Gelecekte geçen Zamanın Kıyısındaki Kadın gibi bir romanı insan neden yazar? Geleceği yazmak onu öngörmeye çalışmakla ilgili değildir; ben burada Nostradamus olmaya çalışmıyorum. Bu tür bir yazının amacı, ilerleme veya zarar için mevcut eğilimleri tahmin ederek bugünü etkilemektir. Kimse geleceği öngöremez. Eğer önümüzdeki bir yıl veya birkaç ay ve hatta birkaç hafta içinde olabilecek olayları öngörebilseydik, boşanma oranlarımız sıfıra iner, saçma sapan ilişkiler içinde kendini bulmaz, borsada ya da at yarışlarında para kaybetmezdik. Gelecekte geçen hikayeler yazmanın amacı insanların gelecek için ne istedikleri ya da istemediklerini anlamalarını ve belki de bu konuda bir şey yapmalarını sağlamaktır.
Zamanın Kıyısındaki Kadın bundan tam kırk yıl önce yayımlandı ve yayımlanmasından üç buçuk yıl önce yazılmaya başlandı. 1970’ler, değişime, -yalnız bir kesim için değil her insan için daha fazla fırsatın olduğu- adil ve eşitlikçi bir topluma hasret çeken herkes için büyük politik fikirlerin ve iyimserliğin mayalandığı bir dönemdi.
O tarihten bu yana eşitsizlik daha da arttı. Ben bu satırları yazarken daha fazla insan fakirleşiyor, daha fazla insan iki yakasını bir araya getirebilmek için iki ya da üç işte çalışıyor, daha fazla insan sağlık problemleri ya da işsizlik nedeniyle birikimlerini ve yatırımlarını kaybediyor. Evsizlerin sayısı gittikçe artıyor. Yalnız talihsiz bir kadın ya da adam değil, ailecek sokakta kalan insanlar var. Sıradan ailelerin çocuklarının üniversiteye girme oranları düşüyor; üniversiteyi kazanabilseler bile öğrenim kredilerini mezun olduktan sonra geri ödemeleri çok uzun sürüyor. Bir ailenin ev almasına ve çocukları için daha iyi bir hayat kurmasına yetecek kadar maaş veren mavi yaka işlerin çoğu, bu işi birkaç kuruşa yapacak kadar fakir insanların olduğu ülkelere taşındı. İşçileri koruyan sendikalar etkilerini yitirdi ve her yıl daha az işçiyi temsil etmeye başladı.
Bu romanı yazdığım sıralarda kadınlar, bedenlerini ve hayatlarını kontrol etmek yönünde büyük kazanımlar elde etmişlerdi. Yalnız o devinimi kaybetmekle kalmadık, güvenceye almak için onca çaba harcadığımız hakların büyük bir kısmı her yıl Kongre ve eyalet meclisi tarafından elimizden alınıyor. Şunu iyice anlamamız gerekiyor ki, kadınların bedenleri üzerindeki söz haklarının elinden alınması aslında tüm insanlığın hayatları ve bedenleri üzerindeki söz haklarının elinden alınmasına yönelik daha büyük bir teşebbüsün parçası. Artık şirketler ve dünyanın servetini elinde bulunduran yüzde birlik kesim demokratik seçimleri kontrol ediyor. Artık medya yalnız bir propaganda aracı ve araştımacı gazetecilik için elimizde kalan yegâne yayın organları Comedy Central, HBO ya da internet.
Yönetimdeki güçler –nihayet!- marihuananın yasallaşması ya da eşcinsel evliliği gibi belli sosyal kazanımlara izin verirken ekonomi alanında tam tersini yapıyor. Sendikalar yok ediliyor, Yeni Anlaşma (New Deal) ve Johnson döneminin yasaları birer birer yürürlükten kaldırılıyor ve kadınlar, bir zamanlar birçoğunun ölümüne neden olan arka sokak kürtajlarına mecbur bırakılıyor. Birçok sosyal kazanımı elde elde ederken bir o kadar ekonomik kazanımı da kaybettik. Çalışan kesim gerçek kazanç gücünü her yıl yavaş yavaş yitiriyor.
