Tahsin Yücel’in Gökdelen’i İçin Distopya Düzleminde Bir Değerlendirme

2073 Türkiye’sini anlatan Gökdelen’de temel izlek yargının özelleştirilip patronlara satılma hikayesidir. Yargı organı elde kalan tek kamusal kurumken ülkenin dağı, taşı, maden ocakları, ormanları, denizleri, havaalanları, yolları, köprüleri, üniversiteleri, müzeleri, limanları, fabrikaları, hastaneleri ve hatta çöpleri bile özelleştirilmiştir. Sadece bu da değil, karasuları boylu boyunca Amerikalı bir şirkete satılmış, tarihi yerler şirketlerin talebine göre yok edilmiştir. Böyle bir yönetim anlayışının hakimiyeti söz konusuyken ülkedeki doğal kaynakların durumunu, şehirleşme anlayışının sonuçlarını, toplumsal ve bireysel yapının birbirleri ve devletle ilişkisini tahmin etmek zor olmasa gerek.

Romanda bu yan unsurlar hem toplumsal hem de siyasi bir eleştiri etrafında, özellikle vahşi kapitalist sisteme karşı ironik bir bakış açısıyla tek tek işlenir. Toplumla birlikte birey de şehir ve birçok parçaya bölünmüş halk katmanları arasında ele alınır. Tahsin Yücel’in geleceği şimdiden düşünmeye sevk eden, yergi dolu romanı Gökdelen’i yukarıdaki bağlamlarla ele almadan önce, distopya eserlere motivasyon sağlayan zeminlere göz atmakta fayda var.

Karanlık Geleceğin Kapsam Aralığı

Distopya diye isimlendirilen eserlerin ortaya çıktığı dönemlere bakacak olursak dünyayı yıkıma götüren, kitlesel felaketlere neden olan olayların tıpkı gerçekçi romanlarda olduğu gibi, bu türde de kurguya direkt etki ettiğini görürüz. Geride kalan yüzyılın doğrudan ve dolaylı en büyük sıkıntılarına, üzüntülerine sahne olan birinci-ikinci dünya savaşının sebep ve sonuçları incelendiğinde karanlık gelecek tasviri kaçınılmaz durur. Yıllar süren savaş atmosferinin, gezegenimizi içinde nefes alan tüm canlılarla birlikte nasıl karanlığa sürüklediğini tarih sahnelerinde satır aralarında değil, bütünün kendisinde okuyabiliriz. Tüm o acıların oluşturduğu ortak hafızanın, yazarlar ve gelecek hakkında kalem oynatanların üzerinde nasıl bir etki yarattığını, onların bireyin ve toplumun gelecekteki konumuna bakışlarını hangi yönde etkilediğini şu an bulunduğumuz zaman diliminde de kolaylıkla anlayabiliriz. Hatta manzarayı somutlaştırmak için günümüzde rağbet görmeyi sürdüren bazı eserlere bakmak yeterli olacak, artık klasik niteliğine kavuşmuş bu yapıtlarda, dönemin dinamiklerini görmek için özel bir çaba sarf etmek de gerekmeyecektir.

Kurgusal türlerin ortaya çıkma aşamalarının analizinde, en temel katman, eserin üretildiği çağdan yansıyanlardır. Türün ilk örneklerinden olan Zamyatin’in Biz isimli eserinin yakın döneme kadar politik sebeplerle Rusya’da yasaklanması, Orwell’ın bazı eserleri hakkında spekülasyonların ortaya atılması aynı düşüncenin göstergesi sayılabilir. Bilimsel sıçramaların kendini ufaktan ufaktan hissettirdiği on dokuzuncu yüzyılda, yazarların geleceği düşlerken bazı heyecan verici gelişmeleri kurgularını desteklemek adına kullandıkları görülür. Bilimkurgu bu alanda başı çeker. Hız kazanan uzay çalışmaları, genetik mühendisliği, artık her kesime ulaşan teknolojik ürünlerin yaygınlaşması konu sınırlarını genişletmiş, hem insan faaliyetleri hem de suç tanımlarını farklılaştırmıştır. Öncesinde, özellikle Rönesans ve Aydınlanma Dönemi’nde düşünürler -teknolojiden bağımsız olarak- daha iyi bir dünyanın mümkün olduğu umuduyla ütopyalara yönelmişlerdi. Anlaşılan o ki dünyanın nereye doğru yol aldığını kestirmek, yazarların bu kapsamdaki görüşleri, onların eserlerinin geleceğe dair öngörülerini şekillendirmektedir.

Günümüzde distopya eserlerinde konu ve atmosfer açısından iki faktör öne çıkar. Birincisi, yönetim ve dolayısıyla ekonomik sistemlerdir. Otoriter rejimin insanların zaaflarından faydalanması, onları din veya farklı bir birliktelikle manipüle etmesi, farklı düşünenlere kendi siyasi görüşünü dayatmasıyla ortaya çıkan tablo artık herkes tarafından ezberlenmiştir. Böyle bir kurgu için teknolojik herhangi bir aygıt kullanılması gerekmemektedir, Andreas Frangias’ın Veba isimli eserinde gördüğümüz gibi. İkinci faktör büyük oranda teknolojiyle ilgilidir. Teknoloji bilim insanlarının çalışmalarıyla ortaya çıksa da onu topluma sürenler, kullanımını sağlayanlar bilim insanları değildir. İşin bu kısmını idare edenler şirketler ve kimi zaman devlet organları olduğundan, genelde bilim ve teknolojiyi ortaya çıkaran motivasyonun amacından sapmalar yaşandığını görmekteyiz. Dolayısıyla kimi durumlarda teknoloji de insanlar üzerinde bir karanlık iklim yaratılmasında temel etken halini alabilmektedir. Şu sıralar teknolojik gelişmelerin insanlarda korku yaratmasının sebebini de böyle bir görüşle açıklayabiliriz. Uranyum atomlarından nükleer enerji elde edilmesi bilim insanları için heyecan verici bir keşifti ancak işin içine siyaset girince bu gelişme kitlesel ölümlere yol açan bir silaha döndü.

İşte tam da böyle bir zamanın içindeyiz. Dolayısıyla yaşadığımız çağda edebiyat veya sinema ortamında birçok anti-ütopya eseri çıkması ve yazarların bu türde bir yapıt ortaya koyma motivasyonunda olmaları şaşılacak bir durum değil. Bilim ve teknikteki ilerlemenin genel anlamda insanların refahına, daha iyi bir geleceğe hizmet edeceği düşüncesi iyimser bir bakış açısından ibarettir. Uçuk fiyatla satın alınan teknolojik ürünler veya yazılım hizmetlerinin ötesinde, dünyanın büyük kısmında kitleler açlık sınırında yaşamaya devam etmektedir. İnsanlığın Ay’a adım atması kuşkusuz tarihi bir andı ancak bu edimin sebebi türümüzün neler yapabileceğini ispatlamak değil, soğuk savaştaki güç gösterisiydi. Vahşi kapitalizmin ortaya çıkardığı bu durum, distopyanın sadece bir kurgudan ibaret olmadığını, biz ne kadar görmesek veya görmezden gelsek de, diğerleri için bir şeyler yapma motivasyonu sağlayamasak da onun hayatın tam içinde yer aldığını bize göstermektedir. Gökdelen tüm bu vahşiliği birden çok katmanda ele aldığı, perspektif olarak yaşadığımız ülkeyi seçtiği için değerlendirilmesi gereken önemli bir eser.

Tahsin Yücel’in Edebi ve Dilbilimsel Kimliği

Tahsin Yücel Yazının Sınırları isimli denemesinde Victor Hugo için Fransız yazınının en geniş soluklu ozanı ifadesini kullanmıştır ki kendisi için de Türk edebiyatındaki yerinin benzer bir konumda olduğunu söylemek mümkün. Bazen kullandığımız dile dair hissettiğimiz açlığı giderecek yazar ve kitaplar keşfetmemiz gerekebilir. Özellikle roman, öykü gibi edebi türleri okumaya bir süre ara verdiyseniz bu türden bir açlık yüzeyde ve derinde kendini belli eder. İşte bu açlığı gidermek için aranıp durduğunuz o an karşınıza çıkabilecek en doyurucu yazarlardan biri şüphesiz Tahsin Yücel’dir. Dilbilim alanında çağımızın önemli isimlerinden biri olmasının yanında roman, öykü ve deneme türünde önemli eserlere imza atmış, yaptığı nitelikli çevirilerle birçok yabancı eseri edebiyat dünyamıza kazandırmıştır. Sadece denemelerini okumak bile zihninde edebiyat ortamı için başlı başına sayısız katman yaratsa da özellikle Yalan isimli dev romanında içeriğin estetikle uyumunu ve Türkçenin gücünü görürüz. Şüphesiz eserlerinde Türkçeye hakimiyeti dikkat çekici bir düzeydedir, bunun yanında kelime seçiminde Nurullah Ataç gibi Türkçe kökenli ifadeleri tercih etmesi kimi okur kitlesi için anlaşılmaz ve tuhaf bulunur.

Söylemek gerekir ki Tahsin Yücel 2006’da Gökdelen’i yayımladığında yetmiş küsur yaşındaydı. Ülkenin yakın dönem acılarını, felaketlerini, siyasi kırılmaları, askeri darbeleri bir aydın olarak tecrübe etmişti. Pek çok aydın gibi onun da kafasında ülkesi adına kimi beklentiler taşıdığını, ancak gerçekleşmeyen bu beklentilerin onda bazı hayal kırıklıkları yarattığını Gün Ne Günü? isimli deneme kitabında görebiliriz. Bununla birlikte ayrıca bir romancı olarak tüm bu düşünce ürünlerini ülkesi için bir gelecek öngörüsüyle ele alması kayda değer bir eylemdir. Zira ortaya Gökdelen gibi bir roman çıkmıştır. Hocam Ahmet Cemal’in ifade ettiği gibi, yaşanan çağın ve coğrafyanın sesi olmayı beceremeyen bir edebiyat nefessiz kalmaya mahkumdur, Tahsin Yücel gibi yazarlar ise edebiyatımıza gerçek anlamda nefes olmayı başarmışlardır. Yazar Gökdelen’de Türkiye’nin geçmişten bugüne birbirinin ardılı gibi görünen siyasi eğilimlerini, yönetimde atılan kimi anlaşılmaz adımları, devlet-toplum-birey ilişkisini zincir halkaları gibi birbirine geçirir. Belki de romanı gelecekte gerçekleşmesi muhtemel özelleştirme adımlarına karşı bir ilgi uyandırmak için kaleme almış, toplumsal yapıdaki dengesizliği, gelir adaletsizliğini, devletin sosyal anlayışındaki tersliklerin nerelere varabileceğine bir ışık tutmak istemiştir.

Gökdelen’de Bireyin Konumu

2073 Türkiye’sinde 105 il bulunmasına rağmen ülkenin nüfusu son yarım yüzyılda giderek azalmıştır. İstanbul artık sadece gökdelenlerin hâkim olduğu bir şehirdir. İnşaat çalışmaları son hız devam ederken yeni gökdelenlere yer açmak için kenarda köşede kalmış tüm küçük yapılar yıkılmaktadır. Şehirdeki bu dev yapıların en önemli özelliği hepsinin genişlik, yükseklik ve iç mimari anlamında kesin bir aynılığa sahip olmalarıdır. Yerden yüzlerce metre yükseklikte yaşayan insanlar işlerine veya sağa sola özel mekikleriyle gitmektedirler.

Romanın ana karakteri ülkenin en ünlü ve saygın avukatı Can Tezcan’dır. Eşiyle birlikte İstanbul’da, bir gökdelenin yerden beş yüz elli metre yükseklikteki lüks dairesinde yaşamaktadır. Onlarca avukatın görev yaptığı Tezcan Avukatlık Kurumu A.Ş.’nin sahibidir. Gençlik zamanlarında Marksçı ideolojinin peşinden sürüklenmiş, çeşitli eylemlere katılmış, iş hayatına geçtikten sonra ise ideallerinin uzağında kalmıştır. Her şeye rağmen içten içe geçmiş günlere özlem duymaktadır. Eşi Gül Tezcan da kendisi gibi avukat olsa da mesleğinden uzun süredir uzaktadır. İkisinin başka bir ortak özelliği ise Dostoyevski hayranlıklarıdır. Yıllardır evli olan çiftin çocuğu bulunmamaktadır, Gül Tezcan ise durumu, “Kelebeklerin kökünün kuruduğu bir dünyaya çocuk istemem” düşüncesiyle savunur.

Romanın önemli karakterlerinden diğeri, Can Tezcan’ın en önemli müşterilerinden biri olan Temel Diken isimli Trabzonlu bir müteahhittir. Ülkenin bu alandaki en önemli kişisidir, İstanbul’daki gökdelenler onun eseridir. Lakabı Niyorklu olan bu iş adamının hayatındaki en büyük amaç İstanbul’u New York gibi gökdelenlerle donatmaktır. Şehre bir düzen getirme niyetinde olduğunu dile getirmekte, hastalık ve mikropların yer seviyesinde daha hızlı yayıldığından, gökdelenlerdeki yaşamın insanı bu tür belalardan koruyacağını iddia etmektedir. Ayrıca Sarayburnu’na Amerika’daki Özgürlük Anıtı’nın aynısını fakat üç katı yüksekliğinde olacak şekilde dikmek istemektedir. Yalnız, gökdelen dikmek istediği en stratejik noktada Hikmet Şirin isimli emekli bir öğretmenin evinin bulunması, bu kişinin ev ve arazisini bir türlü satmaya yanaşmaması elini kolunu bağlamaktadır. Can Tezcan’la bir süredir çözmeye çalıştıkları bu sorun, ülkenin yargı sistemini kökünden etkileyecek seviyeye kadar gelir. Can Tezcan, her bir karışının ve tüm kurumlarının özelleştirildiği bir ülkede, yargıyı da bu özelleştirmelerin içerisine dahil edip başına kendisi geçtiğinde, emekli öğretmenin elinden arsayı alabilecekleri düşüncesini açıklar ve geri dönülemez bir yola girilir.

Yargının özelleştirilmesine dair tüm adımların içinde yer edinen Mevlüt Doğan ülkenin mevcut başbakanıdır. Muhafazakâr görünmesine rağmen rantçı, cebini düşünen, çıkarılan yasalarda, özelleştirmelerde bakanlarıyla birlikte kendi payını da eksik etmeyen biridir. Yargının özelleştirme aşamasında yine benzer bir yol izlemek istemesi muhtemeldir. Hükümete ters düşen kişilerin varını yoğunu alıp içeri tıkmak için her yolu dener. Baş karakter Can Tezcan onu Karamazov Kardeşler’in herkesten ve her şeyden kötü kişisi Smerdiakof’la özdeşleştirir.

Rıza Koç ise gençlik dönemlerinde Can Tezcan’ın aynı siyasi akımda hareketli zamanları birlikte paylaştığı yakın bir arkadaşıdır. Ancak Rıza Koç, arkadaşından farklı olarak hâlâ gençlik ideallerinin peşinde koşmakta, sürekli hapse girip çıkmaktadır. Can Tezcan’la uzun sohbetlere girip ona ülkenin görünmeyen yüzünü tüm çıplaklığıyla açıklama gayesi güder. Özellikle Yılkı İnsanları’nı tüm ayrıntıyla resmettiği konuşmalar Can Tezcan için sarsıcı olur. Rıza Koç romanın düzen karşıtı, ayrıksı iki karakterinden biri olarak öne çıkar. Varol Korkmaz Can Tezcan’ın en yakın arkadaşım dediği kişidir. Ülkeye muktedir iktidarın ve iktidarın kontrolündeki yargının azizliğine uğramış, herhangi bir sebep yokken iki yıl hapis yatmıştır. Can Tezcan’ın aklına yargıyı özelleştirme fikri gelmeden önce tek düşüncesi neyle suçlandığı belli olmayan Varol Korkmaz’ı bir an önce özgürlüğüne kavuşturmaktır. Bu noktada Varol Korkmaz’ın bir yönüyle Kafka’nın Joseph K.’sına benzediğini düşünebiliriz. Baş karakterimiz arkadaşının davası için “Suçsuzluk bir düş oldu artık” ifadesini kullanır.

