Albert Einstein’ın genel görelilik kuramını özetleyen denklem, pek çok fizikçi için bir güzellik ve zarafet abidesidir. Matematiksel bir gösterim yöntemi olan tensörler kullanılarak yazıldığında 10 denklemi bir arada tek bir denklem olarak yazmak mümkün olsa da hepsini ayrı ayrı açıkça yazmak için sayfalar gerekebilir. Bu arada bu denklemlerin zarif ve güzel olması, onları anlamanın kolay olduğu anlamına gelmiyor. 1907 yılında Einstein hâlâ patent ofisinde memur olarak çalışıyordu. Aklına bir düşünce geldi. Bu düşünce onu genel görelilik kuramını formüle etmeye götüren düşünce silsilesinin ilk basamağıydı. Einstein o anı daha sonra yazdığı bir mektupta şöyle anlatıyor:
“Bern’deki patent ofisinde oturuyordum. Aniden aklımda bir düşünce belirdi. Bir kişi düşerken kendi ağırlığını hissetmezdi. İrkilmiştim. Bu basit düşünce bende çok derin bir etki bıraktı. Beni kütle çekim kuramına yöneltti. Bu hayatımın en mutlu düşüncesiydi.”
20. yüzyılın başında yeni bir kütleçekim kuramına ihtiyaç yoktu. Newton’dan kalan kütle çekim kuramı, Merkür’ün yörüngesindeki düzensizlikler gibi açıklayamadığı bazı olaylar olsa da, genel anlamda sorunsuz olarak iş görüyordu. Yani Einstein’ı veya bir başkasını yeni bir kütle çekim kuramı için motive edecek açıklanamayan gözlemler yoktu. Einstein sadece kendisini etkileyen basit bir düşüncenin peşinden gitmişti. Büyük bir ihtimalle bu düşünce daha önce de pek çok bilim insanının aklına gelmişti. Ama zincirin bu ilk halkasını kütle çekim kuramına ekleyip zincir oluşturmak için bir Einstein’a ihtiyaç vardı. Einstein’ın ise bu basit düşünceyi kafasında evirip çevirecek, cevap isteyen bir soru haline getirecek zamana ihtiyacı vardı. Eğer Einstein günümüz akademik dünyasında bir akademisyen olsa bu zamanı bulabilir miydi?
Stephen Hawking’ten Einstein’a pek çok bilim insanının en verimli çağlarının akademik hayata başladıkları yıllar olduğu bilinen bir gerçektir. Günümüzde akademik hayata yeni başlayanlardan uzmanlaştıkları alanda hemen bir çok yayın yapmaları ve akademik hayatları boyunca bu tempoda devam etmeleri isteniyor. Çünkü hem akademisyenler hem de üniversiteler araştırmalar ve çalışmalar için fon bulma baskısı altında. Bu yüzden akademisyenler ve araştırmacılar cevaplarını merak ettikleri soruların peşinde değil fon bulabilecekleri araştırmaların peşinde gitmek zorunda kalıyor.
Ünlü İngiliz fizikçi ve Higgs bozonunun isim babası Peter Higgs de bugünün akademik dünyasında iş bulabileceğinden emin değil. Edinburgh Üniversitesi’nde onursal profesör olan Higgs kendisinin şimdilerde talep edildiği kadar “üretken” olmadığını düşünüyor. Higgs atom altı parçacıkların nasıl kütle kazandığını açıklayan çığır açıcı çalışmasıyla 2013 yılında Nobel Ödülü kazandı. Fakat 1964’ten bu yana yayımladığı makale sayısı 10’dan az. 1980’de Nobel’e aday gösterilmemiş olsa işini kaybetmiş olacağını düşünüyor. Kendi üniversitesinde yapılan ve personelin akademik araştırmalarının değerlendirildiği çalışmalarda bölümünün utanç kaynağı olduğunu düşünüyor. Higgs “Bazen bölümde en son akademik yayınlarımızı ve çalışmalarımızı sıralamamızı isteyen yazılar dolaşırdı. Ben, sadece “yok” diye cevap verirdim.” diyor. 1996’da emekli olduğunda artık akademik sistemde yeri olmadığına karar vermiş. “1964’te yaptıklarımı tekrar etmemi sağlayacak sessizlik ve dinginliğin günümüz ikliminde bulunabileceğini hayal etmek bile hayli zor.” diye ekliyor.
Bilimle ilgilenen pek çok insanı bu yola teşvik eden en önemli duygu merakken, bilim insanlarının tam da meraklarının peşinde koşabilecek donanıma ulaştıklarında bunu yapmak yerine sadece “üretken” olmalarını ve fon bulmalarını istemek hiç de adil görünmüyor. Elbette başarıyı değerlendirmek ve belgelendirmek, çalışmaları bir planla yapmak, fon önceliklerini bu plana göre belirlemek önemli. Ama her şey bir satırın karşısındaki numaralardan ibaret değil. Belki de bir yerlerde genç bir Einstein veya yeni bir Peter Higgs iş arıyor.
Not: Bu yazı Bilim ve Teknik dergisinin Mart 2016 sayısında yayımlanmıştır.
Kaynaklar