Hayal Gücü Diyarının Taçsız Kralı: Stephen King

Korku ve gerilim edebiyatı denince akla gelen ilk isimlerden biri olan Stephen King, çağımızın en popüler yazarları arasında yer alıyor. Kitapları onlarca dile çevrilen Amerikalı yazar, ülkemizde de büyük bir hayran kitlesine sahip. Onun bu denli tanınmasını sağlayan yalnızca kitapları değil elbette. King sinema ve dizi sektörünü de çokça besleyen bir isim. Neredeyse yazdığı her öykü ve roman beyaz perdeye uyarlanıyor ya da dizi oluyor. Öyle ki bu durumun bir esprisi bile mevcut: Stephen King alışveriş listesi yapsa filme çekilir.

Sinema, dizi ve edebiyat sektörü için Kaşıkçı Elması kadar değerli bu denli üretken bir yazarın, sayısız ödüle layık görülmesi şaşırtıcı olmasa gerek. King 2003’te ülke edebiyatına yaptığı katkılardan dolayı Amerikan Ulusal Kitap Vakfı tarafından ödüllendirilir. 2007’de Kanadalı Kitapçılar Derneği’nin verdiği Ömür Boyu Başarı Ödülü’ne layık görülür. Yine aynı sene Amerikalı Gerilim Yazarları ona Büyük Usta unvanını verir. 2015’te Amerikan Hükümeti’nin Ulusal Onur Madalyası’yla onurlandırılır. Roman ve öyküleri ile kazandığı ödüller ise saymakla bitmeyecek kadar çoktur.

Ne ilginçtir ki doğum günlerinde ve yılbaşlarında bile dur durak bilmeden yazan ve bunca başarıya imza atan King, yine de eleştirmenlerin sivri dilinden kurtulamaz. Meyve veren ağaç taşlanır misali acımasızca eleştirilir. Amerikan Ulusal Kitap Vakfı tarafından ödüllendirilmesinin ardından ünlü bir edebiyat eleştirmeni, onu ucuz bir yazar olarak tanımlamanın bile iyimserlik olacağını söyler.

Peki eleştirmenler bu konuda haklı mıdır? Stephen King çağımızın önde gelen yazarlarından biri değildir de, yalnızca çok para kazanmanın peşinde bir çoksatar mıdır? Bu tartışmanın ben de dâhil hiçbir sadık okuyucunun umurunda olmadığını belirtmekte fayda var. Kim ne derse desin, King hikâye anlatmada ustadır. Bir karakter yaratma fabrikasıdır. Başka bir yazar için kâbusa dönüşecek uzunlukta romanlar kaleme alan ve bunu da hakkıyla yapan bir isimdir. Sadık okuyucularının gözünde yaşayan bir efsane, toprağı hayal gücü olan uçsuz bucaksız diyarların taçsız kralı ve yarattığı geniş evrenin ortasından okurlarına seslenen bir edebiyat dâhisidir o.

Tam adıyla Stephen Edwin King 1947’de Portland, Maine’de dünyaya gelir. Maine, yazdığı birçok esere de ev sahipliği yapacak, roman ve öyküleri genellikle kasabalarda geçecektir. Kendi deyimiyle bir kasaba çocuğudur. E haliyle de kasabalılar hakkında yazmasından daha doğal ne olabilir.

Küçük Steve’in çocukluğu sağlık sorunları ve manevi zorluklarla geçer. Babası çekip gittiğinde henüz iki yaşındadır. Artık bütün yük annesinin omuzlarındadır. Nellie Ruth Pillsbury King, ona ve kardeşi David’e bakabilmek için türlü zorluklar çekmeye mecbur kalır.  King hayal gücü geniş bir çocuktur. Henüz çocuk yaşta yazmaya başlar. Onlu yaşlara geldiğinde ağabeyi David ile birlikte çıkardıkları gazeteye korku ve bilimkurgu türünde öyküler yazar. Bu öyküler şimdi okuyunca bile hiç fena sayılmazlar. King izlediği filmleri de öyküleştirip okul arkadaşlarına satacak, ancak müdür tarafından enselenince aldığı paraları iade etmek zorunda kalacaktır.

