Babbitt‘i okurken, Sinclair Lewis‘in Amerika’nın sıradanlığına duyduğu öfkeyi sürekli olarak hissedersiniz. Lewis, birçok Amerikalının genellikle beklenen normlara göre konuştuğunu, kendilerinden beklenen şekilde davrandıklarını ve bireysellikle özgünlük konusunda geleneksel olduklarını düşünür. Anlattığı karakterler, âdeta renkli bir kurabiye kalıbında sıkışıp kalmış gibi 1920’lerin klişe dolu günlerinde yaşayıp gider. İronik bir şekilde, Lewis’in kendi çocukluğu da bu klişelere uyar. Lewis’in hayatının, yaratıcı bir yetenek için neredeyse zorunlu olan tipik bir kalıba uyduğunu kabul etmek zordur.
Harry Sinclair Lewis, 1855 yılında Minnesota’nın küçük bir kasabası olan Sauk Centre’da doğdu. Disiplinli bir evde büyüdü ve doktor olan babası tarafından erken yaşta sorumluluk ve ciddiyet duygusuyla aşılandı. İki ağabeyi babalarının mesleğini takip ederek doktor oldu, ancak Lewis bu kalıba uymak istemedi. Erken yaşlarda yaratıcı bir çocuk olarak dikkat çekti. Kızıl saçlı, içine kapanık, okumaya meraklı olan Lewis, 11 yaşında yazmaya da başlamıştı.
Lisenin son yıllarında, yaz ayları boyunca dönüşümlü olarak iki gazetede çalıştı ve şiir yayımlamaya girişti. Yale Üniversitesi’nde de yazmaya devam etti, ancak İngiliz fakültelerinde okuyanlar dışında onu edebi arayışlarında cesaretlendiren çok az arkadaşı vardı. Birinci sınıftan sonra çalışmalarını geçici olarak bıraktı ve İngiltere’ye gitti. Yale’e döndüğünde yazma tutkusuna tekrar kapıldı; denemeler, şiirler ve kısa öyküler yazmayı sürdürdü. Bir süre Avrupa’da seyahat etti, Upton Sinclair’in sosyalist topluluğunda kaldı, serbest yazarlık yapmaya çalıştı ve Panama’ya gitti. En sonunda, Haziran 1908’de Yale’e dönerek iki dönemlik çalışmasını bir dönemden biraz fazla bir sürede bitirdi ve diplomasını aldı.
Our Mr. Wrenn’den sonra dört roman daha yayımladı ve hepsi de “Amerikalı” olmanın ne anlama geldiğini yansıtıyordu. Bu ilk kitaplarda Lewis, bir ulusa öncülük eden ve onu baştan yaratan ama artık fethedecek sınırı kalmayan Amerikan ruhunun kaderini ele aldı. Bu sorunun altını abartı ve ironi gibi teknikleri deneyerek çizdi. Yine de, Amerika üzerine yaptığı araştırmalara rağmen büyük ölçüde tanınmıyordu.
1920’de Main Street adlı romanıyla tanınmış bir yazar hâline geldi. Romanı, küçük kasabaların romantize edilmiş efsanesine karşı cesur bir eleştiri sunuyordu ve Lewis’in küçük kasabada büyümenin samimiyeti ve dürüstlüğüne dair derin duygularını yansıtıyordu. Main Street, Amerika genelinde büyük yankı uyandırdı ve Lewis de basın ve halk arasında tartışmalı bir figüre dönüştü. İki yıl sonra, Babbitt adlı eseriyle Amerika’yı bir kez daha şaşırttı. Bu kez, başarı ve zenginlik elde etmesine rağmen içsel olarak tatmin olmayan bir burjuva portresi çizdi. Babbitt, zamanla Amerikan edebiyatının klasikleri arasına girdi ve “Babbitt” kelimesi de Amerikan sözlüklerinde yer almayı başardı. Bu kelime, sosyal normlara sıkı sıkıya uyan, saygın bir orta sınıf yaşam tarzına kavuşan, ancak sınırlı sosyal bilince ve hayal gücüne sahip olan kişileri tanımlamak için günümüzde de kullanılıyor.
Lewis, kariyerinin farklı dönemlerinde Amerikan toplumunu çeşitli yönlerden eleştiren eserlere imza atmayı sürdürdü. Önce küçük kasabalar ve banliyö yaşamını hicvederek Main Street ve Babbitt gibi eserlerle dikkat çekti. Daha sonra Arrowsmith‘te tıp dünyasını, Elmer Gantry‘de dini şarlatanlıkları ve Dodsworth‘te Amerikalılığa karşı Avrupalılığı konu edindi. 1930’da tüm eserleri için Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü, ancak bu ödül kariyerinin zirvesindeyken geldi.
Ödülün ardından Lewis’in eserleri eski etkisini kaybetti. Ann Vickers, Cass Timberlane ve Kingsblood Royal gibi eserleri finansal başarı elde etti, ancak eleştirmenler bu romanların Nobel Ödülü’nden önce yazdığı başyapıtlarının gölgesinde kaldığı fikrindeydi. Bu denklemi kırabilen belki de en önemli eseri 1935’de geldi. Alternatif tarih üzerine kurulu politik distopyası It Can’t Happen Here (Mümkünatı Yok, İthaki Yayınları) ile tekrar övgülere mahzar oldu. The New Yorker eseri, “Sadece Lewis’in en önemli kitabı değil, şimdiye değin bu ülkede yazılmış en önemli kitaplardan biri,” şeklinde değerlendirdi.
Her şeye rağmen Lewis, yazılarında hâlâ tartışmalı konuları işlemeyi sürdürse de profesyonel itibarını kaybetmeye başladı. Diğer Amerikalı yazarların gölgesinde kaldı ve alkol sorunlarıyla boğuştu. Başarısız evliliklerinin ardından 1951’de Roma’da yalnız başına hayatını kaybetti. Son eseri World So Wide, ölümünden sonra yayımlandı. Lewis, Amerikan toplumunu sorgulayan ve eleştiren eserleriyle edebi dünyaya önemli katkılarda bulundu, ancak kişisel zorluklarıyla baş etme konusunda aynı başarıyı sergileyemedi.