Bilimkurgu bir edebi anlatım uğraşı, bir temaşa sanatıdır. İyi üretilmiş bir bilimkurgu eseri, ağırbaşlı bilimsel makalelerin sıradan insanlara ulaşmasında önemli rol oynar. Çünkü bilimkurgu bir anlatıdır, öyküleştirmedir. Çok zor bir bilimsel konuyu, öyküleştirerek herkesin basitçe anlamasını sağlayabiliriz. Tıpkı Edwin A. Abbott’ın Düz Ülke’de yaptığı gibi. Bildiğiniz üzere boyut gibi karmaşık bir bilimsel mesele, bu romanda herkesin anlayabileceği son derece keyifli bir öyküye dönüştürülmüştür.
Dolayısıyla bilimkurgu, aynı zamanda bilimin anlaşılması ve görselleştirilmesi noktasında da önemli bir işleve sahiptir. Peki, evrim bilimkurguda nasıl ve ne şekilde öyküleştiriliyor? Bir diğer deyişle, bilimkurguda evrim nasıl kullanılıyor? Dilerseniz şimdi madde madde ilerleyerek bu konuya detaylıca bir göz atalım…
Yaşamın Ortaya Çıkışını ve Çeşitliliğini Temellendirmek
Günümüzde eğer insanın ortaya çıkışını temellendirmek istiyorsanız, evrime ve evrim teorisine sırt çevirmeniz, görmezden gelmeniz mümkün değil. Çünkü bugün biliyoruz ki evrim bir doğa yasası ve evrim teorisi de bu doğa yasasını en iyi ve geniş şekilde açıklayabilen yegâne teori.
O nedenle bilimsel yönü güçlü tüm bilimkurgu eserlerinde evrim, artık bir sabiteye dönüşmüş durumda. Gelecek kurgulamalarında, insan türünü ve uygarlığımızı ele alırken evrim teorisinden mümkün olduğunca faydalanıyoruz. Bu sayede uygarlığımıza yönelik çözümlemeler yapmamız, kimi karar ve davranışlarımızı bilimsel düzlemde anlamlandırmamız kolaylaşıyor.
Yaşamın Geleceğine Dair Öngörülerde Bulunmak
Popüler haber sitelerini düzenli olarak takip eden biriyseniz, zaman zaman “İşte insanın bilmem kaç yıl sonraki hâli,” temalı haberlerle sık sık karşılaşıyorsunuzdur. “İnsan bin yıl sonra böyle görünecek, yüz bin yıl sonra şöyle görünecek” başlıklı bu haberler pek doğaldır ki hepimizin ilgisini çekiyor. Neden? Çünkü gelecekte neye dönüşeceğimizi merak ediyoruz. Elbette insanın gelecekte neye benzeyeceğini, ne tür bir evrim geçireceğini kestirmek zor. Ancak elimizdeki bulgulardan hareketle tahminlerde bulunabiliriz. Zaten birçok değişkene sahip böyle bir konuda kati yargılara varmamız imkânsız. Yine de şunu biliyoruz ki teknolojik anlamda çok önemli bir yol aldık ve almaya da devam ediyoruz. Teknolojiyi sadece çevremizi, araç gereçlerimizi geliştirmek için değil, ayrıca kendi bedenlerimizi geliştirmek için de kapsamlı şekilde kullanmaya doğru ilerliyoruz. Bugün yavaş yavaş hayatımıza girmeye başlayan yapay organlar, biyonik uzuvlar, ileride bedenlerimizin ayrılmaz birer parçasına dönüşebilir.
Ünlü bilimkurgu yazarı H.G Wells’in Zaman Makinesi romanını ve romandan uyarlanan bir dizi filmi gözünüzün önüne getirmeye çalışın. Romanda kahramanımız bir zaman makinesi icat ediyor ve her seferinde daha uzak bir geleceğe yolculuk yapıyordu. Bu yolculuklarından birinde 800 bin yıl sonrasına gidiyor ve insanları Eloi ve Morlock adı verilen iki türe evrimleşmiş olarak buluyordu. Eloi’lar kırlarda çayırlarda mutlu mesut yaşarken, Morlock’lar ise yer altına çekilmişti. Eloi’ları besliyor ama bunun karşılığında da onlardan besleniyordu. Elbette bu, sosyalist olan Wells’in bir kapitalizm metaforuydu.
Dolayısıyla bilimkurguda insanın geleceğini betimlerken, evrim ve evrim teorisi daima başucu kaynağımız olmayı sürdürüyor.
Dünya Dışı Yaşam, Ekosistem ve Çevre Kurgulamak
Şunu baştan belirtmek zorundayız ki Dünya dışında yaşam olduğuna dair elimizde herhangi bir kanıt yok. Ancak astrobiyolojinin temel meselesi olan Dünya dışı yaşam, aynı zamanda bilimkurgunun da yaygın temalarından biri. Elbette bilimkurgu, söz konusu Dünya dışı yaşam meselesine her zaman astrobiyoloji kadar ciddiyetle yaklaşmıyor. Konuyla ilgili daha çok spekülatif anlatılar ortaya koyuyor. Konunun bilimkurguda bu denli yaygın işleniyor olmasının nedeniyse hiç kuşkusuz hepimizi fazlasıyla cezbeder nitelikte oluşu. Çünkü uzayın araştırılması, profesyonel bilimciler kadar hayatın her kesiminden insanlar için de en merak uyandıran konulardan biri. Dünya dışı yaşamla, özellikle akıllı yaşamla temas kurulması haberiyle heyecanlanmayacak çok az insan vardır.
Bu etkenlerin de katkısıyla bilimkurgu eserleri adeta uzaylılarla dolup taşıyor. Zaman zaman biz onlara, çoğu zamansa onlar bize geliyor. Bazen iyi niyetliler, bazen kötü. Bilimkurguda onlara dayalı bilmeceler, gizemler, aksiyonlar yaratıyor, kendimize dışarıdan bakma şansı yakalıyor, evrendeki yerimizi ve önemimizi sorguluyoruz. Hâliyle bu uzaylıları ve gezegenlerini kurgularken de evrimden ve evrim teorisinden yararlanıyoruz. Nasıl bir gezegende evrilmiş, hangi evrimsel süreçlerden geçmiş olabilirler? Sulak, kurak, tamamen bitkiyle kaplı bir gezegende ya da belki de bir gaz devinde…
Bu soruya vereceğimiz yanıt, aynı zamanda kurgusal dünya dışı yaşam betimlemelerimizi de doğrudan etkileyecektir. Yüzeyi bile olmayan bir gaz devinde evrilmiş canlılara ayak vermenin pek de bir mantığı yok değil mi? Onlar muhtemelen bu gaz devinin atmosfer katmanlarında süzülen omurgasız canlılar olacaktır. Aynı şekilde kütle çekimi de kurgulayacağınız canlıların fiziki özelliklerini belirlerken dikkate almanız gereken önemli bir etkendir. Kütle çekimi yüksek bir gezegende evrilmiş canlıları kaslı, güçlü, dayanıklı, gelişmiş omurga ve iskelet yapısında kurgulamak bilimsel tutarlılık açısından en doğru hareket olacaktır. Belki öyle bir evrimsel süreçten geçmişlerdir ki bize çok yabancı gelen bambaşka bir iletişim yöntemleri vardır. Onlarla konuşarak anlaşamayacağımızı netleştirdiğimizde, kendimizi sıra dışı iletişim yöntemleri üzerine düşünürken bulmamız kaçınılmazdır. Hayal ederiz, yaratıcılığımızı devreye sokarız ve bilimkurgu yaparız. Tıpkı Arrival’da olduğu gibi. Ya da Avatar’ın Pandora’sında olduğu gibi, kendimize ayrıntılı bir gezegen ve ekosistem var ederiz. İşlediğiniz çevreyi ne kadar hassas kurgularsanız, bilimsel tutarlılığınız ve dolayısıyla inandırıcılığınız da o oranda artar.