Stephen King 4 yaşındayken

Stephen King üniversite sıralarında da kalemini konuşturmayı sürdürür. Tam bir savaş karşıtıdır. Sağlık sorunları yüzünden askere alınmayan King, yürüyüşlere katılır, Vietnam Savaşı’nı protesto eder. İlk görüşte âşık olduğu Tabitha Spruce ile evlenir. Artık bir karısı ve daha fazla sorumluluğu vardır. Maddi sıkıntılar yakalarını bırakmaz. King istemediği işlerde düşük ücretle çalışmak zorunda kalır. İş çıkışlarında yazmayı sürdürmektedir. Neyse ki Tabitha anlayışlı bir eştir. Kocasının hayalini hiçbir zaman baltalamaz. King sonradan, “O dönemde karım yazmayı bırakmamı isteseydi onu dinlerdim,” diyecektir. Çift bir dönem karavanda yaşamak zorunda kalacak ve bu dönemde King, eserlerini karısına ait daktiloyu kucağında dengede tutmaya çalışırken yazacaktır.

King sonunda bir okulda İngilizce öğretmenliği yapmaya başlar. Ama bu da gönlünden geçen meslek değildir. Ve bir yazar için başka bir işte çalışmak işkenceden farksız gibidir. Kafanızda doğan karakterler yazılmayı beklerken başka bir işe yoğunlaşmak hayli güçtür. En beteri de, o karakterleri yazacak zamanın, bir devin ağzından dökülen kırıntılar kadar az olmasıdır. Neyse ki King bu kırıntıları verimli şekilde kullanmasını bilir. Öğretmenlik yaptığı dönemde yazmaya devam eder. Kaleme aldığı öyküleri paraya çevirmenin en kolay yolu onları erkek dergilerine göndermektir. Buradan gelen para hiç yoktan bütçelerine katkıda bulunmaktadır. Efsane öykülerinden biri haline gelip, defalarca kez sinemaya uyarlanacak Children of the Corn (Mısırın Çocukları) ilk kez bu dergilerden birinde yayımlanır. Bu öykü daha sonra Night Shift (Hayaletin Garip Huyları / Altın Kitaplar) adlı kitabında yer alacaktır.

Sissy Specek, Carrie White rolünde. Meşhur balo sahnesinden bir kare.

Stephen King profesyonel kariyerine, ilk baskısını 1974’te yapan Carrie (Göz / Altın Kitaplar) adlı romanı ile başlar. Roman telekinetik güçleri olan Carrie White adında bir kızın yaşamını konu edinmektedir. Karısı Tabitha’nın roman üzerindeki payını söylemeden geçmeyelim. Ne derler bilirsiniz, her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır. Tabitha, kocasının, yarım bırakıp çöpe attığı romana devam etmesini sağlayan isimdir. Bir başka deyişle Carrie ile birlikte belki de Stephen King’in kariyerini çöpten çıkarmıştır. Carrie 1976’da Brian De Palma tarafından sinemaya aktarılır. Carrie’yi Sissy Spacek oynarken, Billy Nolan karakterini John Travolta canlandırır. Ne diyelim, iyi ki varsın Tabitha.

