ahtapot

Ahtapot Dünyaları: Octopolis ve Octlantis

“Ahtapota inanmak için onu görmek gerekirdi. Eski su ejderhaları ahtapotun yanında gülünç kalır. (…) Bu hayvanlar canavar oldukları kadar hayalettirler de. Onlar hem kanıtlanmıştır hem de olasılık dışıdırlar. Var olmak onların gerçeğidir, olmamak onların hakkıdır. Ölümün iki canlılarıdır. Onların mantıksızlıkları varlıklarını zorlaştırır. Akıl sınırının yakınındadırlar, hayal sınırını doldururlar. (…)  Onlar kara dairelerin görülen uçlarıdır. Bizim gerçeğimizden bir başkasına olan geçici işaretlerdir. Düşünürün gecenin bodrum penceresinden belli belirsiz fark ettiği o korkunç yaratıklar başlangıcına aitmiş gibidirler.”

Victor Hugo, “Din (Notre-Dame’ın Kamburu) -Toplum (Sefiller) -Doğa Üçlemesi”nin son halkası olan “Deniz İşçileri”nde ahtapotu böyle tasvir ediyor. Yazarın ustalığının zirve noktasına çıktığı bu muhteşem yapıtta ahtapot, yüreklere korku salan emsalsiz bir canavar, amansız bir düşmandır. Ahtapotları bir kurgu eserde ilk kez böyle betimleyen elbette Victor Hugo değildir. Tarih boyunca dünyanın dört bir yanındaki pek çok kültürde çok kollu ya da dokunaçlı bir canavarın denizlerde terör estirdiğine dair efsaneler söylenegelmiştir. Ahtapotlar mitolojide ve folklorda hep deniz canavarları olarak tasvir edilmiştir. İskandinav mitolojisinde Kraken, Japon Aynu folklorunda Akkorokamui ve hatta Antik Yunan’da Gorgonlar bu tasvirlere örnek olarak gösterilebilir. Hatta ahtapot, yanlış şekilde Roma ve Yunan mitolojisindeki dokuz başlı Hydra’ya bile yakıştırılmıştır. Bu göründüğünden daha vahim ve komik bir yanılgı, zira 18. yüzyıla kadar pek çok doğa bilimci, Hydra’nın gerçek bir yaratık olduğunu düşünüyordu. Aynı şekilde, gemileri batıracak büyüklükte dev ahtapotlar, kalamarlar ve mürekkep balıkları efsaneleri özellikle 19. yüzyılda epey revaçtaydı, birçok insan bunlara ciddi ciddi inanıyordu. Daha MS 1. yüzyılda, filozof ve doğa bilimci Yaşlı Plinius, ahtapotu korkunç bir canavar olarak tanımlıyordu:

“Suda yaşayan hiçbir hayvan bir insanı öldürmede daha vahşi olamaz; çünkü insanın etrafına dolanarak onunla boğuşur ve vantuzlarıyla onu emip yutarak parçalara ayırır.”

Aslında ahtapotlar Plinius’tan Victor Hugo’ya birçok insanın iddia ettiği gibi acımasız katiller değil; olağanüstü çeşitliliğe sahip, son derece zeki ve hatta utangaç canlılardır. Karmaşık problem çözme yetenekleri ve alet kullanımı sergileyen belki de en zeki omurgasızlardır. Sayıları tüm kafadanbacaklıların üçte birinden fazlasına tekabül eden yaklaşık 300 tür ahtapot bilinmektedir. Tahrik edilmedikleri veya zarar görmedikleri takdirde insana saldırmazlar. Hepsinin tükürüğünde az çok zehir bulunur, ancak sadece mavi halkalı ahtapotun birkaç türü insan için öldürücü oranda zehre sahiptir. Bir bukalemun 20 saniyede renk değiştirirken, ahtapotlar saklanmak ya da tehdit etmek için renk pigmentleriyle dolu derileri sayesinde 200 milisaniyede renk değiştirebilir. Dahası sadece rengini değil, şeklini de değiştirip bulundukları çevrenin yüzey özelliklerine uyabilir, yani bir nevi görünmez olabilir. Güney Asya’daki Taklitçi ahtapot ise kendisini avlayabilecek hayvanlara karşı, onların korktuğu hayvanların kılığına girip aynı onlar gibi görünebilir. Hatta kamuflaj ustası ahtapotların, bunu saklanmaya gerek duymadıkları durumlarda bile -belki sadece eğlenmek için- yaptıkları gözlemlenmiştir.

Midesi, karaciğeri, biri tüm vücuda diğer ikisi ise sadece solungaçlardan kan pompalayan toplamda üç kalbi ve merkez beyni olmak üzere tüm hayati organları ahtapotun başında yer alır. Merkezdeki beyin, altısı kol, ikisi bacak olan uzuvlarında bulunan birbirinden bağımsız sekiz ufak beyni idare eder. Bu sekiz ufak beyin kendi kararlarını kendileri verebilir. Uzuvları kopsa ya da mesela erkek dişiye kur yaparken hediye etmek üzere kendisi koparsa bile yeniden çıkabilir. Kesilen uzuv ise hâlâ renk ve şekil değiştirebilir, kaçabilir, hatta avlanabilir. Ağızları dışında tümüyle yumuşak vücutları onları savunmasız kılmanın aksine saklanma ve hareket üstünlüğü sağlar. Gözleri ile dünyayı siyah-beyaz görse de, renkleri derisi vasıtasıyla algılayabilir, derisiyle görebilir. Primatlar, yunuslar ve birkaç kuş türüyle birlikte insanların yüzünü tanıyabilen nadir hayvanlardandır. Kendisine bakan kişiye alışabilir, çevresindeki insan dahil faktörlere karşı hoşlanma ya da rahatsız olma durumuna göre yaklaşma ya da uzaklaşma davranışı gösterebilir. Bir diğer önemli özelliği ise oyun oynayabilmesidir. Ahtapotların oyun oynayan diğer hayvanların aksine yalnızlığı tercih eden, sosyal davranış özelliği ve hiyerarşik düzeni olmayan münzevi canlılar olduğu düşünülürse bu durumun önemi daha iyi anlaşılabilir.

Evet, ahtapotlar sosyal canlılar sayılmazlar ve genellikle tek başlarına hareket edip münzevi bir yaşam sürerler. Ancak 2009’da Avustralya’da, Yeni Güney Galler’in güney kıyısındaki Jervis Körfezi’nde, ana ekseni 2-3 metre çapında, elips şeklindeki antropojenik bir kitlenin etrafında, nüfusu 14’ü bulan bir ahtapot grubu keşfedildi. Ana iskeletinin hurda metallerden oluştuğu tahmin edilen kitle, çoğunlukta deniz tarağı kabuklarından oluşan doğal malzemeyle kaplanmıştı. Avustralya ve Yeni Zelanda’nın subtropikal sularında yaşayan bir tür olan “Octopus tetricus / Kasvetli ahtapot”, (daha yaygın adıyla “Sydney ahtapotu”), bu deniz kabuğu yatağına girerek yuvalar oluşturmuştu. Belli ki deniz kabukları, etraftaki alüvyonlu topraktan çok daha sağlam bir yapı malzemesi olduğu için ahtapotlar tarafından tercih edilmişti. Grubun çiftleşme ve kavga sebebiyle bir araya geldiği gözlemlendi. Biyologlar bu yerleşim alanına “Octopolis: Ahtapolis” adını verdi. 2016’da ise Octopolis’in yakınlarında, onun gibi Booderee Ulusal Parkı içinde yer alan ve “Octlantis: Ahtlantis” adı verilen, ilkinden farklı olarak bu kez insan yapımı hiçbir nesne içermeyen ve yine 10-15 kişilik ikinci bir yerleşim yeri bulundu.

Octlantis, Octopolis’teki çiftleşme ve kavga davranışları dışında kovma, dışlama gibi yeni ve karışık birtakım sosyal etkileşimlere de sahne oluyordu. Böyle agresif davranışların elbette bir bedeli var, öyleyse neden bu hayvanlar zahmete girip birlikte yaşamayı seçmiş olabilir? Bu sorunun cevabını başta verdik aslında: deniz kabukları. Ahtapotlar yiyecek bulmak için dışarı çıkıyor ve bulduklarını güvenli bir sığınakta yemek için geri getiriyor. Daha sonra kabukları alüvyonlu alana atıyor. Kabuklar zemindeki yumuşaklığı dengeleyip ahtapotların sağlam ve güvenli bir temel üzerinde yuva kurabilmesini sağlıyor. Bu yerleşim alanları her ne kadar şehir olarak adlandırılsa da, biyologlar ahtapotların şehir kurmaktan ziyade ekolojik mühendislik yaptıkları fikrinde. Ahtapotlar inanılmaz zekâlarıyla, çevre koşulları ve etraftaki malzemelerin yönlendirmesiyle, bilinçsizce ama elbette ki hayranlık uyandıran bir yaşam alanı tasarlamış. Alaska Pasifik Üniversitesi’nden Profesör David Scheel, kabuklar olmadan bu yerleşim yerinin yuva olarak aranan özelliğe sahip olmayacağını, yuvayı sağlam kılan şeyin deniz kabukları olduğunu ifade ediyor. “Burasının bol miktarda yiyeceğin, ona oranla az sayıda barınağın ve çok sayıda yırtıcı hayvanın bulunduğu bir alan olduğunu tahmin ediyoruz. Hepsi bir araya gelince barınmanın en önemli sorun olduğu anlaşılıyor.” Yani ahtapotlar öncelikli barınma ihtiyacından dolayı birlikte yaşamanın zorluklarını göze alıyorlardı.

Grubun bütün üyeleri aynı seviyede faal değildi; kimisi yuvasından daha sık çıkıp grubun diğer üyeleriyle daha fazla etkileşime giriyordu. Sebebi bilinmemekle beraber, bazen birbirlerini bir yöne doğru gitmekten vazgeçirmeye, başka tarafa yönlendirmeye çalışıyorlardı. Önüne gerilip bir nevi iknaya uğraşıyorlardı. Scheel’e göre, ahtapotlar toplu yaşam içinde, yalnızken ihtiyaç duymadıkları bazı davranışları sergileyebiliyor. Şu da var ki, bu yerleşim yerlerindeki ahtapotların davranışlarını düzenli olarak gözlemlemek, kameraya almak zor. Örneğin, kameralardaki ışıklar geceleri ahtapotları rahatsız edeceği gibi, yırtıcı hayvanları da yuvanın yakınına çekeceği için tehlike arz ediyor. Üstelik ahtapotlar, değindiğimiz gibi kamuflaj ustası olduklarından renklerini ve desenlerini sık sık değiştirir, dolayısıyla onları sürekli takip edip kayda almak zor. Kayda alınabilen bir diğer ilginç davranış ise şuydu: Normalde ahtapotlarda, erkek çiftleşmeden sonra dişi tarafından yenmemek için çiftleşme esnasında dişinin ağzından mümkün oldukça uzak durur ve tamamlandıktan sonra hızla kaçar. Kasvetli ahtapotlarda ise çiftler arasında karmaşık bir görsel iletişime ek olarak, tıpkı Büyük Pasifik çizgili ahtapotu gibi ağız ağıza çiftleşme ve çiftleşme zamanı aynı yuvada kalma durumu gözlemlenmişti.

Cornwall Yaban Hayatı Koruma Vakfı’nın Deniz Bilinci Sorumlusu Matt Slater, ahtapotların insanlarla etkileşimden hoşlanıyor gibi göründüklerini dile getiriyor. Ancak ahtapotlarda -özellikle de akvaryumlardaki esaret altında olanlarda- sosyalleşmenin riskli olduğunu belirtiyor. Çünkü yamyamlık hem kendi doğal yaşam alanlarındaki hem de esaret altındaki ahtapotlar için göz ardı edilemeyecek bir tehdit. Belki de ahtapotların birbiriyle nadiren etkileşime girmesinin önemli bir sebebi de bu. İspanya’da ahtapot yamyamlığı üzerine yapılan bir araştırma, ahtapotların doğada diğer ahtapotları yemesinin enerji açısından daha verimli olabileceğini, çünkü protein açısından zengin olduğunu ve örneğin midye açıp yemeye göre daha az enerji harcadığını iddia etti. Kendi bölgelerini korumak da bir diğer sebep olabilir. Slater, “Biz şahit olamasak da belki de dev Pasifik ahtapotları da ara sıra bir araya gelip sosyalleşiyordur,” diyor. “Denizin güzelliği de bu. Böyle bilinmezlerle ve cevaplanmayı bekleyen sorularla dolu olması.”

Özellikle bu şaşırtan davranışlarıyla, bütün ilginç özellikleri, inanılmaz tasarım ve donanımlarıyla ahtapotlar bu dünyaya ait olduğuna kolay kolay inanamayacağımız bir canlı. Ki uzaylı olduklarını iddia eden ciddi sayıda insan da var. Ama bir şeye şüphe yok ki, onlar Hugo’nun ifadesiyle “kötülüğün somut biçimleri” değil, çok özel, gizemli ve güzel yaratıklar. Neyse ki insanların ne düşündüğünü bilseler bile umursamazlar. Haklarında kötü konuşulması üç kalplerinden birini bile kıramaz.

Not: Deniz İşçileri’ni mükemmel bir şiirsellikle adeta Türkçe olarak yeniden yazan, Fransız ve Rus edebiyatının en önemli eserlerini kusursuz şekilde dilimize kazandıran çevirmen merhum Nesrin Altınova’yı saygıyla anıyoruz.

Yararlanılan Kaynaklar:

Yazar: Münevver Uzun

Onu siz delirttiniz!

İlginizi Çekebilir

İlk Doğan Hipotezi: Ya Samanyolu’ndaki İlk Gelişmiş Uygarlık Bizimkisiyse?

1950’de İtalyan-Amerikan fizikçi Enrico Fermi, Manhattan Projesi kapsamında 5 yıldır çalıştığı Los Alamos Ulusal Laboratuvarı’nda …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin