Türk Edebiyatında bilhassa 2000’li yıllardan itibaren artan bir hızla bilimkurgu antolojilerine tanıklık etmeye başladık. Aslında başta Amerika olmak üzere diğer ülkelerde uzun yıllar bu minvalde pek çok eser üretilmişti. Ancak Türkiye’ye sirayeti ne yazık ki her şeyde olduğu gibi bu hususta da hayli gecikti. Buna rağmen 2010’lar ve 2020’lerle ivmelenerek artan bir üretimden bahsetmek mümkün. Pek çok farklı konseptte eser okurun ilgisine sunuldu. Bilimkurgu Kulübü bünyesinde yayımlanan Yeryüzü Müzesi, İlk ve Arz Cephesinde Yeni Bir Şey Yok bunların arasında öne çıkan örneklerden.
Radyoaktif Düşler ise bu noktada farklı kültürlerden yazarların aynı doğrultuda birleştiği özgün bir çalışma olarak karşımıza çıkıyor. Ünver Alibey‘in derlediği eseri oluşturan on bir yazar, bambaşka ülkelerde yaşamalarına ve zihinlerinde birbirinden hayli farklı dünyalar inşa etmelerine karşın bilimkurgu çatısı altında okura sarsıcı pencereler sunmayı başarıyor.
Mutlak Düzen Makinesi – Yasser Abu-elhassab
İnsanlık tarihinin en eski hikâyelerinde bile iradeyle ilgili sorgulamalar öne çıkmıştır. Birey olarak kendini algılamaya başlayan, diğer canlıların arasından “ayrıksı” yapısıyla sıyrılan insanın aklından geçen ilk düşünce zerresi bahsi geçen farklılığı anlamayla ilintiliydi. Doğaya, dağlara, bulutlara, güneşe, aya ve yıldızlara bakarak varlığını bir amaca dayandırmayı arzuladı. Evet, sahiden de bu bir arzuydu, zira hiçbir canlı öylesine var olma ya da rastgelelik ekseninde teşekkül eden bir varlığı keşfetmeyle ilgilenmiyordu; oysa insanın sahip olduğu farkındalık, çevresini anladığı ölçüde hem bir lanet hem de bir lütuftu. Tıpkı bir ilacın fazlasının zehre dönüşmesi gibi, kendi varlığının bilincine ulaşması iradesiyle yaşamını yönlendirme ve zamanla gelişen teknik becerileriyle elde ettiği imkânlar yabancı hissettiği ortamı bile “arzu”larına göre şekillendirebilme yetisi kazandırdı. Hikâyenin özü de daima buydu.
Mutlak Düzen Makinesi bu uzun girişin her noktasında saklı bir detaya farklı bir bakış açısı sunuyor. İnsanın irrasyonel bir canlı olduğu malum; üstelik varoluşçuların söylediğinin aksine varoluşun barındırdığı özgürlüğün beraberinde getirdiği sorumluluktan kaçınmak için kitleler hâlinde iradesini tanrılara, krallara, dini figürlere ya da siyasi temsil makamlarına devretmeyi seçiyor. Le Bon’un deyişiyle “Kitle, çobanına sadık bir sürüdür.” Öykünün konusu da kitlelerin iradesini bir yapay zekâya devretmeleri durumunda yaşanabilecekleri irdeliyor. Ancak işler çığırından çıkarak toplumsal histeriye dönüşüyor. Herkesin bağımlılık hâline getirdiği bu “akletme” işleminin ortasında kaos her yeri sarıyor.
AI Dedektiflik Hizmetleri – Chiara de Giorgi
AI ya da diğer bir deyişle yapay zekânın geleceğine dair varsayımlar bilimkurgunun ana izleklerinin başında geliyor. Hele ki son yıllarda OpenAI gibi önde gelen teknoloji şirketlerinin bu hususta yaptığı atılımlar konuyu daha fazla tartışılır hâle getirdi. Yapay zekânın sınırları, işlevi ve elbette geleceği birbiriyle ilintili biçimde mevzubahis edildiğinden, pek çok olasılığın değerlendirilmesi de kaçınılmazdı. Bunların en önemlisi de kuşkusuz: “Yapay zekâ tekillik denilen eşiği aşarak insansı düşünceye erişebilir ve kullanışlı bir aygıt olma işlevinden sıyrılarak bilince ulaşabilir mi?” sorusu. Bunun yanı sıra “insansı” vurgusuyla antroposentrik bir yaklaşımı dayatmanın, doğması muhtemel yeni bir türe dair algıyı yanıltması da olası diyebilir miyiz?