Bu ilk roman iyi bir satış rakamı yakalar ve ona tahmin ettiğinden fazla para kazandırır. King sonunda hayaline kavuşup tam zamanlı bir yazar olabilecektir. Carrie’yi bir vampir hikâyesi olan Salem’s Lot (Korku Ağı / Altın Kitaplar), Kubrick’in sinema tarihine kazıyacağı The Shining (Medyum / Altın Kitaplar) ve hala en sevilen eseri sayılan The Stand  (Mahşer / Altın Kitaplar) gibi romanlar izler. King o kadar üretkendir ki tek bir isimle yazmak ona yetmez. Richard Bachman mahlasını kullanıp yazdığı romanlar da art arda basılır. Rage (Altın Kitaplar’dan çıkan Ceset adlı kitabının içinde yer almakta), The Long Walk, The Running Man (Bu iki eser Altın Kitaplar’dan çıkan Azrail Koşuyor kitabının içinde yer almakta) Thinner (Falcı / İnkılâp Kitabevi / Sayfa6 Yayınları) bunlardan bazılarıdır. Daha sonra bu romanları King’in yazdığı ortaya çıkacaktır. King buna benzer bir konuyu The Dark Half (Hayatı Emen Karanlık / Altın Kitaplar) romanında kullanır. Romanın kahramanı Thad Beaumont kaliteli ama az satan kitaplar kaleme alan bir yazardır. Sonunda daha fazla kazanmak adına George Stark ismini kullanıp şiddet içerikli romanlar yazmaya başlar. Stark’ın romanları peynir ekmek gibi satar. Thad onun üzerinden iyi para kazanır. Ancak günün birinde Thad’in George Stark olduğunu anlayan biri ona şantaj yapar. Thad şantaja boyun eğmeyip George Stark olduğunu açıklar. Stark artık bitmiştir. Onun için bir mezar bile hazırlanır. Ama o anda kimsenin bilmediği şey Stark’ın ölmek istemediği ve hayatta kalmak için öldürmekten çekinmeyeceğidir. Roman 1993’te zombi filmleriyle tanınan George A. Romero tarafından beyaz perdeye aktarılır.

Creepshow (1982) King, talihsiz Jordy Verrill rolünde.

Görüldüğü gibi King’in işleri yolundadır. O yazar, sadık okuyucuları okur, filmciler romanlarını sinemaya aktarır. Artık tanınan bir isimdir. Ancak başarılı bir kariyer, huzurlu bir yaşam demek değildir. Annesini kaybeden King, alkol sorununa bir de uyuşturucuyu eklemiştir. Sonraları Cujo (Kujo / Altın Kitaplar) romanını yazdığını bile hatırlamadığını itiraf edecektir. İşin diğer kötü tarafıysa, bu dost görünen düşmanlardan kurtulmak istememesi, onlardan aldığı güç sayesinde yazabildiğini düşünmesidir. Oysa bu fikre katılmayan bir yanı çoktan harekete geçmiştir; alarm zillerini çalmakta ve King’i kendince uyarmaya çalışmaktadır. Bunu, kötü alışkanlıklarını karakterlere dönüştürüp beyaz sayfalara aktarmasını sağlayarak yapmaktadır. Örneğin Misery’deki (Sadist / Altın Kitaplar) hasta ruhlu hemşire Annie Wilkes, aslında içtiği alkolün, kullandığı uyuşturucunun bir roman karakterine bürünmüş halidir. Annie alkolün ve uyuşturucunun King’e yaptıklarını, farklı bir biçimde de olsa esir tuttuğu zavallı yazar Paul Sheldon’a yapmaktadır.

King de Annie’nin elindeki Paul’den farksızdır. Ama bu durumun böyle gitmeyeceği ortadadır. Paul’ün romanın sonunda Annie’den kurtulduğu gibi o da bu kötü alışkanlıklardan kurtulmak zorundadır. Neyse ki Tabby yine oradadır. Bir kez daha yardıma koşar ve Carrie White’ın ardından bu kez de kocasını kurtarmasını bilir. Üstelik işler hiç de King’in korktuğu gibi gelişmez. İki yalancı dostun ardından kapı hala açıktır ve karakterler hayal gücünde doğup o kapıdan dünyamıza gelmeye devam etmektedirler.

Ancak kötü talihin Amerikalı yazarın peşini bırakmaya niyeti yoktur. Evinin yakınlarında yürüyüş yaparken ona bir kamyonet çarptığında tarih 1999’dur. Efsane yazar ölümün kıyısına kadar sürüklenir. Uzun ve zorlu bir tedavi süreci geçirmek zorunda kalır. Ölümün yanı başımızda dolandığına yakından şahit olan King, daha hızlı yazmaya ve The Dark Tower serisini (serinin tüm kitapları Altın Kitaplar tarafından dilimize kazandırılmıştır) bir an önce bitirmeye karar verir. Ayrıca yaşadığı kazayı, Lars von Trier’ın Riget adlı mini dizisinden uyarlanan Kingdom Hospital’da kullanmaktan geri kalmaz.

Üzerinde durulması gereken bir başka konu da Stephen King’in yazdığı türdür. King her zaman bir korku yazarı olarak lanse edilir. Bu hem yayınevlerinin, hem de dizi ve sinema sektörünün işine gelmektedir. Kabul etmek gerekir ki yazdığı pek çok şey gerçekten de insanın tüylerini ürperten cinstendir:

Geçirdiğiniz araba kazasının ardından sizi hastaneye götüreceğine evinde tutsak eden bir hayranınız olduğunu (Misery), kasabanıza kan emici bir yaratığın taşındığını (Salem’s Lot), içi canavarla dolu bir sisin ortasında kaldığınızı (The Mist – Sis / Altın Kitaplar), lanetli bir mezarlığa gömdüğünüz ölünün akşam kapınızı çaldığını (Pet Sematary – Hayvan Mezarlığı / Altın Kitaplar ), kuduz bir köpek sizi parçalamak isterken fırın gibi ısınan bir arabanın içinde mahsur kaldığınızı (Cujo) bir düşünsenize. Bunlar elbette kâbus gördürücü türden şeylerdir. Ancak şunu belirtmek gerekir ki, King iyi bir korku yazarıdır ama yalnızca bir korku yazarı değildir. Onu böyle etiketlemek yazdıklarına haksızlık olur. Kendi deyişiyle aklına ne gelirse yazar. Bilimkurgu da yazar aşk romanı da, polisiye de yazar dram da.

Örneğin The Tommyknockers bir bilimkurgu romanıdır. Toprağın derinliklerinde gömülü bir uzay gemisinin, kasaba halkı üzerindeki olağandışı etkisini konu edinir. Gemideki uzaylılar ölmemiştir ve insanların kafalarına girip onlara yetenekler kazandırmaktadır. Ancak bunun karşılığında kişi yavaş yavaş ruhunu yitirmektedir.

King’in yazmak için doğdum dediği Kara Kule serisinin dördüncü kitabı Büyücü ve Cam Küre ise görkemli ve bir o kadar da hüzünlü bir aşk hikâyesidir. Kule yolundaki Roland, bizleri bu kez geçmişine götürür ve biz de onun Ferhat ile Şirin’i aratmayacak aşk hikâyesine tanıklık ederiz. Gözyaşları sel gibi akar.

Fantastik öğeler içermeyen Dolores Claiborne (İnkılap Yayınevi / Sayfa6 Yayınları) tükenmiş bir annenin ayakta kalma savaşını ve evladı için göze aldığı akıl almaz fedakârlıkları konu edinir. Roman, fakir de olsa, zengin de olsa bazen kadın olmanın ne kadar zor olabileceğini gözler önüne seren enfes bir metindir.

Bir başka romanı Blaze (İnkılap Yayınevi / Sayfa6 Yayınları) bizi tarihin en sempatik suçlusuyla tanıştırır. Blaze romanı, King’in John Steinbeck’in Fareler ve İnsanlarına bir saygı duruşu niteliğindendir.

Görüldüğü gibi Stephen King’in yazdıkları, karışık bir dondurma kadar çeşitli ve lezzetlidir. Bu yüzdendir ki hangi türü severseniz sevin fark etmez. Eserlerinden biri mutlaka size hitap edecektir. Tek yapmanız gereken rafları karıştırmak ve o eseri bulmak.

Yazar: Kadri Kerem Karanfil

Bu hesap, artık hayatta olmayan bir yazara aittir. (1980-2021)Bilimkurgu Kulübü emektarı. Yalnız bilimkurguyla değil, korku ve çocuk edebiyatıyla da ilgili. Stephen King'in sadık okuyucusu. Ray Bradbury'nin büyük hayranı. 80'lere ait korku filmlerinin tutkunu.

İlginizi Çekebilir

frank-herbert-roportaj 2

Kayıp Röportaj #2: Frank Herbert’tan Fütüristik Düşünceler

Daha önce hiç gün yüzüne çıkmayan bu sohbet, ilk olarak 1984 yılı ortalarında, tam da Dune filminin …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin