“Herkes nerede?”
1950’de İtalyan-Amerikan fizikçi Enrico Fermi‘nin yönelttiği bu oldukça basit soru, ileride Fermi Paradoksu‘nun da temelini oluşturacaktı. Öyle ya, devasa bir evrende yaşamamıza rağmen ortalıkta kimseler yoktu. İşte Fermi Paradoksu, bu tezatlığın bilim literatüründeki adı hâline geldi. Fermi’den sonra bu paradoksa çok sayıda çözüm önerisi getirildi. Bunlardan biri de, yeterince gelişmiş bir uygarlığın fiziksel evrenin ötesine geçebilecek bir “aşkınlık” seviyesine ulaşacağını öne süren Aşma Hipotezi‘ydi. Bu hipotez, öne sürülen diğer birkaç çözüm önerisi ile bazı ortak noktalar taşıyor. İlk olarak, evrenin bir denge, bir doygunluk hâlinde olduğunu ve yaşamın ortaya çıkma ihtimalinin daima aynı kaldığını kabul ediyor. İçinde yaşadığımız bu büyük sessizliğin nedenini ise iletişime geçebileceğimiz hiçbir uygarlığın var olmadığı varsayımına dayandırıyor.
Ancak Aşma Hipotezi, dünya dışı akıllı yaşamın hiç var olmadığını veya kendi kendini yok ettiğini söylemiyor, daha ziyade ileri uygarlıkların teknolojide ulaştığı nokta itibariyle temelden bir dönüşüme uğradığını öne sürüyor. Kısacası, insanlıktan da eski olan herhangi bir dünya dışı uygarlığın, artık olağan iletişim yöntemlerinin ötesine geçtiğini söylüyor. Hatta hipoteze göre ileride insanlık da bu safhaya ulaşabilir. Bu atılıma “Teknolojik Tekillik” veya “Accelerando” deniyor; teknolojik ilerlemenin artık durdurulamaz noktaya geldiği, insanlığın temelden dönüşüme uğradığı bir eşik.
Tekillik konseptinin başlangıcı, dâhi bilgisayar bilimcisi ve matematikçi John von Neumann‘a kadar dayanıyor. 1903 ile 1957 yılları arasında yaşamış olan Macar asıllı Amerikan bilimci, “kendi kendini üretebilen makineler” konseptinin de fikir babası. Uzun yıllar arkadaşlık ettiği Stanislaw Ulam, von Neumann’ın ölümünün ardından yazdığı 1958 tarihli makalesinde, ikisi arasında geçen ve teknolojik ilerlemenin endişe verici hızına odaklanan bir konuşmayı şöyle aktarıyor:
“Bir konuşmamız da teknolojinin sürekli hızlanan ilerlemesi ve insan yaşamına getirdiği değişiklikler hakkındaydı. Öyle ki, bir devinim günün birinde tekillik noktasına ulaşacak ve bu noktadan sonra bildiğimiz anlamda insan ilişkileri sürdürülemeyecek hâle gelecektir.”
Tekillik kavramı ve konsepti, bilimkurgu yazarı ve emekli bilgisayar bilimleri profesörü Vernor Vinge tarafından yazılan 1993 tarihli “Yaklaşan Teknolojik Tekillik” adlı makale sayesinde bugünkü popülerliğine kavuştu. Makalede Vinge, daha önce çeşitli sempozyumlarda ve yaptığı sunumlarda dile getirdiği argümanlarını bir temele oturttu. Hem makalenin hem de Vinge’e ait sunumun ana fikri, insanlığın Dünya’da yaşamın ilk başladığı anla kıyaslanabilecek büyüklükte bir değişimin eşiğinde olduğuydu. Vinge’e göre bu aşama, insandan daha ileri zekâya sahip teknolojik varlıklar tarafından çoktan geçilmiş bile olabilirdi. Vinge bu değişimin, 21. yüzyılın başlarında (2005 ile 2030 arasında) gerçekleşeceğini tahmin etmişti ve şu sebeplerden biri neticesinde ortaya çıkacağını aktarmıştı:
- “Kendinin farkında” olan ve insan üstü zekâya sahip bilgisayarlar,
- Büyük bilgisayar ağları ve bunları kullanan kullanıcılar,
- Kullanıcılarının insan üstü zekâya sahip sayılabileceği bilgisayar/insan arayüzleri,
- Biyolojik ilerlemelerin insan zekâsını arttıracak buluşlara imza atması.