Sir Arthur Conan Doyle’ın ünlü karakterleri Sherlock ve Watson’dan esinlenen öyküde, yapay zekânın sebep olabileceklerine dair korkuyla inşa edilen bir entrikanın izi sürülüyor. Bahsi geçen öylesine derin bir korku ki, sırf yapay zekânın önünü kesebilmek için türlü entrikalara yol açılıyor. Ancak bu korku, aklı nasıl bu denli etkileyebiliyor? İrrasyonel davranışların, sonu gelmez çıkmazları… Öykünün eksi yanı, polisiye izlenimi vermesine rağmen felsefi bir soruşturmaya dayanması ama bunu da yeterince uygulayamaması. Güçlü bir polisiyenin yarattığı kuşkularla desteklenen bir kurgu çok daha etkileyici olabilirdi.
Uyumak ve Rüya Görmemek – İfestion Hristopulos
Rüyaların gerçeklikten kaçmak için uğranılan en kadim sığınaklar olduğu bariz bir gerçek. Schopenhauer’in de dediği gibi, hayat güzel olsaydı uyumak ve düşlerin sıcaklığına kavuşmak için an kollamaz, hatta uykuyu gereksiz, anlamsız bir israf olarak görürdük. Oysa hayatın güzelliği başka hayatların olanaksızlığından kaynaklanan avuntudur yalnızca. Elindekine sarılan insan, bu dünyaya fırlatıldığı cesedine hayat katmaya çabalarken kendini kandırmaya da çalışır. Hâlbuki durmadan acı biriktirdiğimiz bu dünyada gördüklerimiz “radyoaktif düşler”den başka nedir ki? Poe’ya nazire yaparcasına, tüm gördüğümüz ve göründüğümüz…
Ya rüyalar görmeseydik, ya bütün renkler, sesler ve koku öylece ortadan kalksa; dokunuşlar hissiyatını yitirse ve yüzeyler belirsizleşse? Tekinsiz bir yerde kimliğini arayan karakterin gözünden zehir soluyan vahşiliğin izlerini sürüyoruz. Çevresinde tanıdığı kim varsa ne kadar yabancı kaldığını anlıyor ve bunu soruşturuyor. Öykünün derin dünyası kasvetli bir düşler sahnesine davet ediyor; fakat yer yer yaşanan tempo sorunu okumayı zorlaştırabiliyor.
Gerçeklik Yırtığı – Elana Gomel
Hızlı bir aksiyonla giren öykü, henüz girişinde söylediği cümleyle içeriğine dair bir fikir veriyor: Etiketleme çok yorucu bir iştir. Böylece “etiketleme” ifadesinin ortaya çıkardığı çağrışımlar üzerinden ilerlemeye başlıyor öykü. Doctor Strange’in çoklu evrenlerde gezindiği Multiverse of Madness’ta gerçekliğin incecik perde misali yırtıldığı ek bir sahne vardı. Bu görsel ifade, içinde bulunduğumuz yaşamın aslında bir dekoru andıran yüzeyselliğini temsilen yerleştirilmişti kuşkusuz. Farklı gerçeklikleri görme yetisi kazanan bireyi de üçüncü gözünün çıkmasıyla anlatırken, yani üçüncü göz çakrasının temsiliyle aydınlanmayı ifade ederken, gerçekliği aştığını gösteriyor. Yani özetle, Huxley’nin deyimiyle algı kapılarının aralanmasıyla önüne evrenin sonsuzluğu seriliveriyor.
