2015 yılında Funda Özlem Şeran, Serdar Yıldız ve Orkun Uçar’ın hayalini kurdukları çok yazarlı roman projesi olan “Yüksek Doz Gelecek” isimli kitap 2017 yılının Ocak ayında yayımlandı. Ülkemiz bilimkurgu edebiyatı ve bu alanda yazmanın hayalini kuran yazarlar için önemli bir adımdı. Kimi yayınevlerinin yerli bilimkurgu dosyalarını okumadan çöpe atmak yerine üzerinde düşünmeye başladıkları bu süreçte, yerli bilimkurgu edebiyatını yakından takip eden okurların azımsanmayacak varlığı da daha bir anlaşılır oldu. Yüksek Doz Gelecek’in raflarda yerini almasının hemen ardından kollar yeniden sıvandı ve serinin devamı için distopya konulu kısa romanların yazılacağı duyurusu yapıldı. Ve Çürüyüş; yaşamın ilk şartı, kâinatın ilk tözü, son teselli. Çürüme ve yaşam ikilisi doğudaki mistik inanışlar gibidir, bir yanında ölüm bir yanında hayat vardır. Her yeni başlangıç varlığını bir çürümeye borçludur. Tüm evren çürüme, dağılma ve eskisinden daha görkemli bir doğuma şahitlik etmektedir.
İşte Yüksek Doz Çürüyüş de bu ilke ile yola çıkarak can bulur. Altın Kitaplar Yayınevinin etiketiyle yayımlanan Çürüyüş‘ün kapak tasarımı Gülhan Taşlı’ya ait. Editörlüğünü ise Ayşegül Uçan yapmış. Kitap distopya temelli birbirinden farklı konulara sahip beş kısa romandan oluşuyor. Yaklaşık iki yıllık bir emeğin ürünü olan Çürüyüş için hem yazarlar hem de yayınevi ekibi büyük bir titizlik göstermiş. Ortaya çıkacak eserin kelime kelime incelendiği bu sürecin sonunda Çürüyüş; akıcı ve mantık hataları barındırmayan, kısa sürede okurun ilgisini çekebilecek yetkinlikte bir bilimkurgu kitabı halini almış. Eserde bulunan kısa romanlara ait hikaye örgüleri kendi içinde tutarlılık sağlayabilmiş ve okur açısından inandırıcılığı yüksek bir yaşantı zenginliğine dönüşmüş. Her novellada olmasa bile, “distopya” kavramına uygun, baskı unsurlarına dair alt metinleri görmeyi/okumayı sevenler için düşünülmüş birkaç bölümün varlığı da dikkat çekici.
Kitabın kadrosunda ise şu isimler bulunuyor: Orkun Uçar, Umut Altın, Mert Süğlün, Cem Can, Kadim Gültekin. Yüksek Doz Çürüyüş, yerli bilimkurgu dosyalarının çıtasını yükseltmeye devam ederken “distopya ve çürüyüş” etiketlerinden yola çıkarak, dikkat çekeceği konular hakkında daha sert ve daha uzlaşışız bir dile sahip olacağını düşünmeden edemedim. Ancak bu konuda, ne yazık ki içeriğinde bulunan kısa romanlar Yüksek Doz Gelecek kitabında yer alanların gerisine düşmüş görünüyor. “Distopya” kavramını daha sakin sularda tarif edip işlemek isteyen kitap, umuyoruz ki kendinden sonra gelecek eserlere cesaret verebilsin. Çürüyüş romanları, S.O.D.’u saymazsak, temelde konu ve anlatı farklılıklarına sahip olsalar da tek bir kalemden çıkmışçasına birbirine yakın bir dil ile oluşturulmuş gibi görünüyor. Çürüyüş’ün bu en belirgin olumsuz özelliğinde tüm yazarların görüş ve önerileri doğrultusunda yapılan dokunuş ve düzenlemelerin etkisi olduğunu düşünüyorum. Çürüyüş’ün içindeki kısa romanlara geçmeden önce Yüksek Doz Serisinin bu kitabını daha iyi anlamlandırmanız için hazırlanmış “Ütopyalar Neden Distopyadır?” başlıklı Orkun Uçar yazısına göz atmanızda fayda var.
S.O.D.