Yazar ve mucit Ray Kurzweil de bu konuda öne çıkan kişiler arasında. Kitapları ve çalışmalarındaki temel savı ise teknolojik ilerlemelerin sürekli artan bir hızla gerçekleştiği üzerine kurulu. Her yeni teknolojik atılımla bir sonraki atılıma ulaşmak için gereken sürenin daha da kısaldığını, bu nedenle de kaçınılmaz biçimde sürekli atılım hâlinde olacağımız bir noktaya ulaşacağımızı öngörüyor.
Belki de Fermi Paradoksu ile alakalı olarak aşkınlıktan bahseden ilk kişi, ünlü Rus-Sovyet roket bilimci ve astronotik teorisinin babası Konstantin Tsiolkovsky‘di. 1932 tarihli “Tanrı Var mı?” makalesinde, insanlığın geleceğinde bir “kusursuz zekâ” hâli bulunduğunu, bunun evrendeki farklı yaşam formlarının zaten ulaştığı bir mertebe olduğunu öne sürüyordu:
“Evrenin başlangıcından beri milyarlarca gezegen var oldu, dolayısıyla bu gezegenlerde yaşayan hayvanların ulaştığı seviyeye biz de Dünya üzerinde milyonlarca yıl yaşadıktan sonra ulaşacağız. Bu seviye kendini mükemmel zekâ ile belli edecektir; doğayı tam manası ile kavrayacağız ve diğer gök cisimlerine rahatlıkla ulaşabileceğiz.”
Bu mantık yürütümü, Fermi Paradoksu’nu yaratan o “öğle yemeği konuşmasından” yaklaşık yirmi yıl önce, Tsiolkovsky’nin astrofizik ve kozmoloji alanındaki kendi çalışmaları sonucunda ortaya çıkmıştı. İnsanlığın kaderinin uzayda olduğuna inanan, günün birinde diğer yıldız ve gezegenlerde kolonileşeceğimizi öngören Tsiolkovsky, bunu çoktan yapan başka uygarlıkların neden ortalarda görünmediğini sorgulamıştı. Tsiolkovsky, bu konudaki düşüncelerini 1933 tarihli “Gezegenleri İşgal Eden Yaşayan Varlıklar” adlı makalesinde ortaya koydu. Kendisiyle giriştiği bir diyalogda, “dünya dışı akıllı yaşamlar bizim gezegenimizi ziyaret eder miydi?” sorusuna şöyle cevap veriyordu:
“Belki de bizi ziyaret edecekleri vakit henüz gelmemiştir. Avustralya Aborjinleri ve Amerika Kızılderilileri kendileriyle iletişime geçen Avrupalılarla karşılaştılar ama bu gerçekleşene kadar binlerce yıl geçti. Benzer bir şekilde, zamanı gelince biz de böylesi bir ziyaretle karşılaşacağız. Belki de başka gezegenlerde yaşayan kudretli varlıklar, uzun zamandır birbirlerini ziyaret ediyorlar.“
Dünya dışı akıllı yaşama sahip uygarlıkların kendilerini belli etme girişiminde bulunup bulunmadıkları konusunda ise Tsiolkovsky şöyle diyordu:
“Elimizdeki imkânlar bu tür işaretleri algılamak için fazla kısıtlı. Uzaylı komşularımız belli bir bilgi seviyesine ulaşıldığında mutlaka diğer gezegenlerde yaşamın olduğunu kanıtlayacaklarını biliyor. Üstelik, insanlardan daha az gelişmiş hayvansı türlerle dolu gezegenleri varlıklarından haberdar etmenin de bir anlamı olmayacaktır, zira bunu algılayacak kapasiteleri yoktur. Ya bu bilginin onlara zararı olursa? Dünya dışı varlıklar tarafından ziyaret edilmemiz için insanlığın bilgi birikiminin belli bir seviyeye çıkmasını beklememiz gerekiyor.”
Kısacası Tsiolkovsky, akıllı dünya dışı uygarlıkların onları fark edemeyeceğimiz kadar gelişmiş oldukları veya henüz onları algılayacak kadar gelişmediğimiz için bizden bilerek uzak durdukları olasılıklarını öne sürüyordu.