Peki evrenin sırlarının yok oluşta gizlendiği bir gerçeklik var olsaydı? Meçhul bir gelecekte geçen öykü, gerçekliğin parçalandığı bir dünyada insanların bulduğu geçici çözümlerin yıkımı nasıl hızlandırdığını anlatıyor. Roman tadında bir öykü. Tek sorun yine tempo gibi görünüyor. Vonnegut’tan ilhamla, nerede frene ve gaza basacağını bilmek okuru koltukta tutmak için önemli.
Orman Perisi – Dimitra Nikoladiou
İnsan zihninin dehlizlerine indiğimiz esrarengiz yolculuğu cüretkâr sahnelerle sergileyen bir öyküyle karşı karşıyayız. Kendini başkalarının zihnindeki yansımalarıyla tanımlamaya çalışan karakterin dudaklarından dökülenlerle çözülmeye başlayan gizemin aslında karanlık yönler barındırdığını ve adım adım ilerledikçe bunun gölgesi olduğunu keşfediyoruz.
Öyküde Orman Perisi adında bir mabetten bahsediliyor ve yanına ulaşmak için antik kentin kalıntılarına dalmak gerekiyor; oysa buraya ulaşanların gördükleri yalnızca o değil. Jung’un yaklaşımıyla bireyin kendi gölgesiyle karşılaşması belki de bu denli sarsıcı bir etki yaratıyor. Aynayla yüzleştiği ve benlik algısını inşa ettiği o ilk andan itibaren şekillenen ne varsa, görünen yüzü kadar görünmeyenin de hesaba katılması zaten edebiyatın nice Dorian Gray’lerini ortaya çıkardı. Orman Perisi’nin varlığı ise baktığıyla olduğu arasındaki ayrımı teşhir çabası. Öykü boyunca zamanlar arasında geçiş yapılıyor ve zamana dair sorular cesurca irdeleniyor.
Yansıma – Tuğrul Sultanzade
Uzayın sonsuzluğunda kaybolmak mı yoksa kendi zihninin ıssızlığında sürgün olmak mı daha korkunçtur? Katlanmış zamanın bükülen detaylarında çıkıntılık yapan anılar öylece fışkırırcasına yüzeye çıkar ve dipsiz kuyuya gömülürken güç bela soluklanma çabasıyla başını göğe yöneltirsin; işte çaresizlik hissi, yani Tuğrul’un kaleminden okura yansıyan tam da bu.
Bilinmezin o derin boşluğunda insan kendine dair ne varsa ortaya çıkarır usulca; Nietzche’nin de dediği gibi; “Bir uçuruma baktığında, unutma ki o uçurum da kendi derinliğiyle sana bakar.” Uzayın boşluğunda kaybolan iki kişi için de başka gezegenlerde başlaması gereken yaşam umutlarının soluşunu tıpkı bu metaforda olduğu gibi görüyoruz. Sonsuz bir karanlığın içine düşüşleriyle…
Her şeyin dozajında olduğu ve tüm parçaların itinayla yerleştiği etkileyici bir bütün; kısaca muazzam.
Dünyadan Daha Değerli – David Bry
Irkların varlığı, ortaya çıkışı ya da ırklar arasındaki ilişkilerin tarih boyunca izlediği seyir, antropolojinin ilgi alanı bilindiği üzere. Bilhassa kültürel bağlamda yürütülen analizlerde ırkların bahsi kaçınılmaz biçimde açılıyor. Bunda en önemli etken, yerleşik anlayışların değişimi veya bilinmeyenle iç içe gelişen değişimin yarattığı korku. Sözgelimi tarih boyunca gözlemlenen “ırkçı” tavırların, yani başka bir deyişle kendinden olmayan “öteki”nin dışlanması ya da başkalığından ötürü yargılanması, temelde bilinmeze dayanıyor. Afrika’dan Avrupa’ya gemilerde taşınan insanların gemi mürettebatınca değerlendirildiği düşünce yapısına bakmak bunun için yeterli. Bir “insan” var, bir de gördükleri “insan dışı”lar. Gılgamış’ta Enki’nin tasviri de ayrıca bunu anlamak açısından ipucu veriyor. Hayvanlarla gezen ve onlardan ayırt etmesi mümkün olmayan bir canlı için insan diyemezsin; oysa insan tanımı ayrıksılığında saklıdır yaygın anlayışa göre ve bu asırlarca aynı çizgide ilerleyerek sürüyor.
