Enrico Fermi‘den bu yana, onun meşhur sorusuna bu sayfalarda daha önce bazılarını okumuş olabileceğiniz birçok çözüm önerisi sunuldu. Bunlardan biri de gezegenlerin “yaşanabilir” olmasına rağmen doğası gereği “yerleşilebilir” olmayabileceğini belirten Aurora Hipotezi.
Bu hipotez, adını ünlü ve nispeten yeni bir bilimkurgu romanından alıyor. Ancak bu hipotezin kökeni onlarca yıl öncesine dayanıyor. Hipotez, özünde akıllı bir türün kendi yıldız sisteminin ötesinde kolonileşme yeteneğine sahip olabileceği fikrini sorguluyor ve bu da Fermi Paradoksu‘nun ardındaki temel önermelerden birine etkili bir darbe vuruyor. İtiraz edilen önerme, gelişmiş bir uygarlığın galaksimize (veya diğer galaksilere) yayılırken uzayda varlığının gözle görülür işaretlerini yaratacağı yönündeki fikir. Evrenin yaşı ve oradaki çok sayıda yıldız ve gezegen göz önüne alındığında, akıllı yaşamın şimdiye kadar birçok kez (ve birçok dünyada) evrimleşmiş olması gerektiği argümanının doğal bir devamı olarak görünüyor.
Gelişmiş bir uygarlığın (veya birkaçının) galaksimizin önemli bir bölümünü zaten kolonileştirmiş olması gerektiği varsayımı Fermi’nin değildi. Bu fikir, 1975 yılında gökbilimci Michael Hart‘ın “Dünya’da Uzaylıların Yokluğuna İlişkin Bir Açıklama” başlıklı makalesinde sorgulandı. Hart, geçmişte Samanyolu Galaksisi’nde bir ETI (Dünya dışı zekâ) ortaya çıksaydı, yıldızlararası yolculuğu geliştirmek ve yakındaki yıldızları kolonileştirmek için yeterli zamana sahip olacağını belirtti. Bu koloniler de zaman içinde benzer faaliyetleri sürdürecek ve sonuçta bu medeniyet galaksimizin çoğunluğunu kolonileştirmiş olacaktı. Böyle bir medeniyete dair hiçbir kanıt bulunmadığı (Gerçek A) için de Hart, insanlığın yalnız olduğunu savunuyordu.
Bu iddia, 1980 yılında fizikçi ve kozmolog Frank Tipler tarafından “Dünya Dışı Akıllı Varlıklar Yoktur” adlı çalışmada daha ayrıntılı olarak açıklığa kavuşturuldu. Burada Tipler, Kozmolojik İlkeyi ve SETI savunucuları tarafından öne sürülen diğer savları inceledi ki bunlar ETI’lerin tıpkı insanlıkla aynı bilimsel ilkeleri kullanarak benzer teknolojiler geliştirmiş olacağı fikrine indirgenebilirdi. Buradan yola çıkarak, insanlıktan bir milyar yıl önce ortaya çıkmış herhangi bir gelişmiş türün, Samanyolu’nda birkaç kez kolonileşebileceğini tahmin etti:
“Bizimkiyle karşılaştırılabilir bir roket teknolojisine ek olarak, yıldızlararası iletişim kuran bir türün, karmaşık bir bilgisayar teknolojisine sahip olması muhtemel görünüyor… Bu nedenle, böyle bir türün eninde sonunda, insan seviyesi ile karşılaştırılabilir zekâya sahip, kendi kendini kopyalayan evrensel bir yapıcı geliştireceğini varsayabiliriz… ve günümüzün roket teknolojisiyle birleştirilmiş böyle bir makine, galaksinin 300 milyon yıldan daha kısa bir sürede keşfedilmesini ve/veya kolonileştirilmesini mümkün kılacaktır.”
Tipler’in katkısı sebebiyle, bu argüman günümüzde hem kendisinin hem de Hart’ın adını taşıyor. Ünlü bilim insanı ve bilimkurgu yazarı David Brin‘in “Benzersizlik Hipotezi” olarak adlandırdığı teoriyi izleyen sonraki teorisyenler, argümanlarını benzer bir temel üzerine inşa etti. Carl Sagan buna, (yer bilimcisi William Newman’la birlikte yazdığı) çürütücü makalede şu ünlü yanıtı verdi: “Kanıtın yokluğu, yokluğun kanıtı değildir.” Kesin olarak bildiğimiz tek şey, hiçbir gelişmiş uygarlığın galaksimizin önemli bir kısmını kolonileştirmediği. Aksi takdirde şimdiye kadar tespit edilmiş olurlardı. Ne yazık ki, şu ana kadar yalnızlığımızı açıklamaya çalışan argümanlar “Büyük Sessizliği” sosyolojik (keşif ve genişleme norm değildir) veya doğası gereği biyolojik (zeki yaşam nadirdir) nedenlere bağlama eğiliminde. Ancak biyolojinin başka bir anlamda belirleyici faktör olma ihtimali de var.
Aurora Hipotezi, adını Kim Stanley Robinson‘ın 2015 yılında çıkan bilimkurgu romanından alıyor. Hikâye, Tau Ceti-E’nin yörüngesindeki bir uyduyu (Aurora) kolonileştirmek için Tau Ceti sistemine ışık hızının %10’uyla seyahat eden yıldızlararası bir nesil gemisinin mürettebatına odaklanıyor. Kolonistler, buraya varıp yerel çevreye alışmaya çalıştıktan kısa bir süre sonra ise prionların ilkel yaşam formuna maruz kaldıkları için ölmeye başlıyor. Prionlar, özelliklerini aynı proteinin diğer varyantlarına aktarma yeteneğine sahip yanlış katlanmış proteinlerdir. Çok küçük oldukları için gezegene indiklerinde keşif sondaları ve Aurora mürettebatı tarafından tespit edilemiyorlar. Bunun sonucunda mürettebat, sistemi hâlâ kolonileştirmek isteyenler ile Dünya’ya (artık insanlar için uygun tek ortam olduğuna inandıkları) geri dönmek isteyenler arasında bölünüyor.
Hipotezin kaynağı, NASA Nexus’un baş araştırmacısı Caleb Scharf ve Rochester Üniversitesi’nden Adam Frank liderliğindeki Gezegen Dışı Sistemler Bilimi (NExSS) ve Penn State Üniversitesi Dış Gezegenler ve Yaşanabilir Dünyalar Merkezi ile Columbia Üniversitesi’nden araştırmacıların “Fermi Paradoksu ve Aurora Etkisi: Dış Medeniyet Yerleşimi, Genişleme ve Sabitlenme Durumları” başlıklı 2019 tarihli bir çalışması oldu. Hart’ın Gerçek A’sını ele alan araştırmacılar, gelişmiş bir dış uygarlığın galaksiye yerleşme hızını inceleyerek işe başladı. Bu, tüm sistemlerin yaşanabilir gezegenlere sahip olmadığı ve yerleşik sistemlerin sonunda kendi sondalarını ve yolcu gemilerini göndererek zamanla galaksiye yayılan bir “yerleşim cephesine” katkıda bulunacağı önermelerini de içeriyordu.
Üzerine, Dünya’nın uzak geçmişte bir dış uygarlık tarafından yerleşilmiş veya ziyaret edilmiş olma (buna dair hiçbir kanıt kalmamış olmasına rağmen) ihtimali de eklendi. Ancak onların çalışmalarında yeni olan şey, bir gezegenin “yaşanabilir” olmasına rağmen doğası gereği “yerleşilebilir” olmayabileceği düşüncesiydi:
“Bazı yıldızlar yerli yaşam formlarına ev sahipliği yapabilir, bu da pratik veya etik nedenlerden dolayı yerleşimi engelleyebilir… Bu tema, Kim Stanley Robinson’ın Aurora adlı romanında incelenmiştir. Yaşanabilir bir dünya her zaman yerleşilebilir olmak zorunda değil. Böylece, Aurora Etkisi dediğimiz, iyi dünyaların bulunmasının zor olma ihtimalini de göz ardı etmemeliyiz.”
Tüm bunları bir dizi simülasyona dâhil ettikten sonra çeşitli sonuçlara ulaştılar. İlk olarak, bir dış uygarlığın galaksiye yerleşmesi için gereken sürenin Samanyolu’nun şimdiki yaşından (13,5 milyar yıl) daha az (veya onunla karşılaştırılabilir) olduğu sonucuna vardılar. Ancak denklemin içine “Aurora Etkisi” de dâhil edildiğinde uygarlığın galaksinin yalnızca belirli bölümlerine yerleştiği bir senaryo ortaya çıktı. Buna uygarlıkların ömrünün sınırlı olduğu düşüncesi de eklendiğinde, galaksinin belirli kümelerinin tercih edilebileceği, çevredeki alanların ise boş kalabileceği bir senaryo netlik kazandı. Son olarak eğer Dünya galaksinin “yeniden yerleşim kümesine” karşılık gelmeyen bir bölgesinde olsaydı, 1 milyon yıl gibi uzun bir süre boyunca yerleşilemeyecek veya ziyaret edilemeyecektik.
Bu hipotez, NASA bilim insanı Geoffrey A. Landis‘in 1993’teki ünlü çalışmasında öne sürdüğü “Sızma Hipotezi“ni anımsatıyor. Landis’e göre astrofizik, doğrudan yıldızlararası kolonizasyonun mümkün olduğu maksimum mesafeyi belirler (iletişim zaman gecikmeleri ve zaman genişlemesi gibi). Landis, bunun ötesinde kolonizasyonun gerçekleşmeyeceği yerleşim kümelerinin oluşmasına da yol açacağını söyler. Bu, Dünya’nın dış uygarlıklar tarafından ziyaret edilmiş olma ihtimaline karşılık gelir, ancak bunun meydana gelme aralığı oldukça geniştir. Fermi Paradoksu ve “Gerçek A” açısından bakıldığında bu oldukça mantıklıdır.
Bir tür olarak insanlık yalnızca yaklaşık 200.000 yıldır var ve yalnızca son 6.000 yıl (o da tutarsız bir şekilde) kaydedilmiştir. Üstelik sayısız kayıt ve çok daha eski sözlü gelenekler zaman içinde kaybolmuştur. Eğer dış uygarlıkların sadece uzun çağlar boyunca bir kez ortaya çıkma ihtimali varsa, bunu bugün nasıl bilebiliriz? İnsanlığın hafızası kısadır. Bir tür olarak yeterince uzun süre var olana kadar, Dünya’nın başka bir akıllı tür tarafından ziyaret edilmediğini söylemek için henüz erken. Hatta Carl Sagan ve Iosif Shklovsky’nin Evrendeki Akıllı Yaşam adlı kitaplarında akıllı bir türün Dünya’yı ziyaret etmiş olma ihtimali ciddi şekilde incelenmiştir. “Doğrudan Temasın Olası Sonuçları” başlıklı bölümde Sagan, Kuzeybatı Pasifik’teki Tlingit halkı ile 1786’da La Perouse isimli Fransız seferi arasındaki ilk temasın sözlü anlatımına atıfta bulunmuştur.
Olayın yazılı bir kaydı olmamasına rağmen, anlatım bir asırdan fazla süre boyunca saklandı ve bu noktada Amerikalı antropolog G.T. Emmons ile paylaşıldı. Hikâye Tlingit halkının mitolojisi ve sözlü geleneği bağlamında yorumlanırken (örneğin, yelkenli gemiler “beyaz kanatlı devasa siyah kuşlar” olarak tanımlanmıştır), karşılaşmanın doğası ise aslına sadık kalarak korundu.
“Karşılaşma sırasında yaşlı ve kör bir savaşçı korkularının üstesinden gelmiş, Fransız gemilerinden birine binmiş ve Avrupalılarla mal alışverişinde bulunmuştu. Kör olmasına rağmen gemilerdekilerin erkek olduğu sonucuna vardı. Onun sayesinde La Perouse ile Tlingit halkı arasında aktif ticaret başladı. Sözlü anlatım, olayları mitolojik bir çerçevede gizlemiş olmasına rağmen, karşılaşmanın gerçek doğasının daha sonra yeniden inşa edilmesi için yeterli bilgiyi içeriyordu.”
Sagan ve Shklovskii, bu ve diğer folklor ve mitoloji örneklerinin, belirli koşullar altında yabancı bir medeniyetle kısa bir teması yeniden inşa edilebilir bir şekilde düşlemiş olabileceğini söyler. Elbette Sagan ve Shklovskii, 1970’lerde tamamen bilim dışı olan “antik astronot” hipotezlerinin ortaya çıkması nedeniyle bu duruma kısmen şüpheyle yaklaşılması gerektiğini de vurgular.
Zayıf yönler açısından Aurora Hipotezi, diğer tüm hipotezlerle aynı veri yetersizliği kısıtlamalarına tabi. Özellikle Hart-Tipler Varsayımı ve “Teklik Hipotezi”nin diğer versiyonlarını oldukça büyük bir varsayıma (“Gerçek A”) dayandığı için eleştiriyor. Ancak bunu, öncelikle Sagan ve diğer “İletişim İyimserleri” tarafından öne sürülen argümanları birleştirerek ve hâlâ varsayımlara dayalı bir şekilde yapıyor.
Ne yazık ki günün sonunda gökbilimcilerin, ötegezegenlerin yaşanabilirliğine kısıtlamalar getirecek yeterli kanıtları yok. Basitçe “Dünya benzeri” olmanın (veya başka bir türün orijin gezegeniyle uyumlu olmasının) yerleşim için yeterlilik anlamına gelmeyebileceğini düşünmek akıllıca olsa da, dış gezegenler doğrudan keşfedilene kadar hiçbir şey kesin olarak söylenemez. Benzerleri gibi Aurora Hipotezi de düşündürücü ve bu açıdan son derece faydalıdır. “Potansiyel olarak yaşanabilir” gezegenleri kataloglamaya devam ederken, “kolonileşme iyimserleri” olmamıza izin veremeyiz. İnsan varlığının başka bir gezegenin yerli yaşam formlarını nasıl tehdit edebileceğini biliyoruz, ama bir de madalyonun diğer yüzü var. Çizmelerimiz dış gezegen yüzeyine değmeden önce, havayı solumanın güvenli olduğundan emin olmalıyız. Kim bilir, belki de birileri bunu çoktan denedi ve ardından da yok olup gitti.
Kaynak: Today Universe