. Odo’nun dediği gibi, eğer gerçek yolculuk geri dönüş ise, gerçek devrime doğru yolculuk da belki “devrimden önceki güne” geri dönüş, o sıradan günü hatırlamak.
(*) Obskürantizm: Egemen güçlerin kendi hoş görmediği kavramlara, kişilere, topluluklara ilişkin toplumun bilgi erişimini sistematik olarak kısıtlama çabası. (TDK Sözlüğü)