İkinci dalga kadın hareketinin altın çağında çok sayıda ütopya yazıldı (Joanna Russ’un Dişi Adam’ı, James Tiptree’nin “Houston, Houston, Duyuyor musun?”u, Ursula K. Le Guin’in Mülksüzler’i, Elisabeth-Mann Borgese’nin Kadının Yükselişi’nden “Benim Ütopyam”ı ve Sally Miller Gearhart’ın Gezinti Yeri bunlardan sadece bir kısmı) ve maalesef artık böyle ütopyalar üretilmiyor. Neden? Feminist ütopyalar arzu ettiklerimize henüz sahip olmadığımız, ancak değişimin sadece olası değil mümkün göründüğü bir dönemde yazıldılar. Ütopyalar, -cüret edebildiğimiz zamanlarda- daha iyi bir toplum hayal etme arzumuzdan ortaya çıkarlar. Ancak, kazanılmış haklarımız ve yarattığımız projeler saldırıya uğradığından tüm politik enerjimiz bunları korumaya yöneliyor ve içinde yaşamayı arzu edeceğimiz gelecek toplumlarını düşleyecek halimiz maalesef kalmıyor.
Çocukları ve yaşlıları gündelik pratiklere dahil eden, kaynaştıran güçlü bir toplum yazma fikri, kadınların tek başlarına çocuk büyüttüğü, çocukların ekonomik olarak yalnız annelerinden destek alabildiği ve yaşlı kadınlara petshop ve barınaklardaki hayvanlardan ancak bir tık daha iyi davranan bir toplumdan geliyor. Bugün, tarihin hiçbir diliminde olmadığı kadar yakın insan temasından mahrumuz. Birçok erkek, kadını memnun etmek zorunda oldukları ya da en azından deniyormuş gibi göründükleri gerçek cinsel ilişki yerine pornografiyi tercih ediyor. Şiirlerimi, beni dinlemek yerine birbirine cep telefonundan mesaj atan öğrencilere okuyorum. Restoran masalarında, tablet ya da telefonlarıyla oynayan “arkadaşlar”ın karşısında oturuyorum. Sokakta, telefonlarıyla konuşurken önünü göremeyen insanlarla ne sıklıkla karşılaşıyorsunuz? Yakınlarda yapılan bir ankete göre çok sayıda insan en yakın arkadaşlarının evcil hayvanları ya da televizyonda izledikleri ünlüler olduğunu söylemiş!
Ben bu romanın aynı zamanda ekolojik bir toplumu anlatmasını istedim. Mattapoissett’deki hayatlar, kurumlar ve ritüellerin hepsi doğanın bir parçası olmanın ve doğal hayata karşı sorumluluk hissetmenin altını çiziyor. İyi bir toplum hayal ederken, romanın yazıldığı dönemdeki tüm ilerici akımlardan birtakım fikirler ödünç aldım. Birçok kadın ütopyasında olduğu gibi, Zamanın Kıyısındaki Kadın anarşist bir roman. Bu romanla insanları doğal yaşamla yeniden kaynaştırmayı ve güç ilişkilerini ortadan kaldırmayı amaçladım. Çekirdek aile feminist ütopyalarda az rastlanır ve bu romanda tamamen ortadan kaldırılmıştır.
Mattapoiset’nin en tartışmalı kısmı büyük ihtimalle kuluçka makineleri. Çünkü gerçek hayatta birçok kadın doğum yapma hakkından vazgeçmek istemiyor. Eğer bu romanı tekrar yazma şansım olsaydı, kesinlikle doğum yapmayı seçen bir grubu da hikayeye dahil ederdim. Orijinal notlarımda böyle bir kısım vardı, ancak uzun ve karmaşık yazma sürecinde bu fikri romana dahil etmedim. Ahlak bekçiliği yerine cinselliğin ulaşılabilir olduğu, kabul gördüğü ve gelir, sosyal statü ya da güç ilişkilerinden arındığı bir toplum hayal ettim: Kadınlar bir aşığı başka bir aşığa tercih ediyor diye cezalandırılmıyorlar, susturulmuyorlar ya da dışlanmıyorlar. Cinselliği satmaya ya da satın almaya ihtiyaç yok. Tıpkı benim annem gibi, aşksız bir evliliğe, sırf ekonomik özgürlüğü olmadığı için mecbur kalmak yok. Zamanın Kıyısındaki Kadın’ın distopik dünyasında ise kadınlar metalaştırılmış, genetik olarak değiştirilmiş ve güçsüzdürler.
Romanı yazmaya başlamadan önce ulaşabildiğim tüm ütopyacı kurgu metinlerini, amacına ulaşmış anlatı stratejilerinin yanı sıra, çağdaş okurun ilgisini çekemeyecek kadar durağan teknikleri de çalışmak için okudum. Ayrıca en az ütopya kadar distopya da okudum. 1950’lerin bilimkurgusu nükleer kıyamet sonrası sefil dünya kurgularının işgaline uğramıştı ve ben ergenlik dönemimi bunları okuyarak geçirdim.
Üzerinde çalıştığım bir diğer tür ise zaman yolculuğu idi. Bu edebiyat türünün beyaz ve varlıklı erkeklerin işgaline uğramasından sıtkım sıyrılmıştı ve düşündüm ki “Ben bir geleceğin iyi toplumu olsam, ziyaretçilerimin bu tipte adamlar olmasını istemem”. Çocukken ilk fark ettiğim şey, ne öğretilen tarihin ne de anlatılan hikayelerin bana hitap ettiği oldu. Böylece onları tamir etmeye başladım. O zamandan bu yana bunu yapmaya devam ediyorum. Bize hitap eden bir geçmişe ihtiyacımız var. Benzer şekilde, istediğimiz geleceği üretmeyi ve korktuğumuz geleceği önlemeyi amaçlayan yapılabilir eylem olarak değerlendireceğimiz şeyi, üzerinde çalışmayı hayal ettiğimiz şey tanımlar. Romanı yazmaya hazırlandığım dönemde, ruh ve sinir hastalıkları hastanesinde çalışan dostlarım –işlerini tehlikeye atmak pahasına- beni gizlice içeri aldılar ve hastane koşullarını deneyimleme şansım oldu. Günümüzde ise akıl hastalığı olan insanlar sokaklara terk ediliyor. Onlara ilaç veriyoruz ama danışmanlık ya da kalacak sıcak bir yer temin etmiyoruz. Koşullarda hiçbir iyileşme yok!
Ben her daim, belli bir toplumda, verili bir zaman diliminde teknolojiyi kimin kontrol ettiğiyle ilgilenmişimdir. Trolleylerin, yolcu trenlerinin modasının geçtiğine ve –sanki şehrin asıl sakinleri onlarmış gibi- kenti otomobillerin ihtiyaçlarına göre inşa edecek kadar önemli olduğuna kim karar veriyor? Hangi teknolojinin araştırılacağına kim karar veriyor? Neyin tehlikeli ve neyin kabul edilebilir risk olduğuna kim karar veriyor? Bir nükleer santralde kaza olduğunda yakınlarında yaşayan insanların hiçbir şekilde kaçma şansı olmadığına göre, vergi ödeyenler adına bu santralin sübvansiyonuna kimin karar verdiği önemli! Seçenekler kimin yararına araştırılıyor? Neyin, kime yapılacağına kim karar veriyor? Kararların adil ve eşitlikçi biçimde nasıl alındığı romandaki ana içeriklerden biriydi.
İlaveten, bir toplumdaki sosyalleşme ve insanlar arası mekanizmalar da oldukça ilgimi çekiyor. Mesela, çatışma ile nasıl baş ediliyor? Tekrar ediyorum, kararları kim alıyor ve bu kararlar kimi, nasıl etkiliyor? Söz konusu toplum yalnızlık ve yabancılaşma ile nasıl baş ediyor? Doğum, büyüme ve öğrenim, cinsellik, çocuk yapma, hastalık ve iyileşme, ölüm ve yok olma gibi olguların nasıl üstesinden geliyor? Yani bizler, sürekli yeniden şekillendirdiğimiz kolektif hatıralarımızla, bir diğer deyişle tarihimizle nasıl ilgileniyoruz?
Ütopya daha iyiye olan açlığımızdan doğar, ancak böyle bir geleceği düşleyebilmemizi sağlayan asıl motor umuttur. Zamanın Kıyısındaki Kadın, sosyal değişim için mücadele eden çeşitli hareketlerin en verimli meyveleri olarak gördüğüm fikirlerini almayı amaçlamamdan ve bu fikirleri canlı, elle tutulur bir şekle büründürme arzumdan doğmuştur.
Bu yazı, Penguin Random House grubunun bir parçası olarak faaliyet gösteren Del Rey Yayınları’nın 2016 tarihli “Woman on the Edge of Time” basımından alınmıştır.
Çeviri: Özlem G.