Pek çok açıdan bu savlar, Nikolai Kardashev’in yaklaşık 30 yıl sonra “Dünya Dışı Uygarlıklarda Bilgi İletimi” adlı önemli makalesinde öne sürdüklerinin öncülü niteliğindeydi. Bu makale, uygarlıkların teknolojik gelişimlerini hükmettikleri enerji miktarına göre ölçen “Kardashev Cetveli”nin temelini oluşturmuştu. Kardashev, çok gelişmiş uygarlıkların “mega yapılar” inşa edebilecek mühendislik becerisine sahip olacağını öngörüyordu. Böylesi yapıları fark etmemek imkânsız olacağından, ona göre henüz bu tarz bir şey keşfetmememiz dünya dışında akıllı yaşamın olmadığının da göstergesi sayılabilirdi. Neyse ki kozmolog ve teorik fizikçi John D. Barrow (1952 – 2020), Kardashev Cetveli’ni genişleten “Mikroboyutsal Ustalık” hipotezini ortaya attı, bu da Fermi Paradoksu’na getirilen çözümlerden biri olarak literatüre girdi.
1998 tarihli, “Olasılıksız: Bilimin Sınırları ve Sınırların Bilimi” adlı makalesinde Barrow, teknolojik yenilikler söz konusu olduğunda insanlığın daha büyük ölçeklere değil, daha küçük ölçeklere yoğunlaşması sayesinde fayda sağladığına vurgu yaptı. Buna iyi bir örnek olarak transistörlerin giderek daha da ufalması sayesinde entegre devrelerdeki ortalama transistör sayısının sürekli artmasını (Moore Yasası) gösterdi. Nihayetinde Barrow, Kardashev Cetveli’nin tam tersi yönde, Tip I-eksi’den Tip Omega-eksi’ye doğru giden bir başka ölçek fikrini ortaya attı. Barrow Ölçeği’ne göre, uygarlıklar şu kıstaslardan birine denk düşecek şekilde sınıflandırılabilirdi:
- Tip I-eksi: Kendi boyutlarından daha büyük nesnelere müdahale edebilirler,
- Tip II-eksi: Genetik kodu okuyabilir ve değiştirebilirler,
- Tip III-eksi: Maddelere moleküler seviyede müdahale edebilirler,
- Tip IV-eksi: Maddelere atomik seviyede müdahale edebilirler (nanoteknoloji),
- Tip V-eksi: Maddelere atom altı seviyede müdahale edebilirler (çekirdek ve nükleonlar),
- Tip VI-eksi: Maddelerin yapıtaşlarına müdahale edebilirler (quarklar ve leptonlar),
- Tip Omega-eksi: Uzay ve zamanın temel yapısına müdahale edebilirler.
Aşma Hipotezi’nin Fermi Paradoksu’na bir cevap olarak toparlanmasında ve kapsamının genişletilmesinde en büyük pay ise şüphesiz Foresight Üniversitesi CEO’su ve Aşma Çalışmaları Vakfı’nın kurucusu fütürist John M. Smart‘ındı. 2002 tarihli, “Fermi Paradoksu’nu Açıklamak: Evrensel Aşkınlığın Mekanizmaları” adlı makalesinde, “Büyük Sessizliğin” teknolojik bir evrim süreciyle açıklanabileceğini öne sürdü. Bu savlarını, 2011 tarihli “Aşma Hipotezi: Yeterince gelişmiş uygarlıklar kaçınılmaz olarak evrenimizi terk eder, METI ve SETI ekseninde açıklamalar” başlıklı bir diğer makalesinde genişletti. Bu makalede Smart, hızlanan teknolojik atılımlar nedeniyle türlerin kendilerinden daha az gelişmiş uygarlıklarla iletişime geçmeme eğilimi göstereceğini belirtti.
“Aşma Hipotezi, evrimsel anlamda yeterince ilerlemiş tüm uygarlıkların “iç uzay” gibi tanımlanabilecek, giderek artan yoğunlukta, üretimsel olarak optimum, minyatür ve etkili bir zaman, uzay, enerji ve madde ölçeğine ulaşacağını öngörür…”
Smart özellikle, aşkınlık seviyesindeki akıllı yaşama sahip uygarlıkların, aşırı güç gerektiren hesaplamalar için ideal enerji kaynakları olan kara delikleri kullanmanın bir yolunu bulacaklarını, bu sayede her türden ekstrem fizik kuramlarını gerçekleştireceklerini vurguluyordu. Kara deliklerin birer enerji kaynağı olarak kullanılabileceğini ilk ortaya atan kişi ise Oxford’da fizikçi ve matematikçi Roger Penrose’tu ve bu teorinin doğruluğu en son araştırmalarla da onaylanmıştı. Smart’a göre Aşma, temelde Evrimsel Gelişim fikrine dayanıyordu. Evrimsel Gelişim, evrenimizin temel bir dinamiğiydi; bu dinamik evrimsel ve teknolojik gelişmelerin aynı anda ve sürekli olarak “autopoietic”, yani kendi kendini üreten bir sistem ortaya çıkarmak için çalışıyordu. Aşma Hipotezi bu fikirden, aynı şekilde gelişen türlerin sonunda bir tür simülakruma veya süperzeki varlığa dönüşeceğini savunmaması yönüyle ayrılır.
“Pek çok kimse, Aşma Hipotezi ile sonunda ilahî varlıklara dönüşeceğimizi veya tam sanallığa geçiş yapacağımızı savunduğumuzu sanıyor, ancak kompleks sistemlerde bu neredeyse hiç gözlemlenmez. Yaşamın kendisi de dâhil olmak üzere diğer autopoietic sistemlerdeki Evrimsel Gelişim örnekleri, kozmosta zekânın nasıl çalıştığını anlamamıza yardımcı olur. Tabii zekânın kendisi de autopoietic bir sistem değilse; ki söz konusu açıklama bana tüm bu karmaşıklığa getirilen en kolaycı çözüm önerisi gibi gelir.”
Sırp astronom ve astrofizikçi Milan M. Cirkovic, 2008 tarihli çalışması “İmparatorluğa Karşı“da da benzer bir sav öne sürdü. Dünya dışı bir uygarlığın muhtemel davranışlarının ne olacağını öngörmek için iki farklı model kullandı, böylesi bir uygarlığın gelişimini genişleme/kolonileştirme odaklı (buna “İmparatorluk Modeli” adını verir) mı, yoksa optimizasyon odaklı (buna “Şehir Devlet Modeli” adını verir) mı sürdüreceğini sorguladı. Sonunda, gelişmiş bir uygarlığın dış uzaya açılıp farklı sistemleri kolonize etmektense, sahip olduğu uzayı (kendi yıldız sistemini) en verimli şekilde kullanma yolunu tercih edeceğini açıkladı. Böylesi bir uygarlık, bu sınırlı uzaydan en verimli şekilde faydalanabilmek için nanoteknoloji, pikoteknoloji ve femtoteknoloji gibi teknolojileri keşfetmiş olmalıydı. Bu da akıllara John von Neumann’ın “Evrensel Birleştiricileri“ni (von Neumann sondası olarak da bilinir), yani sonsuza kadar kendi kendilerini üretebilen makineleri getiriyordu. Mevcut örnekte ise bu makineler kendilerini giderek daha küçük boyutlarda üretecekti. Nanoteknoloji kuramının fikir babası teorik fizikçi Richard Feynman, 1959 tarihli makalesi “Dipte Daha Çok Yer Var“da tam olarak bundan bahsediyordu.
Gelişmiş uygarlıkların yayılmaya ve yıldızlararası kolonileşmeye ilgisizleşecekleri öngörüsü, Harvard-Smithsonian Astrofizik Merkezi’nde araştırmacı olan Profesör Abraham Loeb tarafından da ortaya atıldı. “Kozmik Ölçekte Sosyal Mesafe” başlıklı makalesinde Loeb, teknolojik ilerlemelerin akıllı yaşam sahibi uygarlıkları zamanla daha az görünür kılacağını savundu. Profesör Loeb, Fermi Paradoksu’yla alakalı çalışmalarda sıkla rastlandığı üzere, tezini insanlık tarihinden örneklerle savundu ve insanların da zamanla daha “sessiz” hâle geldiklerini söyledi.
“Son yıllarda, fiberoptik veya kablo gibi radyo frekansı yaymayan iletişim yöntemleri icat ettik. Benzer şekilde, soğuk savaş döneminde olduğu gibi gökyüzünü tarayarak balistik füzeleri araştıran güçlü radyo vericilerimiz de kalmadı. Böylesi güçlü dalgalar hâlihazırda var olan radyo frekansı teleskoplarımızla Samanyolu Galaksisi’nde tespit edilebilir durumda; ancak kendi dikkatsizliğimizin sonuçlarını algılamamız uzun zaman alıyor. Altmış yıl kadar önce o radyo dalgası sinyallerini gönderdiğimizden beri, sadece birkaç yüz yıldızın olduğu 30 ışık yılı kadar uzaktan geri dönüş alabildik. Önümüzdeki bin yıl içerisinde başka bir uygarlığın gönderdiğimiz radyo sinyallerini algılama olasılığı geçen zamanın küpüyle orantılı olacaktır. Sonrasında ise geçen zamanın karesi ölçüsünde artacaktır (çünkü Samanyolu diskinin kalınlığı bin ışık yılıdır).”
Bu “gizlenme” eğiliminin sonu (ki başka uygarlıklar tarafından fark edilmekten bilerek kaçınma davranışı da buna dâhildir), Profesör Loeb’in “nihai yalnızlık hâli” olarak adlandırdığı şeye varabilir. Birkaç paragraf önce değindiğimiz üzere, bir uygarlık kendi çevresini ihtiyaçlarını karşılayacak ölçüde optimize etmekle yetinebilir ve bunun ötesine çıkma konusunda çok da hevesli olmayabilir. Peki bu, kendi kendine yetebilen uygarlıkların başkalarıyla iletişime geçme konusuyla pek de ilgilenmeyeceklerini mi gösterir? Dahası, Loeb’e göre son küresel pandemi dalgası akıllı yaşam sahibi bir uygarlığın neden bizimle iletişime geçmek istemeyebileceğine dair bir başka neden sunuyor:
“Son pandemi, tür olarak ne kadar kırılgan olduğumuzu gösterdi. Gelişmiş bir uygarlık, geleceğini destekleyecek bir ortam yaratmış olmalıdır. Dışarıdan bakılınca bir koza gibi görünecektir, içeriden bakıldığında ise gelmişmiş bir destek sistemi gibi.”
Elbette tüm bunlar, Dünya Dışı Akıllı Yaşam Araştırması (SETI) ve Dünya Dışı Akıllı Yaşamla İletişim (METI) çalışmalarını da ilgilendiren bir konu. Eğer gelişmiş uygarlıklar, radyo sinyalleri ya da başka tür iletim yöntemleriyle bulunmamayı tercih ediyorsa uzun zamandır devam eden bu çalışmalar da tamamen boşa demektir. Öte yandan, tüm akıllı yaşam formlarının verimliliğe ve sessiz kalmaya yöneleceğini varsaymak da epeyce iddialı bir önerme. Fermi Paradoksu ve dünya dışı akıllı yaşam araştırmalarımız düşünüldüğünde, belli sonuçlara ulaşmamız kaçınılmaz olacaktır. Loeb’in de dediği gibi:
“En gelişmiş uygarlıklar kendi kendilerine yetebilir olacaklarından, dış dünyalarıyla iletişime geçmeye hevesli olmayacaklardır. Dolayısıyla, asla onlardan gelen bir iletişim sinyali duyamayacağız, bu da içinde bulunduğumuz sessizliği açıklıyor. Olsa olsa gürültülü, daha az sofistike, yani bizim gibi uygarlıklardan bir ses duyabiliriz; ancak bu da uzun sürmeyecektir, zira onlar da kendi çevrelerine dikkat etme konusunda sıkıntı yaşıyor olacaktır .”
Yani böylesi bir dünya dışı uygarlıktan haber alsak bile, biz onların haberini aldığımız sırada onlar çoktan yok olmuş olabilir. Evrimin sınavından geçen ve aşkınlığa ulaşanlar (kozmosun “havalı çocukları” da diyebiliriz) ise bizimle konuşmakla ilgilenmeyecektir ve erişilmez olacaktır. İnsan kendini reddedilmiş gibi hissetmekten alıkoyamıyor değil mi?
Fermi Paradoksu’na önerilen pek çok çözüm gibi, Aşma Hipotezi de birçok varsayım ve aksiyom içeriyor. Örneğin, evrenimizde yaşamın evrimsel gelişime benzer bir süreç izlediğini, yani daima olası ihtimallerin alt kümelerine yakınsadığını kabul ediyor. İkinci olarak ise zekâ sahibi varlıkların hep Uzay, Zaman, Enerji ve Madde ölçeklerinde giderek daha küçük ve daha verimli bir noktaya varacağını öngörüyor. Ayrıca bu sürecin günün birinde kara delikler ve nötron yıldızları gibi müthiş karmaşık yapılara ulaşıldığında sona ereceğini iddia ediyor, ne var ki kara delikleri kullanma özelliği pekâlâ evrimsel gelişim sürecindeki bir başka adım olarak değerlendirilebilir. Dahası hipotez, tekillik noktasının ötesindeki evrimsel gelişim süreçlerini de açıklamaya çalıştığından pek çok bilinmez ortaya atıyor. Öyle ya, tekillik basit bir sözcük gibi dursa da oldukça karmaşık bir olgu. Sürekli hızlanan teknolojik gelişim sonucu varılan bu noktanın, insanlık olarak kabiliyetlerimizi ve sinir sistemimizi geri dönülmez bir şekilde değiştireceği, böylece sonsuz olasılıklara kapı aralayacağı kesin. Bu karmaşık eşiği geçen bir uygarlığın geleceğini tahmin etmek çok da kolay değil.
Bu noktadan ötesini göremeyecek oluşumuz biraz kuantum tekilliğini de anımsatıyor. Kuantum tekilliği, uzay-zamanda kendisinden hiçbir şeyin, ışığın bile kaçamadığı, dolayısıyla ötesini göremediğimiz bir noktayı tanımlamak için kullanılıyor. Bu da insanlığın geleceği hakkında yeni bir paradoks doğuruyor: İnsanlık olarak gelecekte neler yapacağımızı, o şeyleri yapana kadar asla bilemeyeceğiz. Kendi geleceğimizi bile öngöremiyorsak, bizden çok daha gelişmiş olduğunu kabul ettiğimiz uygarlıkların nasıl davranacağını hayal etmemiz bile mümkün değil. Bu, Orta Çağ’daki bir insana gidip, “Sence insanlık bir gün atomu parçalamayı, bilgisayarları, interneti ve uzayda yolculuğu icat edebilecek mi?” diye sormaya benziyor! Elbette tüm bunlar, uzayda akıllı yaşam formları arayışımızı boşa çıkarmıyor. Bilakis, ihtimallerin sonsuzluğu daha da fazla araştırma ve keşif yapmamızı zorunlu kılıyor. Profesör Loeb’in dediği gibi, aşkınlığa erişen akıllı yaşam formlarının var olma ihtimali, onları arayışımızın çıkmaza girdiğini düşünmemiz için yeterli değil:
“Ünlülerin etrafında dolanıp çöplerini karıştıran paparazziler gibi, biz de bu uygarlıkların dışarı attıkları çöplerden ve artık maddelerden bir şeyler öğrenebiliriz. Termodinamik yasaları gereğince, atık madde oluşturmadan üretim yapmak en gelişmiş uygarlıkların bile çözemediği bir problem olacaktır.”
Smart ayrıca, aşkınlığa erişen uygarlıkların birtakım izlerini saklayamayacağını düşünüyor. Tıpkı mega yapılar gibi, burada da anahtar nokta büyük işaretleri araştırmak.
“Optik SETI bize, ‘kayıp gezegenler problemini’ göstermelidir, ayrıca belli bir seviyeye ulaşan ve dış uzay yerine kendi içlerine yönelen gezegenlerin kaçınılmaz olarak yaydığı elektromanyetik dalgaları da yakalayabiliyor olmalıyız… Örneğin, Evrimsel Gelişim Evreni araştırma topluluğundan arkadaşım Clement Vidal’in ilginç bir önerisi var: ‘Zekâ işaretleri görmek için yıldızlarını yemeye başlayan kara delikleri araştırmalıyız’ diyor.”
Evet, hiper gelişkinliğe ulaştıkları, algılayabileceğimiz türden iletişim teknikleri kullanmadıkları veya kendilerinden daha az gelişmiş uygarlıklarla iletişime geçmekle ilgilenmedikleri için varlıklarından haberdar olmadığımız akıllı yaşam formlarının varlığı güçlü bir ihtimal. Ancak evrenimizin derinliklerini tam anlamıyla araştırmaya başlayana kadar bundan kesin bir şekilde emin olamayız.
Her zaman olduğu gibi, bilmediklerimiz hakkında bildiklerimize dayanarak hipotezler üretiyoruz. “Kozmik samanlıktaki o iğneyi” bulana kadar da araştırmaya devam etmeliyiz.
Kaynak: Universe Today