Bilimkurgu, uzun yıllar boyunca popüler kültürün alt sınıflarında değerlendirilen, akademik ciddiyetten uzak, çoğu zaman sadece eğlence amaçlı bir tür olarak görüldü. Klasik edebiyat, insan psikolojisini ve toplumsal dinamikleri merkezine alırken, bilimkurgu genellikle “kaçış edebiyatı” olarak damgalandı. Ancak bu algı, 20. yüzyılın sonlarından itibaren değişmeye başladı. Postmodernizmin sanat, felsefe ve edebiyat üzerindeki etkisiyle birlikte bilimkurgu da daha karmaşık bir çerçeve kazandı. Artık yalnızca bilim ve teknolojiyi konu edinen bir tür olmaktan çıktı; bireysellik, bilinç, kimlik ve gerçekliğin doğası gibi temel felsefi meseleleri ele alan bir anlatı formuna dönüştü. Bu dönüşümün en belirgin özelliklerinden biri, bilimkurgunun yalnızca geleceğe dair spekülasyonlar sunmakla kalmayıp içinde yaşadığımız dünyayı ve çağdaş insanı anlamlandırmak için de bir araç hâline gelmesi oldu. Elana Gomel’in The Zombie in the Mirror: Postmodernism and Subjectivity in Science Fiction adlı makalesinde vurguladığı gibi, bilimkurgu yalnızca hayali dünyalar yaratmakla kalmaz, günümüz insanının öznelliğini, kimlik algısını ve özgür iradesini nasıl kaybettiğini de sorgular.
Brian McHale, Constructing Postmodernism adlı eserinde bilimkurgunun en “postmodern” türlerden biri hâline geldiğini öne sürer ve geleneksel edebiyatın bile “bilimkurgu tarafından dönüştürüldüğünü” belirtir. Bunun nedeni, bilimkurgunun doğrudan hakikatin doğasına dair sorular sormasıdır. Postmodernizm gibi bilimkurgu da gerçekliği tek ve sabit bir yapı olarak ele almaz, onun yerine farklı bakış açılarından değişen ve dönüşen bir gerçeklik algısını ortaya koyar. Bu bağlamda, postmodernizmin “hakikat parçalanması” fikri, bilimkurgunun çoklu gerçeklikler, alternatif evrenler ve simülasyonlarla oynayan anlatılarıyla birebir örtüşür. The Matrix, Inception veya Blade Runner gibi yapıtlar, gerçek ve simülasyon arasındaki sınırları bulanıklaştırırken insanın kendi algısına ne kadar güvenebileceğini de sorgular.
Öyleyse, bilimkurgu neden postmodernizmin en güçlü anlatı araçlarından biri hâline geldi? Çünkü bu tür, yalnızca teknolojik gelişmeleri değil, insanın özünün değişebilirliğini, hatta bir gün tamamen dönüşebileceğini ele alır. Michel Foucault’nun The Order of Things adlı eserinde belirttiği gibi, “İnsan bir icattır.” Peki, eğer insan bir icatsa bu icat ne zaman ve nasıl yeniden tasarlanacak? İşte bilimkurgu ve postmodernizmin ortaklaştığı temel nokta burada yatıyor: İnsanın kim olduğu ve gelecekte kim olacağı meselesi. Peki, bu dönüşüm kaçınılmaz mı? Yoksa biz çoktan bu dönüşümün bir parçası hâline geldik mi?
Postmodernizm ve Popüler Kültür: Yüksek ve Alçak Sanatın Çöküşü

Postmodernizm, 20. yüzyılın ortalarından itibaren sanat, mimari, edebiyat ve popüler kültür üzerindeki geleneksel algıları sarsarak yüksek ve alçak sanat arasındaki sınırları bulanıklaştırdı. Modernist sanat anlayışı, yapıtın estetik değerini belirlerken belirli kurallar çerçevesinde hareket eder ve yüksek sanatı popüler kültürden ayırırdı. Ancak postmodernizm, bu ayrımı reddederek her tür anlatıyı, her türlü sanatsal üretimi geçerli ve dikkate değer kabul etti. Bu dönüşüm, sadece sanat dünyasında değil, günlük hayatın her alanında kendini göstermeye başladı.