Emekli öğretmen Hikmet Şirin romanda gerçek anlamda başkaldırının simgesi olarak karşımıza çıkar. Temel Diker’in Gökdelen yapmak istediği stratejik bir noktadaki evini ve arsasını hiçbir teklif ve koşulda satmaya yanaşmamaktadır. İki oğlunun söz konusu evde doğduğunu, karısının aynı evde son nefesini verdiğini, evini bin bir güçlükle yaptığını ve ölene kadar bu dört duvar arasından çıkmayacağını söylemektedir. Vahşi kapitalist düzen, çeşitli siyasi paslaşmalar ve rant uğruna atılan adımlar yüzünden evini elinden almak isteyenlerle savaşmak zorunda kalır.

Gökdelen’de Toplumsal İkilik

Romanda kurguya girip çıkan birkaç karakter daha olmasına rağmen, yukarıda sayılan isimlerin olay örgüsünün gelişimi ve çözülmesinde kilit noktada durduklarını söyleyebiliriz. Anlaşılacağı üzere Gökdelen’de öyküyü sürükleyen karakterler hali vakti yerinde, hayatlarında başarılı insanlardır. Ancak yapay bir ortamda, özellikle yönetim kademesindeki insanların birbirine sahte dostluklarla yaklaştığı ve siyasi ortamın arkadan iş çevirmelerle yönlendirildiği bir ortamda halk tabakasının yaşamını görmek zorlaşır. Burada romanın bir distopyaya yaraşır sisli atmosferini hissettirme konusunda, öykünün aykırı karakterlerinden Rıza Koç’un kurguda önemli bir yer edindiğini görürüz. Eserin bütününde distopya izleğinin yargının özelleştirilmesi hamlesiyle verilmesi bir yere kadar etkileyicidir. Bir ülkenin eğitim kurumlarından yargısına, her bir karış toprağından karasularına kadar bütünüyle özelleştirilmesi ve bunun sonuçları distopya unsuru olarak değerlendirilebilir. Ancak tecrübeli ve türün farkında bir okur haliyle kurgudaki insan faktörünü de görmek, daha doğru bir ifadeyle, mevcut atmosferin toplum ve insan üzerindeki etkisini tüm katmanlarda anlamak isteyecektir. İşte bu noktada emekli öğretmen Hikmet Şirin’in başına gelenlerin haricinde, Rıza Koç’un ısrarla üzerinde durduğu, gökdelendekilerden farklı olarak hayatlarını toprağa basarak, doğaya sığınarak idame ettiren Yılkı İnsanları’nın tasviri sisli atmosferi ikiye-üçe çarparak pekiştirir.

