Yazarlar, araştırmacılar, fütüristler ve akademisyenler içinde bulunduğumuz çağı farklı şekillerde isimlendirme yoluna gitmişlerdir. Bilişim Toplumu, Bilgi Toplumu, Enformasyon Toplumu, Bilgi Çağı, McWorld, Elektrik Çağı, Gözetlenen Toplum, Sanayi Ötesi Toplum, Global Köy bu tanımlamaların en ünlüleridir. Elbette bu isimlendirmeler ve çağı açıklamak için yapılan yorumlar, çeşitli tartışmaları da beraberinde getirmiştir. Bazı isimler muhteşem bir çağa girdiğimizi, gelişen teknolojinin dünya üzerindeki eşitsizlikleri yok edeceğini, herkesin enformasyona ulaşabileceğini, sınırların ortadan kalkacağını ve sonunda ulus devletlerin yok olup tek bir toplumun ortaya çıkacağını savunmaktadır. Diğerleri ise bu görüşlere; teknolojilerin güçlü devletlerin elinde olduğunu, eşitsizliklerin ortadan kalkmayacağını, aksine daha da artacağını, kültür emperyalizminin güçleneceğini, zenginin daha da zenginleşeceğini ve enformasyona ulaşma açısından batı ile doğu arasında uçurumun daha da büyüyeceğini dile getirerek itiraz etmektedir.
Gerçekten de muhteşem bir çağda mı yaşıyoruz, yoksa bu bir illüzyondan mı ibaret? Dünyayı algılamamızı sağlayan iletişim teknolojileri kimin elinde? İçeriği kim üretiyor? Bilmemiz, görmemiz gerekenlerin ne kadarına ulaşabiliyoruz? İletişimin teknolojilerinin bize sunduğu renkli dünyada dolanırken yaşanan haksızlıkların, adaletsizliklerin, hukuksuzlukların ne kadar farkında oluyoruz? Yoksa uyutuluyoruz da farkında mı değiliz?
Gelin bu soruları, iki büyük yazarın, iki bilimkurgu eseri üzerinden ele alalım. Ama başlamadan önce bir konuya değinmekte fayda var. Bilimkurgu genellikle kaçış edebiyatı olarak görülmekte. Elbette büyük bir haksızlık bu. Bilimkurgu, belki de içinde bulunduğumuz çağın çarpıklıklarını, yanlışlarını ortaya koymaya çalışan, gelecekte başımıza neler gelebileceğine kafa yoran ve gözlerimizi açmaya gayret eden tek türdür. Bu yüzden, yukarıda sorduğumuz soruların cevaplarını, bilimkurgu edebiyatı ve sinemasında bulmamız hiç de şaşırtıcı değildir.
Stephen King, ilk baskısını 1982 yılında yapan The Running Man (Azrail Koşuyor / Altın Kitaplar) adlı romanında, evlerde televizyon bulundurma zorunluluğunun olduğu ve insanların yarışma programlarıyla uyutulduğu bir gelecek tasviri yapar. Ne Kadar Sıcağa Dayanacaksın, Timsahlarla Yüzmek, Tabancalar İçin Koş bu yarışmalardan bazılarıdır. Örneğin Paraya Çıkan Merdiven adlı yarışmaya, yarışmacı olarak yalnızca kronik kalp, karaciğer ve akciğer hastaları kabul edilmektedir. Araya bazen, izleyicileri daha da eğlendirmek için sakat insanlar da sıkıştırılır. Yarışmacının, döner merdivenin basamaklarını çıkmaya çalışırken aynı zamanda da sunucuyla durmadan konuşması gerekir. Bunu başardığı her dakika on dolar kazanır. Ayrıca sunucu, yarışmacıya her iki dakikada bir de ek ödül sorusu sorar. Bu soru elli dolar değerindedir. Yarışmacı bu soruyu bilemezse elli dolar, o ana kadar kazandığı paradan kesilir ve merdiven hızlandırılır.
2025 yılında geçen hikâyede Ben Richards, kızına doktor parası bulabilmek için işte bu yarışmalardan birine katılmaya karar verir. Polislerin sıkı bir şekilde koruduğu kanal binasına gidip testlere katılır. Richards sonunda, Koşucu adlı yarışmaya katılmaya hak kazanır. Bu Bedava-V’nin en ünlü programıdır. Yapması gereken şey peşinden gönderilen avcılara yakalanmadan bir ay hayatta kalmayı başarmaktır. Elbette bu sırada kimse onu desteklemeyecek, hayatta kalması için tezahürat yapmayacaktır. Tam tersine halk da Richards’ın karşısında olacaktır. Çünkü bir koşucunun yakalanmasını sağlarsanız, çeşitli ödüller kazanmaktasınızdır.
Bu yarışmalar, kabul etmek gerekir ki günümüzün yarışmalarıyla kıyaslanmayacak kadar acımasızdır. Yine de şöyle bir düşündüğümüzde, aralarında ‘amaç’ bakımından pek de bir fark olmadığı görülmektedir. Amaç insanların ekran başına kilitlenmesini ve dünyada olup bitenlere kulaklarını tıkamasını sağlamaktır. Bunun en kolay yolu da kavga ve gürültüden beslenmektir. Dikkat edilirse birçok yarışma programının tanıtımı bile kavga ve tartışma sahneleri ile doludur. Elbette bu işin kazananı ne yarışmacılar ne de izleyiciler olmaktadır. Bu işin asıl kazananları gücü elinde bulunduranlar, sponsorlar, programcılar ve televizyon patronlarıdır.
Kitapların tehlikeli görülüp yakıldığı, insanların televizyon şovlarıyla uyuşturulduğu distopik bir gelecekte geçen Fahrenheit 451, yine bu konuya diğer bir örnek olarak gösterilebilir. Görevi kitap yakmak olan itfaiyeci Guy Montag, karısıyla ne zaman iletişime geçmeye çalışsa başarısız olmaktadır. Mildred uyku hapları, radyo dinlediği kulaklıkları ve üç duvarı da kaplayan etkileşimli televizyonuyla gerçek dünya ile arasına bir set çekmiştir. Montag ne zaman onun yanına gitse, Mildred’i duvarlardaki insanlarla konuşurken bulur. Bu insanlar kapınızı çalmaya gerek görmeden evinizin içine giren hayaletlerdir adeta. Mildred bununla da yetinmez ve Montag’dan geriye kalan tek duvarı da televizyona çevirmesini ister. Böylece dört bir yanı tv ekranlarıyla sarılı olacaktır. Bu bir anlamda gerçekliğin tamamen dışarıda bırakılması olarak yorumlanabilir.
Romanın bir bölümünde Montag, karısıyla dertleşmek ister. Yaşlı bir kadını, kitaplarıyla birlikte yakmışlardır. Büyükbabası ve babası gibi itfaiyeci olan Montag belki de ilk kez o gün yaptığı işi sorgulamaktadır. Bir insan kitaplarıyla birlikte ölmeyi göze alıyorsa kitaplarda mutlaka bir şeyler olmalıdır. Ancak kafası tv programlarıyla meşgul olan Mildred, kocasının ne demek istediğini bir türlü anlayamaz. Ona göre, eğer bir insan yasak olduğu halde kitap bulunduruyorsa enayinin biridir. Başına geleni hak etmiştir. Mildred daha da ileri gidip hiç tanımadığı bu kadından nefret ettiğini bile söyler. Sonunda da konuşmayı daha fazla sürdürmek istemez ve kocasından onu rahat bırakmasını ister.
Mildred her ne kadar 1951 yılında basılan bir romanın kahramanı olsa da, etrafı iletişim araçlarıyla çevrili yirmi birinci yüzyıl insanına ayna tutmayı başarabilmektedir. Değişen tek şey ekranların sayısıdır. Günümüz insanı, Mildred’in hayalini gerçekleştirmiş ve dört bir yanını ekranlarla kaplamayı başarmıştır.