“Hiç kimse başkasından üstün değildir. Hiç kimsenin başkasının görevlerini tayin etmeye hakkı yoktur.” Durdu, düşünceli düşünceli ona baktı. “Eğer Dünya’da böyle aptalca bir gücü kullanan varsa, bu yalnızca budalalar ona izin verdiği içindir. Onlar özgürlükten korkuyorlar. Emir almak hoşlarına gidiyor. Ne adamlar!
Roman, dünya dışı gezegenlerden birine kurulmuş koloniye yapılan yolculuk ile başlar. Güneş sistemi dışına asırlar evvel çıkmış olan insanlık, geçen zamanla birlikte kurduğu kolonilerden koparak dağınık bir yönetim şekline bürünmüştür. Her koloninin kendi içerisinde bir özerklik oluşturması üzerine, denetmen olarak ana gezegenden üst düzey bir heyet görevlendirilir. Bu heyetin görevi kolonileri ziyaret etmek ve merkezi yönetimin, yani Dünya’nın egemenliğini tanımlamaktır. Fakat yerli halkla aralarında gelişen diyaloglar ve yaşanan beklenmedik olaylar, birlikleri bir arada tutan zinciri yavaş yavaş sökmeye başlar. Yerel halk “Gand”ların para tanımaz ve özgürlüklerine düşkün halleridir buna sebep olan. Kaynağı ise beklenmeyecek şekilde Dünya’dadır aslında…
Amerikalı filozof Henry David Thoreau’nun Sivil İtaatsizlik fikri, bahsi geçen temele dayanarak geliştirilmiş bir düşünce formudur. “Eğer kendimi bir fikre adayacaksam, en azından önce o fikrin kimsenin hakkını gasp etmediğini görmeliyim,” demesi de bunun en büyük ispatıdır. Nitekim, hiçbir gücün başka bir insan üzerinde tahakküm hakkı bulunmadığı fikrini birçok başka insana aşılayan da kendisidir. 1849’da yayımladığı “Resistance to Civil Government” adlı makalesinde devlet-birey ilişkisine dair fikirlerini paylaşan filozof, Sokrates’ten beri durmadan pişen bu düşünsel geleneğin tarifini kaleme alır adeta. Asıl önemli nokta ise romanda da karşılığı bulunan eylemsellik ve meşru hak olarak özgürlük seçimidir. Fiiliyatta ilk temsilcisi olan kişi bu bakımdan Gandi’dir. Gandi’nin açtığı yoldan Martin Luther King ve pek çok önemli tarihi şahsiyete ulaşırız ki, bu da etkisini göstermesi açısından önemlidir. Bürokrasi ve militarizmi hicvetmesiyle tanınan Eric Frank Russell da bu bağlamda kaleme aldığı şahane eseriyle özgürlük kavramını okuruna yeniden sorgulatır.
Distopya çağında yaşıyoruz. Hayatın her alanında, yaşadığımız münferit olayları şekillendiren karmaşık gelişmeler meydana geliyor ve kontrolün bizde olmaması kaygılarımızı ortaya çıkarıyor. Bir oyun var ortada, oyunun sahipleri zarları atıyor ama bizler yalnızca bunu izlemeyle yetiniyoruz. Modern çağların insanı olarak eylemsizliğimiz bir seçim olarak bizlere sunuldu. Siyasi liderlerin ve kısıtlayıcı refah vaatlerinin aslında özgürlüğe ket vuran yalanlar olduğu fikri ortada olmasına karşın, alışılmışın dışına çıkmaya cesaret edemeyerek ya da bunu gereksiz bularak kabuklarımızda yaşamaya devam eder hâle geldik. Çünkü özgür değildik, çünkü özgürlüğün ve sorumluluğun anlamını bilmiyoruz.
Nitekim, Michel Foucault, “Kapitalizm size konfor verir ama özgürlüğünüzü elinizden alır,” derken tam olarak bunu kastediyordu işte. İtaat döngüsünü kıramayan ve bundan rahatsızlık duymayan insanların oluşturduğu labirentleri aşmaya çalışanların da boğulup yok olmasını sağlayan kocaman bir mezbaha. Orta zekâlıların cenneti sayılan bu dünya düzeninin şiddetle ve tahakkümle değişmesi fikri de bir o kadar eski ve köklü bir düşünce ve hatalı. Çünkü, güç yalnızca tarafların birbirine olan nefretini ve önyargısını kemikleştirerek bile epeyce kan dökmüş durumda. Oysa gerçek özgürlük kişinin seçimiyle yön alan bir inisiyatif hâlidir. Kişinin kararıdır aslolan. Bunun üzerinde durmak gerek.