Oysa bütün bu ayrımların geçiciliğini idrak için var olan şartların değişmesi yeterli. Afrika kökenli insanların, bu kez geçmişin aksine kendilerini sürgün eden insanları kurtardığı bir öyküyle karşı karşıyayız. David Bry, kolonizasyon çağında ırkçılık meselesini de bu bağlamda irdelerken önemli bir soru soruyor: Vazgeçilmeyecek şeyleri dahi feda etmemiz gerektiğinde ne yapmalıyız?
Sahtekâr – Cem Can
İstanbul’u böyle çılgın bir siberpunk tahayyül eşliğinde gezinmek, kısa bir turda bile ilgi çekici diyerek başlayabiliriz. Şehrin tarih boyunca geçirdiği dönüşümü göz önünde bulundurunca hele, anlatılanlar bir şekilde zeminine oturmayı başarıyor. Bilinç-beden ve bununla ilintili olarak kimlik meselesini de işleyen sürükleyici bir kurgu da eklenince, okuma iyice ilgi çekici bir hâl alıyor.
Kimliği çalınan bir hırsız sorunu çözmeye çalışırken, nerede yanılmış olabilir sizce? Sahi hiç düşündünüz mü? Sizi siz yapan tam olarak nedir? Sorunun yanıtı belki de öyküde saklı.
Opalesans – Selin Arapkirli
Bilimkurgunun yalnızca uzak dünyaların gösterişli teknolojilerini ve egzotik atmosferini anlatmaktan ibaret olmadığını göstermek istercesine incelikle işlenen bir öykü bizi bekliyor. Şeriatla yönetilen bir diyara ve kadın kahramanımızın yalanlarla dolu bu diyarda verdiği amansız bir mücadeleye yelken açıyoruz; oysa her şey tanıdık.
Opalesans, bilimkurgunun bir kaçış edebiyat olmakla itham edilmesine karşın aksine gerçeğin ne kadar derinlerine nüfuz edebileceğinin en belirgin örneklerinden biri.
Ölüm Hiçbir Şeyi Değiştirmez – Julia Richard
Her başlangıç geleceğe dair umut dolu beklentilerle doludur. Seneca ne güzel söylemiş: “Herkes mutlu yaşamak ister, ancak yaşamı mutlu kılan şeyin ne olduğunu görmek konusunda zihinleri kördür.” İşte tam da bu körlük yaşamı çoğu vakit cazip kılıyor. Oysa aldanış perdesi araladığında ortaya gerçeğin yüzü çıkıyor; ya yakıyor ya da üşütüyor, buz kestiriyor. Öyküde, mutlu mesut başlayan bir ilişkinin sonrasında ağır ağır tekinsiz bir gerçekliğin kucağına doğru savruluşunu okuyoruz. Çünkü hiçbir şey aslında göründüğü gibi değil.
Üstelik insanın bundan kaçmak için yapamayacağı pek az şey var. Kendi sınırlarını dahi aşmayı göze alabilir; ancak sınırları nereye kadar esnetebilir? En çok neyi feda edebilirsin? Gerisi öykünün sarsıcı sonunda.
Sürünen Şeyler – Onur Selamet
Deliliğin kimin kimi kafeslediğiyle ilgili olduğu meselesini çağrıştıran öykü, bir insanın inandıkları uğruna neler yapabileceğini vurguluyor. Yanılgının oluşturduğu ve peşi sıra zihnin karanlıklarında iyiden iyiye karmaşaya dönüşen takıntılı düşüncelerin yarattığı karabasanlar, bilinci kör kuyularda boğarak gerçeklik algısını bozuyor. Yıldız suretinde bir bilinçle iletişime geçtiğini düşünmeye başlayan karakterimizin de gitgide kontrolünü kaybetmeye başladığına şahit oluyoruz.
Ancak bütün mesele bundan mı ibaret? Aşkın fikirlerin var olabileceği ihtimali hiç mi muhtemel değil? Ya bu ihtimal uğruna yapılabilecekler? Zihnin derinliğinden karanlıklar devşirmek zor olmasa gerek.