Orkun Uçar imzası taşıyan bu romanda distopik bir sistemin tüm birimlerini tanıma fırsatı yakalıyoruz. “Şehrazat’ın Cehennemi” isimli bölümle başlayan roman, neredeyse her paragrafta okuru etkisi altına alarak ilerliyor. Öyle ki başlayan her anlatının yepyeni bir roman konusu olabileceği geliyor akıllara. S.O.D. (Sistem, Otorite, Disiplin); muhbirlik, iyi vatandaş olma, cezaevlerindeki tek tip tulumlar ve daha fazlasını barındırıyor. Devam eden satırlarda birey, devlet ve iktidar üçlüsünün yetkilerinin nerede başlayıp nerede son bulduğunu düşünmemize sebep olacak birçok çıkarımla karşılaşıyoruz. Sistemin bu üç birim üzerine kurulu iktidarında liderliğini Kül, Otoriteyi Toz ve Disiplini ise Kum temsil ediyor. Piramit’in en tepesindeki isim ise kimi zaman “tanrı” kimi zamansa onun temsili olan gizemli bir gölge.
Romanı, yazmakla ilgili sorunları olan kahramanın sesiyle takip ederken “öykü içinde öykü” anlayışı ile okuyucuyu nefes kesen bir yolculuğa çıkartıyor. Orkun Uçar’ın kitaplarını okumuş kimselerin de hak vereceği gibi, yazar bu kısa romanında distopyaya yakışır biçimde dilini biraz daha sivrileştirmişe benziyor. S.O.D.’un en ilgi çekici yanı ise barındırdığı karakterlerinin “gerçek insan” özelliklerine sahip olması diyebiliriz. İzlediğimiz yayınlardan tutun da okuduğumuz kitaplara kadar neredeyse tüm eserlerde kahramanların yemek yemediklerini ya da tuvalete gitmediklerini görüyoruz. Burada ise kahramanlar bizleri en doğal halleriyle karşılıyor. S.O.D. distopyası yaratılan korku egemenliğinin daha çok yönetim kısmına odaklanmış ve halkın yaşadığı korkunun sahiplerinin ne tür önlemler alabileceğini şimdiye kadar denenmemiş bir yöntemle anlatmış. Okurken pek çok öykü ve fikir arasında gel-gitlere kapılacağınız bu novellada, hayal gücünüzün sınırlarını zorlayacak masalsı bir alternatif gerçeklik resmedilmiş.
Corpus Mentıs
Heyecan dolu bir kovalamacayla açılışını yapan Umut Altın, kısa romanın her satırında gizem ve psikolojik yanılgılara dair tüm unsurları sonuna kadar kullanmaya gayret etmiş. Hikâyenin nereye bağlanacağını tahmin etmekte zorlanırken sıra dışı bir konuyu işlemesiyle dikkat çekiyor Umut Altın. İç içe geçmiş bilinçler aracılığı ile insan olma ediminin ölçütlerinin yeniden tasarlandığı bu romanda, karakterleri daha yakından tanımaya başladıkça “Tanrı ve Yaratı Sorunu” , “Dışavurumculuk” sanat akımıyla ilgili baş döndüren bir tartışmanın içine düşüyoruz.
Yer yer mistik öğretilere de evrilen roman, “ben” duygusunun sınırlarını nasıl ve neden sorularıyla irdelerken sıkıcı zombi senaryolarına da iyi bir alternatif olabilecek bir hikâye örgüsüne sahip. Tüm bu kovalamaca ve sorgular içerisinde karakterlerin iç dünyasının başarıyla tasvir edildiği Corpus Mentıs’ta, “Bir insanın başına daha kötü ne gelebilir ki?” sorusundan kaçamayacaksınız.
Çıkmaz Solak
Mert Süğlün’ün samimi ve yer yer mizahi bir anlatıma sahip olan bu romanı, özellikle laiklikle tanışma şerefine ulaşmış gelenekçi toplulukların kapanmaz yarasına, büyük çıkmazına dikkat çekmiş. Çıkmaz Solak, yüzlerce yıldır kulaktan kulağa yayılarak biriken kirli alışkanlıkların, günün birinde devlet gerçeği olması halinde başımıza neler getirebileceğini göstermek istemiş. Alınan her nefesin hesabını sormak isteyen kurumların ve kurumlara atanmış insafsız memurların dünyasıdır Çıkmaz Solak. Sıradan bir bireyin mutlu olmak için çırpınışını gördüğümüz romanda, kitlelerin sistemin açığını kullanarak baskıdan sıyrılmak için istemsizce giriştikleri küçük mücadelelere tanık oluyoruz. “Hurafe ve Halkı Aldatma” kavramlarının kutsal kabul edileni nasıl da eğip bükebildiğini akıcı ve bir o kadar da gerçekçi bir bakışla anlatıyor.
Özellikle sosyal medyada sık sık esprisi yapılan “sevap point, mümin çıkmazı” gibi konuların ustalıkla işlendiği satırlarda hurafelerin bir sona sahip olmayışı ve bireyin hayatını her geçen saniye yavaş yavaş kâbusa çevirmesi romanın iskeletini oluşturuyor. Türk bilimkurgu kültürünün yeniden atağa geçtiği bu dönemde “mümin ve sevap” kavramları üzerinden yaşanması muhtemel alternatif bir geleceğin cesurca anlatıldığı, söylenmeyenin söylendiği Çıkmaz Solak, çok tartışılacak iyi bir kurguya sahip.
Soggarth
Uzay kolonilerinde tehlikeli görevlerde bulunmuş bir ajanın kişisel sorunlarıyla başlıyor Cem Can’ın anlatısı. Kulübümüzün değerli bir üyesi olan Cem Can’ın bu romanı kasvetli bir yolculuğa çıkan üst düzey yetkilerle donatılmış Genk Türk isimli yüzbaşının bir soruşturmayı yürütmesine odaklanıyor. Yalın ve akıcı bir anlatıma sahip olan Soggarth, tıpkı hikâyede tasviri yapılan olası maden klanlarına layık bir atmosferi başarıyla sergilerken akıllara Deiğtirilmiş Karbon’un Takeshi Kovacs’ını getiriyor.
Psikolog Thomas’ın mahkûmlar ve madencilerle dolu bir Asteroid Vesta kolonisindeki ölümü sonrasında detayları dikkatle inceleyen Türk, henüz farkına bile varamamışken istenmeyen kişi ilan edilir. Şirket ve mahkûmların arasında süregelen adı konulmamış bir antlaşma ile yönetilen koloni, emekliliğine sayılı günler kalmış Türk için artık tehlikeli bir hal almıştır. Evinden kilometrelerce uzakta olan kahramanımız, yapayalnız kaldığı Mars maden kolonisinde hem cinayeti aydınlatmak hem de canını kurtarmak için sıkı bir plan yapmak zorundadır.
Tanrı Makinesi
Kadim Gültekin’in masalsı ve kimi zaman şiirsel bir anlatı yolunu seçtiği bu roman, okuyucuyu geçmişe ve belki de bugünden çok uzak bir geleceğe götürmeyi hedefliyor. Mitoloji ruhunun titizlikle işlendiği, tanrıların ve onların iktidar mücadelesinin tane tane anlatıldığı novella, okuyucuyu bir an bile bunaltmadan ilerliyor. Sonsuz bir çemberin içine hapsolmuş insanlar ve onlara inat var olmaya ant içmiş tanrıların görkemli yaşayışları, başlangıcın ve sonun da ilanı gibi duruyor. Üstün olanı ya da güçlü olanı tarif eden tanrı kelimesi, tüm yücelikleri sırtlamışken; insanın ve zayıflıklarının üzerine hükmünü ilan etmek zorunda kalmıştır. O artık bir kelimeden çok daha fazlasını temsil etmektedir.
Roman sanılanın aksine imrenilesi bir varoluşa sahip olmayan tanrıları anlatırken, okuruna eşine az rastlanan bir düş yaşantısı sunuyor. Geçmişin ve geleceğin birbirine karıştığı bu belirsizlikte, tanrıların kehanetleri uğruna savaşıp ölen milyonların yakarışlarına eşlik ediyoruz. Bu sayede iktidarın en büyük düşmanını da tanıma fırsatı yakalıyoruz: Doğruluk. Sonsuz bir döngü içinde var olmak için çırpınan insan neslinin ve onlardan kat be kat üstün olan tanrıların anlatıldığı bu destansı novella, teknoloji ve dinler üzerinden şekilleniyor.