İnsanoğlu metali ilk kez ıslah edişinden bugüne maddenin yorumlanmasına epey kafa yormuş ve bu uğurda mesai harcamıştır. Felsefe, sanat, edebiyat, mimari vb. alanlarda sürekli olarak insanın (özne) ve maddenin (özdek) arasındaki ilişki irdelenmiştir. Ateşi kullanan ilk insan incelendiğinde ise, bunun tesadüfi olduğu lakin temelde itici bir merak güdüsünün rol aldığı görülebilir. Korkunun, kaygının ve hatta saldırganlığın ardında bilinmeyene duyulan önlenemez merakın yattığı aşikar. Avcı-toplayıcı atalarımız silah ve araç olarak yeniden dönüştürdükleri metalleri, tarih boyunca güç simgesi olarak görmüşlerdir. Doğal olarak maddeye hükmeden kişi, sahip olduğu güç aracılığıyla hem sözünü dinletmiş, hem de yiyeceğe ve cinselliğe daha kolay erişmiştir.
Tarıma geçişin yaşandığı dönemlerde ise tarımsal araçların önemi ortaya çıkmaya başlamıştır. Öyle ki, Frigya’lılarda saban kıranın, öküz öldürenin ve mahsule zarar verenin cezası büyük olmuştur. Tarımın hayatın merkezinde yer aldığı ve herkesin iç içe yaşadığı bu ilk toplumlarda; insan gücüne fazladan katkıda bulunduğu, hükmetme ve sahip olma hissi verdiği düşünülürse şaşılacak bir durum olmadığı anlaşılır. Çünkü avcı-toplayıcı yaşamdan tarıma dayalı yaşama geçen kitlelerin zamanla nüfusları artmış ve dolayısıyla besin ihtiyacı da yükselmiştir. Ayrıca tarımın mevsimsel değişiklerden doğrudan etkilenmesi, büyük kıtlıkları da beraberinde getirmiştir. Göçler, savaşlar ve hatta soykırımlara kadar varan olayların temelinde hep aynı istem yatmaktadır. Var olmak.
Coğrafi keşiflerle Avrupa’ya toplanan meta (altın, gümüş, demir vs.) 19. asırda İngiltere’de ilk adımı atılan sanayi devrimi ile evrensel değişimin anahtarı olmuştur. Avrupa’nın siyasi, sosyal ve kültürel yapısı, değişen ekonomik yapıyla koşutluk gösteren eğilimlere kapılmıştır. Sınıfsal mücadeleler, sosyal farklılıklar ve insanın yanında yer almaya başlayan makine gücü; pusula, barut gibi Doğu’dan gelen araçlarla birlikte dünyanın sınırlarını keşfe çıkan insanlara maddenin de sınırlarını keşfetme imkanını tanımış, neticesinde ise önüne geçilemez güçte bir sel gibi gelen değişim dalgası dünyayı sarmıştır. 1900’lerde Ford’un bantlı fabrika sistemini kullanmaya başlaması, verimi muazzam bir şekilde arttırmış ve adeta ekonomik bir sıçramaya sebep olmuştur. İşçilerin emeğine yabancılaşmasına yol açsa da, toplu üretimde bir devrim yaşandığı yadsınamaz. Dünya Savaşları, büyük buhran ve diğer bütün büyük olaylar sırasında da benzeri gelişmeler hızla sürmüştür.
Metalin kullanımı, silah olarak da tarih boyunca önemli değişimler gösterir. Kılıçlar, kalkanlar, tüfekler, toplar, bombalar, tanklar, uçaklar, denizaltılar ve hatta mekikler insanlığın tükenmeyen güç istencinin maddeleşmiş hali olarak sahnedeki yerlerini almıştır. Atom bombası ise, insanlığın geleceğe dair sorduğu soruların haklılığını ispata dair emareler gösterir. Bunu biraz sonra daha detaylı işleyeceğiz.
Savaşlar çıkar, krallıklar yıkılır, milyonlarca insanın kanlarıyla topraklar yıkanır ama insan durmaz. Çünkü Tanrı’yı oynamayı sevmiştir. Öylesine sevmiştir ki, zaman Tanrıyı bile öldürdüğü noktaya getirmiştir insanlığı. Bunu yüzyılın ortalarına dek yazılan edebiyat eserlerinde de görmek mümkündür. Çağın insanının kendisine sunulana dair keskin yargıları ve bunlara sebep şüpheleri vardır artık. Nietzsche, Dostoyevski, hatta Sartre ve Heidegger gibi düşünürlerin eserlerinde bunlar net bir şekilde görülür. Öte yandan dönemin ortaya çıkan bir başka edebi türü de bilimkurgu olmuştur. Jules Verne, H. G. Wells, Isaac Asimov ve diğer birçok halefi yazar insanlığın hükmetme arzusunun sonuçlarını engin bir denizi gözlercesine satırlarında aktarmışlardır. Bir fikir ortaya atılır, çığır açılır ama devamında kaotik bir yöne doğru seyredilir. Bireyin elinde olan gücü tanıması ama genelde bununla birlikte boğulması ve yok olması anlatılır. Ama diğer yandan da etiğe bağlı insanların da var olduğu, bu insanların varlığının bilinmesi gerektiği vurgulanır. Örneğin Asimov romanlarında teknolojiye düşman olunmaması gerektiği ama bunun bilinçli olarak kullanılmasının da zaruri olduğu mesajı verilir okura.
H.G Wells ise örneğin Doktor Moreau’nun Adası [1] adlı kitabında Tanrı rolüne bürünen ve hayvanlardan insan yaratmaya çalışan bir doktor karakteri yaratır. Bu doktorun psikolojik durumunu o denli derin işler ki, roman tarihsel bütünlüğü yıkıp insanlığın tümüne yönelik tespitler barındırır hale gelir. Bu noktada ise akıllarda bir soru belirir. Peki, insanlığın gelişimi nereye doğru gitmektedir? Neticede bu soruyu sormak gerekiyor. Yapay Zeka’nın gündelik hayatta benimsenmesi, Sophia gibi bir örneğin de ortaya çıkması dispotik gelecek senaryolarına da kapı aralamaktadır. Kendi özgür irade ve bilincine sahip canlı formu olarak yaşamaları amaçlanan bu varlıklar, temelde bir yaratıcılık istencinin ürünüdür. İnsanoğlu kurgusal metinlerde nasıl yaratıcı rolünü benimsiyorsa, yapay zekanın altında da bu içgüdü vardır aslında.
Homo Neanderthal’den Sapiens’e geçen süreç, Sapiens’den daha üstün olan – belki Homo Deus belki de başka- bir türe geçişin sinyalini ortaya koyar. Bundan kaçış ya da bunu inkar gibi bir seçenek yoktur. İnsanlığın geçmişinde de görüldüğü üzere, yeni gelen her zaman eskisini yok ederek yükselmeye çabalar. Bu onun varoluşunun ve evriminin koşuludur. Her din, her düşünce, her kavram kendi yok oluşunu hazırlar denir. İnsanlığın yapay zeka çalışmaları belki de kendi yok oluşuna ve sonrasında ortaya çıkacak yeni bir başlangıca araladığı kapıdır. Lakin enseyi karartmak da lüzumsuz bir bedbinliktir zannımca. Elon Musk’ın da defaatle değindiği bir konu olarak biyonik uzuvların gelişimi ve hatta aklın ‘online’ hale getirilmesi fikri insanın organik sınırlarını aşıp, Nietzsche’nin deyimiyle üst insana geçişine aracı olacaktır. Lakin tarihin bizlere öğrettiği bir gerçek hala karşımızda durmaktadır.
Yapay Zeka çalışmaları insanlığın yaratıcılık arzusunun tarihsel serencamındaki son durağıdır; tarih boyunca metayı kendi amaçları doğrultusunda kullanan insan, yapay zekayı da bu amaçla geliştirmek ve pazarlamak istemektedir. Çağımızın doyumsuzluğu tüketim çılgınlığı yarattıysa da, ilerlemenin temeli de bu geçişken durumdan ortaya çıkmıştır. Lakin olumsuz koşullar da bu tüketim noktasında hasıl olmaktadır. Bozulmaya ve çürümeye her daim yatkın olan insan; bu umutlarla ortaya koyduğu fikir, ideal ve keşifleri kendi elleriyle kurban etmiş ya da maksadını aşan işlere vesile olup, olağanüstü yıkımlara sebep olmuştur. Yapay Zeka ile ilgili olumlu ya da olumsuz fikirlerin arka planında da bu gerçeğin soğuk yüzüne karşı duyulan endişe yatmaktadır.
Özetle; insanlık tarihinin mihenk taşlarından biri önümüzde, bundan ötürü bilimin doğru kanallardan öğrenilmesi, bireysel düzlemde yetkin okumalar yapılması, teknik alanlarda çağının izinde tesisler kurulması ve bilimin kişisel hırsların tatmin aracı olarak değil insanlığın ortak hazinesi olarak görülmesi gerekmektedir. Bu hususların uygulanabilirliği ne denli mümkündür orası ayrı bir tartışma konusu, lakin elzem oldukları gerçeği de son derece belirgin.
Hazırlayan: Emre Bozkuş
Notlar
- Herbert George Wells, Doktor Moreau’nun Adası, çev. Celal Üster, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, Ekim 2017.