Jose Saramago, 16 Kasım 1922 yılında Portekiz’in Lizbon kentinde dünyaya geldi. 20 Haziran 2010 yılında dünyaya gözlerini kapatmadan önce geride sayısız roman, deneme, oyun ve şiir bıraktı. 1998 yılında Nobel Edebiyat Ödülü alarak edebiyat alanındaki başarısını taçlandırdı.
Yazarın en dikkat çeken eserlerinin başında ise Körlük geliyor. Bu eseri ile toplumu gözlemleme konusunda ne kadar yetenekli olduğunu da ortaya koyuyor. Özellikle insanların birey/grup hâlindeki davranışları hakkında ciddi alt metinlere sahip olan eser, aniden başlayan ve sebebi bir türlü anlaşılamayan bir salgını konu alıyor. Bu salgın, karanlığa gömülü bir engelin aksine ışık ve parlaklıkla tarif ediliyor.
Romanın, yönetmenliğini Fernando Meirelles’in üstlendiği ve başrolünde Julianne Moore’un olduğu 2009 çıkışlı bir sinema uyarlaması da bulunuyor.
“Toplum ahlakına uygun düşmeyen düzensiz bir yaşam.”
Körlük, ülkelerin “Yasal Körlük” adı verilen ölçüte göre 0,1 oranında ve daha az görme ya da hiç görmeme şeklinde ifade ediliyor. Kırmızı Kedi Yayınları etiketiyle ve Işık Ergüden’in başarılı çevirisiyle dilimize kazandırılan yapıt, kırmızı ışıkta aracıyla beklemekte olan bir adamın aniden kör olması ile başlıyor. Öfkeli sürücülerin baskısı ve tepkileri sonuçsuz kalıyor ve bu adam “Ben kör oldum,” derken şaşkınlığını etrafında toplanan insanlara aktarmaya çabalıyor. Burada Saramago’nun üslubuna değinmek gerekiyor. Yazar, anlatısını uzayıp giden paragraflarına bir es vermeden sürdürüyor. Bu duruma alışmak için çabalayan okurun imdadına ise onun kıymetli betimlemeleri yetişiyor. Nokta ve virgül dışında noktalama işareti kullanmayan yazar, sanki işleri daha da zorlaştırarak okuyucuyu belli oranda bir çabaya sürüklemeye çalışıyor. Üstelik karakterler arasında yaşanan diyaloglar da sadece virgüllerle ayrılıyor. Yazar, şahsına münhasır yazım tekniklerine rağmen betimleme konusunda öylesine usta ki, “İlk Kör” isimli karakterin körlüğe adım atışını okurken onunla birlikte görme duyunuzdan şüphe etmeye, böylesi bir salgın karşısında ne yapacağınızı tasarlamaya koyuluyorsunuz.
Yine ilerleyen sayfalarda karakterlerin birer isme sahip olmadığını fark ediyorsunuz. Bu durumun, yazarın planladığı bir süreçte ilerlediğini kavramanız uzun sürmüyor. Karakterler isimlerle değil çeşitli betimlemelerle tarif ediliyor ve okur roman boyunca onların bu şekilde adlandırılmasına kolayca alışıyor. Bu betimlemelerse yine karakterlerin roman içindeki konumu ve olaylara dâhil olma süreçleri ile alakalı ve okuma sürecini kolaylaştıran bir özelliğe sahip. Başlıca karakterler şunlar: İlk Kör, Şaşı Çocuk, Doktor, Doktorun Karısı, Koyu Renk Gözlüklü Genç Kız, Gözü Siyah Bantlı Yaşlı Adam, Gözyaşı Yalayan Köpek, İlk Körün Karısı…
“Belleğin seni yanıltıyor.”
Hikâyeye tekrar dönecek olursak, İlk Kör olarak ifade edilen karakterle birlikte olaylar hızla gelişiyor. Kısa sürede karakterin muayene olmak için gittiği doktor ve orada sıra bekleyen diğer insanlar da birer birer kör olmaya başlıyor. Başlangıçta hem gizli tutulan hem de pek üzerinde durulmayan bu sıra dışı vakalar, durmaksızın artıyor ve toplum tam anlamıyla bir kaosun içine sürükleniyor. Hükümet bu salgından ilk etkilenen insanları eski bir akıl hastanesinde karantinaya alıyor ve burada o “Aydınlık Körlük,” resmen tanılanıyor. Böylece kendi başlarına temel ihtiyaçlarını bile karşılamaktan aciz yüzlerce kör, bir arada hayatta kalmaya çabalıyor. Bu karantina ortamında bir de temaslı kimseler var. Onlar ise peyderpey görme yetilerini kaybediyor ve diğer koğuşlara naklediliyor. İşler burada hiç de kolay değil. Çünkü hükümet, karantina içinde bulunanlarla ilgili çok sert önlemler almış durumda. Hiçbir koşulda bu koğuşlara giriş ya da çıkış yapılamıyor ve insanlar tamamen kendi başlarına bırakılıyor. Ölenlerin dahi dışarı çıkarılmasına izin verilmiyor.
İşte burada Doktorun Karısı isimli karakter devreye giriyor. Çünkü o diğerlerinin aksine görebiliyor. Saramago, Doktorun Karısı üzerinden bizlere rehberlik yapıyor. Onun gören gözleri artık romanı okuyan kimseler için de hayati bir öneme kavuşuyor. Körlüğün hükmettiği bir dünyada gören gözlere yakın olmak takdir edersiniz ki büyük bir şans. Böylece öne çıkan karakterlerden oluşan bu grup, diğerlerinin aksine kısmen de olsa hayatta kalma konusunda daha başarılı oluyor. Ancak her ne olursa olsun yaşananlar can yakıcı. Saramago, körlüğün salgın olarak baş gösterdiği ülke ve şehirler konusunda bir açıklama yapmıyor. Olayların geçtiği mekânları ustalıkla tasvir ediyor ve bir süre sonra bu konuda merak etmeme dürtüsü geliştiriyorsunuz.
“Korku çığlıkları, acı, ıstırap ve ateş.”
Kelime sanatının başarılı bir örneğini sunan romanı okurken, dışkı ve idrar kokusunu çevrenizde duyumsamaya başlarsanız şaşırmayın. Böylesine çirkin olaylarla karşılaşmamıza rağmen, “Yok artık, bu kadarı da olmaz,” diyemiyorsunuz. Tüm dünyamızın görme yetisi üzerinde şekillendiği ve deneyimlerimizin çok büyük oranda bu duyu organımızla kazanıldığı gerçeğinden yola çıkarsak, “görememek” konusunun çetrefilli ve zor bir süreç olduğu su götürmez bir gerçek. Toplum içinde sayıları az olan görme engellilerin, yardımlaşma ve sosyal devlet anlayışı ile nispeten kolay bir hayat yaşadığını biliyoruz. Ancak romanda gözümüze sokulan sahnelerden yola çıkarak, bir insanın görme duyusunu kaybetmesinin yaşanabilecek en büyük felaketler arasında olduğu yüzümüze çarpılıyor. En başta beslenme ve tuvalet ihtiyaçları gibi temel yaşam becerilerinin dahi ciddi bir körlük eğitimi almaksızın başarıyla sonuca ulaştırılamayacağını, sonrasında bu ihtiyaçlar için oluşan kargaşada temel insani değerlerin azalarak yok olacağını acıyla fark ediyorsunuz.
Doktorun Karısı’nın gören gözleri, günbegün yok olmaya başlayan “Erdem ve ahlak” gibi temel insani vasıfların durumuna ayna tutuyor. Sahne artık id’in, yani İlkel Benlik’in oluyor. Karantina sürecinde yaşanan vahşet ve ahlaki değerlerin eriyip yitmesi ile birlikte ortaya çıkan felaketler silsilesi bizleri dosdoğru bir distopyaya sürüklüyor. Baskı, zorbalık, tecavüz, açlık ve ölüm; bu yeni ve alışılmamış yaşantıların ön koşulu oluyor artık. Saramago, kötülüğün bir sınırının olmadığını ısrarla vurguluyor ve toplumu temelde üç sınıfa ayırıyor: Kötüler, Direnenler ve Acizler.
Karantina altında kalan körlerin buradan kurtulması ile dışarıya, sokaklara taşması sonucunda görüyoruz ki toplum da bu salgın nedeni ile çoktan çürümüş ve hayatta kalmak, ahlaksız ve erdemsiz birtakım davranışlarla mümkün olmaya başlamıştır. Öne çıkan karakterlerin kurmaya çalıştıkları yardımlaşmayı ve ilkeli yaşama bilincini ise bu çürümeye bir başkaldırı olarak anlamak gerekiyor. Saramago, kimsenin sizi görmediği bir anda suça ne kadar meyilli olabileceğimizi gözler önüne sererken, küçük ve ısrarlı bir grup haricinde toplumun büyük oranda yozlaştığını, umursamaz davrandığını ve kötülüğün kendisi olduğunu anlatıyor.
Saramago, bunca kötülüğe rağmen sayıları az olan iyi insanlarla birlikte “Umut Vardır,” diyerek noktalıyor romanını. Bazen görebilmenin daha fazla acıya yol açabileceğini başarıyla aktaran Körlük, distopya sevenler için başucu kitabı olmaya aday…