Romanda adı geçen Gandi’nin yeri çok belirleyici. Gandhi, İngiltere’de yaşarken gördüğü ayrımcılık ve zulme inat yurduna döner ve ünlü Tuz Yürüyüşüne kadar devam eden süreci başlatır. Uzun süreli bir direnişin sonunda ise Hindistan özgürlüğüne kavuşur. Romanda bu bağlamda bir hareketin başarısını görmemiz de pekala mümkün. Zaten Thoreau’ya göre en iyi hükümet, en az yönetendir, hatta var olmaması bile gerekir. İnsanlığın ulaşabileceği en üst düzey nokta da halihazırda budur. Ne yazık ki insan henüz o denli mükemmelleşmemiştir. Eric Frank Russell ise, “Acaba bahsi geçen mükemmelleşme yaşansaydı ne olurdu?” diye sorar ve bu sorudan hareketle kurguladığı bir toplum düzenini bizlere sunar. Gandhi’nin “olmaz” demeyi ve emre biat etmeyi reddeden özgür bireyler topluluğu böylece ortaya çıkar…
“Olmaz,” diyebilmek büyük bir haslet zira “Herkesin düşünceleri ya da zevkleri aynı değildi, birine zehir olan bir başkasına panzehirdi…” diyor yazar ve savunulan her düşüncenin kendince haklılık ve hata paylarına değiniyor. Nitekim, romanda da en büyük silah olarak belirtiliyor bu. Hiyerarşinin karşısında duran romanda, insanlığın bunu evrimsel gelişiminin bir sonucunda yapacağını ısrarla ifade ediyor. Bu noktada emir-komuta zincirini bilinçli şekilde vurgulayarak da aslında olayın saçmalığına değinmenin ve ele alınan durumun ne denli eleştiriye açık olduğunu okura ispatlamanın amacını güdüyor. Disiplin denilerek aslında farklılığın ıslahının amaçlandığını ve buna itaat etmemenin sebeplerini usulca sıralıyor. Tam da bu noktada yasa dışı ama meşru bir hak olan sivil itaatsizliğin direniş noktasını ve mecrasını görmekse okurun gözünde mümkün oluyor. Çünkü düşüncelerin değil, insanların önemli olduğunu görmek için önce özgürlükler gereklidir.
Ayrıca düşünüldüğünde, farklı dünyalara açılan kapılar bilimkurgunun önemli bir aracıdır. Fakat yazar burada metafor olarak bizlere, “Daha iyi, daha farklı bir dünya mümkün.” de diyebilecek bir alt metne sahip olarak sunuyor romanı. Nitekim, “Bu gezegende her yerde olduğundan daha çok sayıda disipline muhtaç işe yaramaz adam var.” diyenlere karşı, “Bizim burada konuşma özgürlüğümüz var. Bırak çıksın söylesin söyleyeceğini,” dedirterek bu fikrini net bir şekilde ortaya koyuyor. Özgürlüğe dair diğer bir vurgu da kendi kararlarını almaktan yoksun kitlelere dair söylemde yatıyor. Foucault’un konfora karşı satılan benlik vurgusu, “Biri gitti mi öteki de peşinden gidiyor. Tıpkı koyunlar gibi” cümlesiyle adeta vücut buluyor. İtaate alışkın insanların aksine itaate karşı yabancılaşmış insanların karşılaşmasının ne denli saçma sonuçlar vereceğini de görmüş oluyoruz böylece.
Velhasıl, bilimkurgu edebiyatının önemli bir köşe taşı olan ve Metis Bilimkurgu Dizisi’nin de ilk kitabı olma özelliği taşıyan Ve Sonra Hiç Kalmadı, özgürlüğe dair yaptığı önemli vurgularla ön plana çıkıyor. Okurunu sivil itaatsizlik kavramıyla tanıştırması bir yana şiddet olmadan da hür düşünüp yaşanabileceğini anlatması bakımından önemli bir eser olarak tarihteki yerini alıyor…