Romanda eylemlerini takip ettiğimiz grup, Gökdelenlerin tepesinde iş yapan, yemek yiyen, kaliteli içkiler içen, oradan oraya mekikleriyle gidip gelen kişilerden oluşmaktadır. Bu varsıl hayata rağmen, iş insanlarının maddi menfaatleri ön plana alan ilişkilerinin, diğer tarafta, yönetim anlamında rüşvet ve çıkar çarklarıyla hareket eden idarenin ne kadar yozlaştığını görebiliyoruz. Gökdelenlerin dışında kalan, yani yerdeki durum toplumsal düzenin ikinci ve yıkıcı katmanını oluştursa da oradaki manzarayı öyküde anlatıcı gözünden görmemiz istenmemiştir. O dünyayı temsil eden iki isyankâr karakter Rıza Koç ve Hikmet Şirin’in gökdelendekilerle sürdürdüğü ilişkiler, Rıza Koç’un Yılkı İnsanları’yla olan birlikteliği bize yerdeki acımasız dünyanın manzarasını fark ettirir. Öyle ki Rıza Koç Yılkı İnsanları’ndan söz ettiğinde, B-164 sayılı gökdeleninde, yerden beş yüz elli metre yüksekte yaşayan Can Tezcan buna inanamaz ve basında konuyla ilgili hiçbir şey okuyup görmediğini sözler.

Gökdelen’de bireyselleşme çabalarının maddi bencillikten öteye geçemediğini fark ederiz. Ülkede evrensel tek değer paradır. Özgürlük kıstasının her şeyin satılabilmesiyle ölçüldüğü bir ülkede bireyler vahşi kapitalist sistemin çarklarında ezilmekte, ona uyum sağlamak için yapay hayatlarında yaşıyor numarası yapmaya zorlanmaktadır. Kısaca, insani değerlerin yerini her anlamda kapitalist anlayış ele geçirmiştir.

Gökdelen’de Doğanın Akıbeti

Romanda özelleştirmenin, vahşi kapitalizmin sonuçlarını hayatın her noktasında görmek mümkündür. Doğada olup bitenlere bakacak olursak kuşlardan sadece karga, böceklerden de kara sinek kalmıştır geriye. Kelebekler yok olmuştur mesela. Doğa kendini kaybetmiş, insanların çoğu toprağa ayak basmayı unutmuştur. Atların ve eşeklerin kökü de neredeyse kurumuştur. Romanın başkaldırıyı simgeleyen karakteri Hikmet Şirin’in evinde gizlice beslediği dokuz kedi onu gören diğerleri için bir korku kaynağıdır. Yılkı İnsanları doğayla bütünleşse de yeme-içme noktasında doğadaki kaynaklar hızla tükenmektedir. Gökdelenlerde yaşayan güruh için besin maddelerinin hemen hemen hepsi seralarda üretilmektedir. Bunun yanında ülkenin suları özelleştirildiği için toplumun yüzme eylemini neredeyse unuttuğunu, bir zamanlar denize giren garip insanların varlıklarının tartışıldığını görürüz.

Yılkı İnsanları – Gökdelen İnsanları

Romanda aynı ülkede iki farklı dünya yaşar ve büyük bir eşitsizlik hüküm sürer. Zenginler ve yoksullar arasında büyük bir uçurum vardır. Öyle ki Yılkı İnsanları denen ve sayıları birkaç milyonu bulan bir grup, tüm o gökdelenli şehir hayatından uzakta, kendilerini tamamen doğaya bırakmış durumdadırlar. Yılkı İnsanları tepedekiler tarafından, basın tarafından görmezden gelinmekte ve kendi hallerinde, sınırlarının dışına çıkmadan yaşamaya zorlanmaktadır. Böyle bir topluluğun ortaya çıkışına neden olan şey tabii ki ülkede dağın taşın özelleştirilmesi, bu nedenle yoksulların, sermayesi olmayanların kendilerine toplum içinde bir yer edinememesidir. İlköğretim bile tamamen özelleştiği için okul masrafları nedeniyle yoksullar eğitim alamamaktadır. Diplomasız bu insanlar toplumda kendilerine yer bulamayıp gökdelenler dünyasının dışına itilmektedir. Yılkı İnsanları her şeye rağmen çareyi doğaya sığınmakta görmektedir.

Romanda görüş açımız gökdelendekiler tarafından oluşturulsa da Gökdelen İnsanları ile Yılkı İnsanları için kafamızda farklı iki dünya resmetmemiz hiç de zor değildir. Yılkı İnsanları kapitalist düzenin dışında kalmış, kendini doğaya bırakmış, siyasi-toplumsal düzlem tarafından görmezden gelinmiş, mücadeleci, Gökdelen insanlarına karşıt, varlığı yukarıda yaşayanlar tarafından yadsınmış bir gruptur. Toplumsal normların, özelleştirmelerin yarattığı vahşi kapitalizmin dışında kaldıkları için çocukları okula gidemez, onlara kendileri eğitim verirler.

Dağda, bayırda aç, çıplak dolaşmaya; ağaç kabuğu, ot, solucan, çekirge, kurbağa, kaplumbağa, yenilebilecek ne bulursa yiyerek, içilebilecek ne bulursa içerek oradan oraya sürüklenip durmaya mahkûm edilmişlerdir. Romanda temel nesne olarak gökdelenlerin seçilmesinin amacı Yılkı İnsanları ile diğerleri arasındaki farkı ortaya koymaktır. Gökdelenin beş yüzüncü metresinde yaşayan bir avukat, ayakları daima toprağa değen Yılkı İnsanları’nı yıllardır görmemiş, fark etmemiştir. Aynı şekilde, yine ayakları toprağa değen Hikmet Şirin’in eviyle ilgili hisleri-düşünceleri, gökdelendekiler tarafından değersiz görülmekte, şehre bir gökdelen daha dikilmesi adına emekli öğretmenin hatıraları ve iç huzuru yok sayılmaktadır.

Gökdelen’de ana izleğin yargının özelleştirilmesi olduğunu en başta ifade etmiştim. Bu fikrin nasıl ortaya çıktığına ve sonuçlarına da kısaca değindim. Yargının özelleştirilmesi konusunda basın araçlarının nasıl kullanıldığını, gazetelerde ve televizyonlarda yapılan tartışmaları, siyasetçilerin bu radikal fikir karşısında takındıkları tavırları, özel yargının yasalaşma sürecinde siyasetçilerin rant devşirme çalışmalarını, yargı özelleştikten sonra kurulan Türkiye Temel Hukuk Ortaklığı A.Ş.’yi ve onun paydaşları olan patronları, kısaca temel izleğin aktörlerini ve eylemlerini yüzeye yansıtmadım. Amacım daha çok yargının özelleştirilmesi fikrinin bile çabucak benimsendiği bir atmosferin öncesini ve sonrasını incelemekti. Şüphesiz hukuk literatürüne hâkim kişiler romanın bu mevcut katmanını daha farklı bir gözle görme şansına sahipler. Ben ise yazımda daha çok öyküye ve onu oluşturan insana-topluma odaklandım.

Bir yergi ustası olan Tahsin Yücel’in gelecek öngörüleriyle bezeli bu eserini alışıldık bir distopya yaratmak düşüncesiyle kaleme aldığını düşünmüyorum. Eserlere onun ne olduğuyla ilgili etiket yapıştıran genelde bizleriz, yani okurlar ve onu eleştirenler. Gökdelen için bir bilimkurgu denmese de içinde bilimkurgu öğeleri taşıdığını söylemek mümkün. Gökdelen için bir distopya denmese de bildik distopyaların gelecek için resmettiği puslu, net olmayan, bu yüzden de rahatsız edici izleklerini taşıdığını söylemek mümkün. Gökdelen için kesin olarak söyleyebileceğimiz şey, onun yaşadığımız toprakların gerçeklerini belki de geleceğe taşıdığıdır.

Yazar: Serdar Yıldız

İllet (roman), Karanlık Gökkuşağı (öykü), Yüksek Doz Gelecek (beş yazar beş bilimkurgu kısa romanı), Silsile (Ödüllü Bilimkurgu Öyküleri), Arz Cephesinde Yeni Bir Şey Yok (Bilimkurgu Öykü Antolojisi).

İlginizi Çekebilir

Omelas ve Um-Helat

Edebi Bir Karşılaştırma: Omelas vs Um-Helat

Ursula K. Le Guin‘in kısa hikâyesi Omelas’ı Bırakıp Gidenler (The Ones Who Walk Away from …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin