“Tavuk ve yumurta“, iki şeyin birbiri ile temelden ilintili ve birinin diğerine neden olduğunu gösteren bir analoji. Dolayısıyla, hangisinin önce geldiğini söylemek paradoksal olarak imkânsız. O hâlde, bu benzetmeyi bir spekülatif hukuk senaryosu oluşturmak için bilimkurgu açısından değerlendirelim. Bilimkurgu geleceği tahmin mi eder yoksa yaratır mı? Bu soru ve potansiyel cevabı, toplumu hukuk ve teknoloji kesişiminde nasıl etkiler? Amacımız, bu soruyu deşifre ederek bilimkurgunun günümüz sosyo-hukuki sorunlarını anlamamıza yardımcı olmak için yasa yapma sürecini nasıl etkileyebileceğini keşfetmek.
Geçtiğimiz 20 yıl, teknolojik yaşamın gelişimi ve toplum üzerindeki etkisi açısından oldukça kritik bir dönem oldu. Daha 90’lı yıllarda internetin amacı tam olarak anlaşılamamışken ve topluma sağlayabileceği faydalar açısından çok eleştirilmişken, geldiğimiz noktada okuduğumuz bu yazıya ulaşmak için bile internet bağlantısı gerekiyor. Hatta artık internette kullanıcılar olarak yarattığımız veriler, yapay zekâ gelişiminin ana yaşam kaynağı olarak kabul ediliyor ve bu veriler teknolojinin gelişimi için zaruri bir konuma yükseliyor.
Teknolojik gelişmeler, ilk bakışta anlaşılması güç yeni kavramlar gibi gözükebilir. Ancak kimi zaman kökleri mitolojiye ve daha da önemlisi bilimkurguya kadar uzanır.

Mitoloji ve bilimkurgu, günümüzün en ileri ve en anlaşılması güç teknolojik yeniliklerinin hem habercisi hem de ilham kaynağı. Yapay yaşam yaratma fikri, teknolojik atılımlar insanlığın kendi kendine hareket edebilen araçlar üretmesini mümkün kılmadan çok önce antik hikâyelerde kendine yer bulmuştu. İlk kez Hesiod’un Theogony‘sinde bahsedilen Pandora efsanesi, efsanevi yapay varoluşun mitolojik bir örneğidir. Ayrıca akıllı bilgisayarlara sahip olma fikri, Fugaku, Summit ve Sierra gibi gerçek dünyadaki süper bilgisayarlardan çok önce yazılmış Heinlein, Adams ve Clarke’ın eserlerinde (ve diğer birçok ünlü bilimkurgu eserinde) görülebilir.
Bilimkurgu eserlerinin süper bilgisayarlar ve daha fazlasını öngörmüş olması, bilimkurgu ile gelecek arasındaki ilişkiyi paradoksal bir duruma sokmuyor mu?
Bu sorunun cevabını ararken, bilimkurgu ile bugün ve gelecek arasındaki karmaşık ilişkiye yakından bakmalıyız. Bilimkurgu, sadece teknolojik değişimlerin yansıması değil, aynı zamanda bu değişimlerin toplum üzerindeki derin etkilerini gözler önüne seren bir ayna. Kanun koyucular için bu ilişkiyi kavramak hayati bir önem taşıyor. Toplumun geri dönülemez zararlardan korunması için geleceğin ve beraberinde getirdiği teknolojik yeniliklerin nelere yol açacağını anlamak zorundalar. Ancak, teknolojinin kesin etkilerini ve bu etkilerin topluma yansımalarını öngörmek, insan zihninin sınırlarını zorlayan karmaşık ve belirsiz bir çaba. Bu nedenle bilimkurgu sadece bir edebiyat türü değil, aynı zamanda geleceği şekillendiren bir kehanet, insanlığın bilinmezliğe doğru yaptığı yolculukta bir kılavuz.
Peki Bilimkurgu Nedir?

Bilimkurgu, gerçeklik ile hayal gücünün harmanlandığı bir alan. Bilim, fiziksel dünya ve fenomenleriyle ilgili bilgi sistemleri olarak tanımlanır ve tarafsız gözlemler ile sistematik deneyler gerektirir. Bilim, genellikle genel doğruları veya temel yasaların işleyişini araştırmayı içerir. Bu nedenle, yalnızca mevcut gerçekleri değil, aynı zamanda gelecekteki olası gerçekler olarak kabul edilebilecek teorileri de kapsar. Kurgu ise hayal gücü ve yaratıcılıkla şekillenen hikâyeleri ihtiva eder. Gerçek olaylara veya olgulara dayanması gerekmez; aksine yazarın zihninde canlanan dünyaları, karakterleri ve olayları anlatır. Kurgu, okurların başka evrenlere, zaman dilimlerine veya alternatif gerçekliklere yolculuk yapmalarını sağlar.
Bilimkurgu bu nedenle bir oksimorondur. Bilim ve kurgunun melezleştirilmesi yoluyla gerçeklik ve hayal gücünü birleştirir. Sonuç olarak okurlarına, dinleyicilerine, izleyicilerine bilinmeyeni bildikleri yanılsamasını verir. Bilimkurgu geleceğe bir kapı aralar, teknoloji ve toplumdaki değişimler hakkında olası senaryolar sağlar. Beslendiği hayal gücü, kimi zaman fikirlerini gerçek dünyadaki zorlukların üstesinden gelmekten aldığı için mevcut teknolojiyi etkileyebilir de. Bilimkurgu teknolojik ilerlemeler için bir ilham kaynağı olsa da, toplumun teknolojik eserlerden uzak durmasına bir neden de teşkil edebilir. Dolayısıyla, teknolojik gelişmelerden duyulan korku ile bilimkurgu arasında çok yoğun bir bağ vardır.

Batı toplumlarının damarlarına işlemiş olan ‘yapay’ yaşam yaratma korkusu, birkaç yüzyıl öncesine kadar uzanmaktadır (Uzak Doğu’da ise bu korku yerini heyecana bırakmıştır). Bu kökleşmiş korkunun kaynağı, kimilerine göre Mary Shelley’nin 1818’de yayımlanan ünlü eseri Frankenstein‘dır. Frankenstein, kendi yarattığı canavardan tiksinen ve onunla yüzleşmek zorunda kalan dengesiz bilim insanı Victor Frankenstein’ın hikâyesini anlatır. Shelley, bir yandan insanlığın bilgi ve teknolojiyi kullanarak doğanın sınırlarını zorlamasının tehlikelerini işlerken, diğer yandan yaratılışın etik ve ahlaki boyutlarına dikkat çeker.
Bu hikâye, sadece bir korku öyküsü olmanın ötesinde, insanın yaratma arzusunun ve bunun getirdiği sorumlulukların derin bir sorgulamasıdır. Isaac Asimov, bu yerleşmiş mekanik insan korkusunu tanımlamak için ‘Frankenstein Kompleksi’ terimini kullanmış ve insanların kendi yarattıkları teknolojik varlıklardan duydukları korkuyu bu kavramla açıklamıştır. Shelley’nin eseri, teknolojinin kontrolsüz kullanımının potansiyel tehlikelerini gözler önüne sererek modern bilimkurgu eserlerine ilham kaynağı olmuştur.

Daha da geriye gidersek, Prometheus ve Oedipus gibi Yunan mitlerinden İncil’e kadar Yahudi-Hıristiyan geleneği bu korkuyu tema alan örneklerle doludur. Günümüzde de yapay zekâ alanındaki hızlı ilerlemeler, bu kökleşmiş yapay yaşam korkusuyla birleşerek Frankenstein Kompleksi‘ni klasik eserlerden televizyon dizilerine, sinema filmlerinden yasama süreçlerine kadar taşımıştır. Bilimkurgu, toplumu sadece gelecekte neler olabileceği konusunda önceden uyarmakla kalmaz, aynı zamanda mevcut zamana odaklanarak toplumun ele alması veya kaçınması gereken sosyo-hukuki sorunları da gündemine taşır. Bu durumun en çarpıcı örneklerinden biri, Margaret Atwood’un “Damızlık Kızın Öyküsü” adlı distopik romanıdır. Bu eser, kadınların son derece baskıcı ataerkil bir toplumda yaşadığı karanlık bir geleceği tasvir eder. Gerçek hayatta, Amerika Birleşik Devletleri’nde kürtaj hakkının anayasal hak olarak kaldırıldığını göz önünde bulundurduğumuzda, “Damızlık Kızın Öyküsü” benzer hatalara düşmemek için bilimkurgu eserlerini daha dikkatli okumamız gerektiğini gösteren güçlü bir örnektir.
Aynı zamanda bilimkurgu, alegori yoluyla görünmeyen veya görünmesi yasak olan gerçekleri göstermek için değerli bir araç görevi de görebilir. Bilimkurgu, okurların gerçek hayattaki bu ikilemleri ve çatışmaları, bu tartışmaların etkisinin yazarlara ve okurlara zarar vermeyeceği alternatif bir çerçevede eleştirmesine olanak tanır. Bu çerçeve yararlı bir metafor işlevi görür ve daha da iyisi, modern uygarlığı eleştirmenin yasak olduğu bir toplumda bir sığınak görevi üstlenir. Bu sığınağın içinde Rus bilimkurgu edebiyatı bir dönem sadece sosyo-hukuki meseleleri eleştirmekle ilgiliydi. Çünkü Sosyalist Gerçekçilik altında, ütopya veya distopya tartışmalarının kısıtlama olmaksızın yapılabildiği tek tür bilimkurguydu. Nitekim Arkady ve Boris Strugatsky’nin ünlü Tanrı Olmak Zor İş kitabı, Soğuk Savaş sırasında ortalama Sovyet vatandaşının içinde bulunduğu kötü durumun bir alegorisi olarak hizmet etmiştir.

Genel olarak, serbestçe dolaşan hayal gücü ve mantıksal olarak kendi içinde tutarlı bilimin, bilimkurgunun en önemli yönleri olduğu varsayılır. Gerçekçi unsurların bilimkurgunun bir parçası olduğu nadiren düşünülür. Ancak bilimkurgunun kendisi esasen sosyal hayatı tasvir eder. Chen Quifan‘a göre, “… bilimkurgu toplumu eleştirmek, ciddi meseleleri gündeme getirmek için bir araçtır.” Bu nedenle, ilk kitabı Waste Tide, yaşam tarzımızın (kullan-at kültürü) getirdiği felaketleri, dünyanın en büyük elektronik atık imha tesisi olan Guiyu‘nun hafifçe kurgulanmış versiyonundan ilham almış bir gerçeklik yansımasıdır.
Bilimkurgu, düzensiz teknolojik ürün israfının etkilerini göstermenin yanı sıra artan sosyal tabakalaşma ve sınıf farklılıklarının keskinleşmesi, âdeta bir kast sistemi oluşturması sorununu da vurgular. Sınıfsal eşitsizliklere ilişkin distopik tema Metropolis (1927), Sleeper (1973), Brazil (1985), In Time (2011) ve Elysium (2013) filmlerinde tekrarlanmaktadır. Her biri sosyal tabakalaşma fikrini derinlemesine incelemiştir. Ayrıca Demir Konsey, Kindred, Gece Yarısı Soyguncusu, Ancillary Justice ve The Only Harmless Great Thing gibi tanınmış bilimkurgu kitapları da ekonomik ve sosyal eşitsizlik konularını ele almakta ve ezilenlerin hikâyelerini anlatmaktadır. Bu eserler bunu bilimkurguda yaygın bir teknik kullanarak başarmaktadır: Günümüzle hem hiçbir ilgisi olmayan hem de her şeyiyle ilgili olan spekülatif bir konuya odaklanarak. Bu nedenle, bazen bilimkurgu yaratmanın amacının gerçekliği çarpıcı bir şekilde vurgulamak olabileceği sonucuna varabiliriz.
Bu bağlamda bilimkurgu, gerçek dünya sorunlarını kum havuzunda (Sandbox) tartışmak için bir yer olarak görülebilir.
Bilimkurgu Bize Teknolojiyi Nasıl Regüle Edebileceğimizi Söyleyebilir mi?

Bilimkurgu evreninin zenginliği içinde, Isaac Asimov’un Üç Robot Yasası (daha sonra 0. Yasanın eklenmesiyle dörde genişletilmiştir) yapay zekâ politikası tartışmalarında sıklıkla karşımıza çıkmaktadır. Isaac Asimov, teknolojinin esaslı bir şekilde düzenlenmesi hakkında düşünmemiz için bize değerli ipuçları vermiştir. Yine de bu, robotik yasaları düzenleme sorununa bir çözüm teşkil etmemektedir. Asimov, robot hikâyelerinde en temel anayasa benzeri hükümlerin pozitronik beyinlere kodlandıktan sonra bile yetersiz kalabileceğini, hukukçular tarafından doldurulacak çok sayıda boşluk oluşabileceğini gözler önüne sermiştir. Aslında robot hikâyeleri, bir nevi bu yasaların ne kadar yetersiz kaldığını göstermek için yazılmıştır. Zaten robotik yasalar gayet işlevini yerine getirir olsaydı, hikâyeler konusunu ve dolayısıyla amacını da yitirirdi. Peki Asimov bu eserleri neden kaleme aldı? Asimov’un eserleri, bu yasaların sınırlarını ve potansiyel zaaflarını keşfetmek, insanlık ve teknoloji arasındaki ilişkiyi sorgulamak için yazılmıştır. Eğer her şey mükemmel olsaydı, anlatılacak bir çatışma, bir ikilem veya bir ders de olmazdı.
Aynı zamanda bu örnek, hukukçuların yeni teknolojilerin getirebileceği sorunları tespit etmek için bilimkurgu eserlerinden nasıl ilham alabileceklerini de göstermektedir. Örneğin, Asimov’un robot hikâyelerinde bahsedilen Üç Robot Yasası’nın çatışması nedeniyle ortaya çıkan boşluklar tespit edilerek yazılı kodlar geliştirilebilir veya bu boşlukları doldurmak adına beyin fırtınaları yapılarak farklı çözümler yaratılabilir. Bu şekilde bilimkurgu, teknolojik gelişmelerin düzenlenmesinde nelerin yapılması ve nelerin yapılmaması hakkında ön bilgi vererek düzenlemeye ışık tutabilir.

Bu açıdan bakıldığında bilimkurgu, teknolojinin nasıl düzenlenmesi gerektiğine dair fikirlerin şekillendirilmesine rehberlik eden bir araç ve metot olarak görülmelidir. Bir bilimkurgu eserinde yetersiz ve verimsiz düzenleyici hamleler yapıldığını varsayalım. Bu durumda, bu hamleler kurgudan çıkarılarak gerçekte tekrarlanmaması gereken dersler olarak değerlendirilebilir. Böylece bilimkurgu, hem geleceğin teknolojik gelişmelerine yön verir hem de bu gelişmelerin getirebileceği potansiyel tehlikeleri ve çözümleri ortaya koyar. Tüm bilimkurgu eserleri, dijitalleşme çağıyla ve toplumun teknolojiyle birlikte nasıl büyük ölçüde değişebileceğiyle ilgilidir. Örneğin, toplumdaki otonom sistemlerin zararı, robotik haklar, otonom varlıkların sorumluluğu ve bu teknolojik konularla ilgili çoğu distopik eser, gelecekteki düzenleme sorunları için yasa koyuculara bir ipucu, bir rehber görevi görür.
Yani başta da söylediğimiz gibi bilimkurguyu teknolojik değişimi doğuran bir mecra olarak görürsek, teknolojinin nasıl düzenlenmesi gerektiği ya da düzenleneceği konusunda bize zemin hazırlayacaktır. Bu nedenle bilimkurgu eserlerini yorumlarken tavuk-yumurta ikilemi kritik bir öneme sahiptir. Dahası, bilimkurgu yorumu kişiden kişiye, kültürden kültüre ve hatta zamandan zamana değişebilir, bu da onu kültürel ve zamansal kılar. Bu şekilde, bilimkurgu eserlerinde bahsedilen hayal ürünleri gerçeğe dönüşebilir, ancak saf kurgu eserleri olarak da kalabilir. Dolayısıyla, her bilimkurgu senaryosu hukukçular için apaçık bir ders niteliği taşımamalıdır.
Bilimkurgu Geleceği Öngörür mü Yoksa Üretir mi?

Bu sorunun net bir cevabı olmasa da, belki de başka bir açıdan değerlendirmek gerekir. Bilimkurgu, tavuk da olsa yumurta da günümüz teknolojisi için önemli ve etkili bir mecra; geliştiriciler, tasarımcılar ve girişimciler için bir ilham kaynağıdır. Bu nedenle, teknolojiyle ilgili kamu politikaları oluşturulurken bilimkurgu eserleri, ‘Hukukçunun Teknoloji Düzenleme Rehberi‘ olarak görülmelidir. Aynı zamanda hukukçulara yaklaşan teknolojiler hakkında bir uyarı niteliğinde rehberlik etmelidir. Pratik dersler çıkarılmalı ve uygulanmalı, gereksiz korku yaratan senaryolar ise göz ardı edilmelidir.
Sonuç olarak, bilimkurgu yalnızca bir edebi tür değil, aynı zamanda geleceği şekillendiren ve teknolojik gelişmelerin nasıl düzenlenmesi gerektiğine dair önemli ipuçları sunan bir araçtır. Bu nedenle, bilimkurgu eserlerini dikkatle okumak ve onlardan ders çıkarmak, hem teknolojik hem de toplumsal ilerleme için kritik öneme sahiptir.
Yazan: Yeliz Figen Döker
Not: Bu yazının daha kısa ve orijinal İngilizce hâli The Digital Constitutionalist’te yayımlanmıştır.