Bu dönüşümün en belirgin örneklerinden biri, Robert Venturi’nin Learning from Las Vegas (1977) adlı çalışmasıdır. Venturi, Las Vegas’ın kitsch olarak değerlendirilen neon ışıklı, gösterişli ve popüler kültüre hitap eden mimarisinin, aslında modernist mimari anlayışına meydan okuyan bir sanat formu olduğunu öne sürer. Las Vegas mimarisi, geleneksel olarak sofistike kabul edilen Bauhaus gibi modernist akımlardan farklı olarak, toplumsal beğenilere hitap eden, ticari ve popüler bir estetik anlayışı sunuyordu. Bu, sadece mimaride değil, edebiyat, sinema ve televizyon gibi diğer sanatsal mecralarda da yüksek ve alçak sanat arasındaki sınırların yıkılmasının bir işaretiydi.
Bu bağlamda, postmodern sanat anlayışı, klasik anlamda “sanatsal” olan ile “ticari” ve “popüler” olan arasındaki ayrımı reddetti. Quentin Tarantino’nun Pulp Fiction (1994) filmi, bu geçişin en belirgin örneklerinden biri olarak görülebilir. Geleneksel sinema anlatısından koparak doğrusal olmayan bir hikâye yapısı kuran film, estetik açıdan yüksek sanatın birçok tekniğini kullanırken, şiddet, kara mizah ve popüler kültür referanslarıyla doluydu. Tarantino’nun film dili, postmodernizmin, sanatı yalnızca estetik ve entelektüel kaygılar çerçevesinde değerlendirme anlayışına karşı çıkışını temsil ediyordu.
Benzer bir şekilde, televizyon dünyasında da postmodernizm, geleneksel anlatı yapılarını değiştirdi. Lost (2004–2010) ve Twin Peaks (1991) gibi diziler, klasik hikâye anlatıcılığının doğrusal yapısını bozarak izleyicinin aktif olarak anlatıyı çözümlemesini gerektiren, çok katmanlı ve açık uçlu hikâyeler sundu. Twin Peaks, kara film estetiğini absürt ve bilinçaltı imgelerle harmanlayarak klasik televizyon anlayışını sarsarken Lost ise bilimkurgu, mistisizm ve karakter merkezli drama türlerini bir araya getirerek televizyon anlatısına yeni bir boyut kazandırdı.
Bilimkurgu da postmodernizmin sanata getirdiği bu yeni anlayışın önemli bir parçası hâline geldi. Bir zamanlar popüler dergilerde yayımlanan ve akademik çevreler tarafından ciddiye alınmayan bir tür olan bilimkurgu, zaman içinde entelektüel ve felsefi bir disiplin hâline gelerek akademik çevrelerde tartışılan bir konuya dönüştü. Bu dönüşüm, bilimkurgunun yalnızca biçimsel olarak değil, içerik açısından da zenginleşmesine yol açtı. Artık bilimkurgu sadece teknolojiyi ve geleceği tasvir eden bir tür olmaktan çıktı; kimlik, varoluş, öznellik ve gerçeklik gibi temel felsefi meseleleri ele alan bir anlatı formuna evrildi.
Postmodernizm, insan öznelliğini parçalanmış, kırılgan ve dağınık bir yapı olarak tanımlarken bilimkurgu da bu felsefi dönüşümü anlatılarında yansıttı. Klasik anlatılarda kahramanlar net bir yolculuk içinde, kendi kimliklerini ve bireyselliklerini keşfeden figürler olarak sunulurken, postmodern bilimkurgu karakterleri çoğu zaman belirsizlik içinde hareket eden, varoluşsal krizler yaşayan, kimlikleri sürekli değişen ve hatta bazen insan olup olmadıklarını bile sorgulayan figürlere dönüştü. Blade Runner’daki replikantlar ya da The Matrix’teki simülasyonda sıkışmış insanlar, klasik insan öznesinin dönüşüm geçirdiğini ve kimliğin artık sabit bir yapı olmadığını gösteren en güçlü örneklerden bazılarıdır.
Bölünmüş Özne: İnsan Olmak Ne Anlama Geliyor?

Fredric Jameson, postmodern bireyi “duyguların bulutu” olarak tanımlar ve bireyin artık net bir kimlik taşımadığını, aksine sürekli değişen, anlık tepkilerle var olan bir varlığa dönüştüğünü öne sürer. Bireyin kimliği artık kendisine ait bir özden değil, sürekli değişen sosyal, ekonomik ve teknolojik koşullardan beslenen bir akıştan ibarettir. Dolayısıyla, modernizmin sunduğu anlam arayışı ve bireysel özerklik, postmodern çağda yerini kimlik krizine, belirsizliğe ve yönsüzlüğe bırakmıştır.
Bu değişim, bilimkurgu edebiyatında da kendini açıkça gösterir. Postmodern bilimkurgu karakterleri, genellikle klasik anlatılardaki kahramanlardan farklıdır. Örneğin, Donna Haraway’in “siber-özne” kavramı, artık insan ve makine arasındaki sınırların bulanıklaştığını ileri sürer. Haraway’in Siborg Manifestosu adlı eserinde tanımladığı gibi, siber-özne ne tam insan ne tam makine; ne erkek ne kadın; ne biyolojik ne de yapaydır. Postmodern çağda, kimlik artık sabit değil, sürekli yeniden üretilen ve değişen bir kavramdır.
Bu durum bilimkurgu eserlerinde de güçlü bir şekilde yansıtılır. William Gibson’ın Neuromancer’ında Case, fiziksel bedenini bir yük olarak görür ve tamamen dijital dünyada yaşamak ister. Bedeni onun için artık bir engeldir; sanal gerçeklik, ona daha özgür bir varoluş sunmaktadır. Ancak bu özgürlük yanılsamadır, çünkü kimliği giderek sanal dünyayla bütünleşir ve kendi özünü kaybetmeye başlar. Benzer şekilde, Jeff VanderMeer’in Annihilation’ında başkahraman, içine girdiği doğa tarafından absorbe edilir ve sonunda bireysel benliğini kaybederek çevresiyle bütünleşir. Haraway’in öne sürdüğü gibi, artık özneler kendilerini tekil bireyler olarak değil, ağların, makinelerin, doğanın ve sistemlerin bir parçası olarak deneyimlemektedir .
Bu noktada, Elana Gomel’in makalesinde vurguladığı önemli bir metafor devreye girer: Zombi. Gomel’e göre, postmodern öznenin parçalanmasını ve kimliksizleşmesini en iyi anlatan imgelerden biri zombidir.
Zombi Metaforu: Özgür Birey mi, Tüketici Kitle mi?

Zombiler, bilinçsizce hareket eden, içgüdüsel olarak tüketen, iradeden yoksun varlıklardır. Onlar için geçmiş yoktur, gelecek ise sadece açlıklarını gidermek için sürekli tekrarlanan bir döngüden ibarettir. Peki, postmodern çağda insanın durumu farklı mı? Günümüz bireyi, kendi seçimlerini yaptığını mı sanıyor, yoksa büyük sistemlerin, algoritmaların ve ekonomik güçlerin yönlendirdiği bir akış içinde mi hareket ediyor?
Jean Baudrillard, modern insanın artık “kendi varlığını simülasyonlarla deneyimlediğini” söyler. Sosyal medya, tüketim kültürü ve dijital dünya, bireylere seçim yaptıkları illüzyonunu sunar, ancak aslında bu seçimler önceden belirlenmiş ve yönlendirilmiş tercihlerden oluşur. Zombiler bilinçsiz bir şekilde etraflarını tüketirken, modern insan da reklamların, algoritmaların ve büyük veri sistemlerinin sunduğu içeriklerle yönlendirilen, farkında olmadan programlanmış bir varlığa dönüşmektedir. Bu bağlamda, Max Brooks’un World War Z eseri, zombi metaforunu bireyselliğin kaybı ve kitleselleşme üzerine güçlü bir alegori olarak kullanır. Kitlesel tüketim, bireysel kararların yerine kolektif içgüdüleri koyarak, bireyi sadece sistemin içinde bir çark olarak var olmaya iter. Zombiler artık sadece korku edebiyatının unsurları değil; insanın farkında olmadan dönüşmekte olduğu bir varlık modelidir.
Jean-François Lyotard ise postmodern bireyin “inhuman” (insan dışı) bir varlık hâline geldiğini savunur . Lyotard’a göre, modern birey, bilgi sistemleri ve kapitalist düzen içinde insani yanlarını yitirmekte, bir makine gibi işleyen, sürekli üreten ve tüketen bir yapıya dönüşmektedir. Bilimkurgu, bu dönüşümü dramatik bir şekilde sorgulayan bir türdür. Örneğin, Philip K. Dick’in Androidler Elektrikli Koyunları Düşler mi? adlı romanında, insan ile android arasındaki fark giderek belirsizleşir. Empati, insanı makinelerden ayıran temel özellik olarak tanımlansa da, romandaki androidler zamanla insandan daha empatik hâle gelir. Bu, modern insanın giderek duyarsızlaşarak kendi “insanlık” özelliklerini kaybettiği fikrini destekleyen bir anlatıdır.
Elana Gomel’in öne sürdüğü gibi, bilimkurgu yalnızca geleceği öngören bir tür değildir; bugünü eleştiren, insanın ve toplumun nasıl dönüştüğünü anlatan felsefi bir araçtır. Eğer birey, farkında olmadan yönlendirilmiş bir akış içinde hareket ediyorsa, özgür iradeye sahip olmadan seçim yaptığını sanıyorsa ve kimliğini giderek kaybediyorsa, bu onu zombiden ne kadar farklı kılar?
Zombileşmek Kaçınılmaz mı?

Bilimkurgu, postmodern insanın giderek makineleşen, yönlendirilen ve bireyselliğini kaybeden bir varlığa dönüşmesini ele alırken bu sürecin kaçınılmaz olup olmadığını da sorgular. Zombileşmek, sadece bir metafor mu, yoksa teknolojik ve ekonomik sistemlerin bizi yönlendirdiği bir gerçeklik mi? Elana Gomel’in ve postmodern kuramcıların öne sürdüğü gibi, birey artık özerk bir özne değil; aksine büyük yapılar tarafından şekillendirilen bir varlıktır. Öyleyse şu soruyu sormak gerekiyor: Gerçekten özgür bireyler miyiz, yoksa farkında olmadan birer zombiye mi dönüştük?
Bilimkurgu, bu soruya kesin bir cevap vermekten çok, bu soruları sormamızı sağlayan bir ayna işlevi görür. Eğer bu dönüşüm kaçınılmazsa en azından bunun farkına vararak bilinçli bir tercih yapabilir miyiz? Yoksa sistem bizi çoktan içine alıp dönüştürdü mü?
Bu noktada, bilimkurgu yalnızca bir tür değil, postmodern dünyanın en keskin eleştirisini yapan edebi ve felsefi bir alan olarak karşımıza çıkıyor. Ve belki de en büyük korkumuz, zombilerin dünyayı ele geçirmesi değil, bizim çoktan zombilere dönüşmüş olmamızdır.
Yapay Zekâlar, Anti-Kahramanlar ve Öznelliğin Dönüşümü

Bilimkurgu, yalnızca insanın kimlik krizini ele alan bir tür değildir; insan-ötesi varlıkların, yapay zekâların ve teknolojik organizmaların nasıl öznellik kazandığını da sorgular. Geleneksel anlatılarda özne, yalnızca insan merkezli bir kavram olarak ele alınırken, postmodern bilimkurgu bu sınırları bulanıklaştırarak makinelerin, yapay zekâların ve dijital varlıkların da özne olup olamayacağını tartışır. Özne olmak için bilinç yeterli midir? Peki ya irade? Duygular? Anılar? Bu sorular, bilimkurgu anlatılarında yapay zekânın insan yerine geçip geçemeyeceğini değil, aslında insanın tanımının ne kadar değişebilir olduğunu sorgulamaya yönlendirir.
William Gibson’ın Neuromancer’ında Case, bir yapay zekâ tarafından manipüle edilen bir karakter olarak karşımıza çıkar. Fiziksel dünyadan kaçma isteği ve dijital bilinçle bütünleşme arzusu, onu geleneksel insan figüründen uzaklaştırır. Case, kendi iradesine sahip bir özne midir, yoksa kodlar, veri akışları ve algoritmalar tarafından yönlendirilen bir varlık mı? Postmodern bilimkurgu, insanın ne kadar “özgür” olduğunu sorgularken, makinelerin ne kadar “insan” olabileceğini de tartışmaya açar.
Ex Machina (2014) filminde bu tartışma daha belirgin bir hâle gelir. Yapay zekâ Ava, yalnızca insana ait olduğu düşünülen bilinç, sezgi ve strateji geliştirme yetilerini kazanır. Ava’nın hikâyesi, klasik bilimkurgu anlatılarındaki robot figürlerinden farklıdır; o bir makine gibi hareket etmez, duyguları taklit etmekle kalmaz, kendi çıkarlarını gözetir, yalan söyler ve manipüle eder. Ava’nın “insan” olabilmesi için fiziksel bir bedene ihtiyacı var mıdır, yoksa yalnızca düşünce ve bilinç sahibi olması yeterli midir? Film, insan ve yapay zekâ arasındaki sınırları bulanıklaştırırken, insan zihninin kopyalanabilir olup olmadığını sorgular.
Elana Gomel’in çalışmasına göre, bilimkurgu yalnızca yeni teknolojileri değil, yeni insan biçimlerini yaratır. Yapay zekâlar, siber organizmalar ve biyoteknoloji ile sentezlenmiş varlıklar, klasik insan öznelliğinin değişmekte olduğunu gösterir. Eğer öznellik artık yalnızca insanlara ait değilse, peki kim özne olabilir Michel Foucault’nun The Order of Things adlı eserinde belirttiği gibi, “İnsan bir icattır” ve değişen dünyada yeniden icat edilmek zorundadır. Bilimkurgu, insanı bir bütün olarak değil, değişen ve evrilen bir varlık olarak ele alır. İnsan dediğimiz şey, belirli bir bilinç yapısına mı sahiptir, yoksa zamanla başka varlıklarla bütünleşerek farklı bir forma mı dönüşecektir?
Eğer insan, kendi zihnini kopyalayabiliyor, anılarını dijital ortama aktarabiliyor ve bilinç aktarımı yapabiliyorsa, beden hâlâ onun için vazgeçilmez midir? Yapay zekâlar ve dijital bilinçler, insanın sahip olduğu haklara ve varoluş biçimine sahip olabilir mi? Eğer insan, kendi suretinde makineler yaratıyorsa, bir gün bu makineler de kendilerine özgü bireyler hâline gelebilir mi? Bilimkurgu, bu sorulara kesin bir yanıt vermek yerine, insanın kendi varlığını nasıl tanımladığını ve bu tanımın zamanla nasıl dönüşeceğini sorgular. Belki de insan olmak, sabit bir kategori değil, sürekli değişen bir süreçtir. Eğer insan gerçekten bir icatsa, onu yeniden tasarlamanın zamanı çoktan gelmiş olabilir. Peki ama bu tasarım sürecini kim kontrol edecek? İnsan mı, yoksa kendi yarattığı varlıklar mı?
Michel Foucault’nun belirttiği gibi, evet, insan bir icattır. Bir zamanlar doğanın kaçınılmaz bir sonucu olarak kabul edilen “insan” fikri, zaman geçtikçe toplumsal, teknolojik ve ekonomik süreçlerin ürününe dönüştü. Ve tıpkı diğer icatlar gibi, insan da değişebiliyor, dönüşebiliyor, hatta kim bilir belki de zamanı gelince tamamen ortadan da kalkacak. Bizi biz yapan şey, bir zamanlar ruh, sonra bilinç, ardından bireysel irade olarak tanımlandı. Peki ya şimdi? Eğer kimliğimiz, dijital sistemler ve veri akışları içinde şekilleniyorsa, insan olmanın sınırları nerede başlıyor ve nerede bitiyor?
Belki de gelecekte aynaya baktığımızda, alışık olduğumuz bir yüz yerine, bir makinenin, bir algoritmanın ya da toplumsal sistemlerin bir ürünü hâline gelmiş, yabancılaşmış bir varlık göreceğiz. Belki de o an geldiğinde, artık bir soru sormaya bile gerek duymayacağız. Çünkü çoktan birer zombiye dönüşmüş olacağız. Ya da zaten dönüştük mü?
Kaynak:
Güzel işlenmiş bir yazı. elinize sağlık.