Frank Herbert’in Dune serisini anımsayalım. Dune, dev solucanlara sahip bir çöl gezegenidir. Üzerinde yaşayan topluma Fremen’ler denir. Bu gezegende su o kadar değerlidir ki, Fremenler vücutlarındaki sıvı kaybını en aza indirebilmek için özel bir giysi giyerler. Bu giysi sayesinde terleri ve hatta idrarları bile geri dönüştürülerek tekrar içme suyu hâline getirilir. Dolayısıyla bir türü, içinde yaşadığı çevre koşullarından bağımsız olarak kurgulayamazsınız.
Evet, birçok bilimkurgu eserinde bu özenin gösterilmediği de bir gerçek. Uzaylılar hep iki ayak üzerinde yürüyen insansı varlıklar olarak resmedilir. Karakteristikleri de biz insan türüne oldukça yakındır. Kızarlar, sinirler, âşık olurlar, üzülürler, gülerler vs. İyi ama bu duyguların evrensel olduğunu nereden biliyoruz? Çılgın Marslılar filminde olduğu gibi edimlerine bir türlü anlam veremeyebiliriz. Biz onları barışın sembolü diyerek güvercinle karşılarken, onlar tutup güvercini ışın tabancalarıyla cazır cuzur yakabilirler. Kısacası, uzaylıları kurgularken başta çevre koşullarını, evrimsel süreçlerini, toplumsal ilişkilerini, varsa kültürlerini ve ahlak anlayışlarını işin içine mutlaka katmak zorundayız. Aksi takdirde yarattığımız şey bizim bir aynamız olmaktan öteye geçemeyecektir.
Bir Türe ya da Bireye Özel Yetenekler Vermek
Başlığı görür görmez gözünüzün önünde bir dolu süper kahraman belirmiş olmalı. Kimi aşırı hızlı, kimi güçlü, kimi gözünden ateş fışkırtıyor; kiminin kanatları, kimininse solungaçları var… Tüm bu uçarılıklar ise X-Men’den de bildiğiniz gibi mutasyonla açıklanıyor. Peki nedir bu mutasyon? Basitçe, genetik materyalde meydana gelen değişim. Çoğu kişi buradaki değişim kavramını “hata” kavramı ile karıştırma eğilimindedir, ancak bu doğru değil.
Her şeyden önce mutasyon, evrimin mekanizmalarından biri. Ayrıca yaygın bilinenin aksine, meydana gelen mutasyonların çok ama çok büyük kısmı etkisizdir. Ama tabii bilimkurguda bu pek de izlenirlik potansiyeli taşımadığından, mutasyonlara kapsamlı işlevler verildiğini görüyoruz. Mutasyonlara yol açan etkenlerse muhtelif. Radyasyon en başlıca müsebbip tabii. Sonra birtakım deneylerle de mutasyonların tetiklendiğini sık sık görebilirsiniz.
Alternatif Gerçeklikler ve Türler Tasarlamak
Ray Bradbury’nin Bir Gök Gültüsü adını taşıyan öyküsüyle konuya giriş yapmak yerinde olur. Öyküye göre zaman yolculuğu icat edilmiş ve dinozorların yaşadığı milyonlarca yıl öncesine safari turları düzenlenmeye başlanmıştır. Yani zaman makinenize atlıyor ve geçmişe giderek dinozor avlıyorsunuz. Tabii gelecekte bozulmalar ortaya çıkmasın diye safarimizde bazı katı önlemler söz konusu. Avlanan dinozorlar, zaten bir süre sonra ölecek dinozorlardan seçiliyor. Yerle temas etmemeniz için anti yerçekimiyle çalışan platformlar kurulmuş. Bunların dışına çıkmak yasak. Yine üzerinizde hava geçirmez bir de giysi olmalı. Ancak öyküde, tüm bu önlemlere rağmen işler ters gidiyor ve kahramanımız dinozordan ürkerek platformun dışına atlayıveriyor. Hemen avı yarıda bırakıp zaman makinesine dönüyorlar. Ancak biz sonradan öğreniyoruz ki, kahramanımız bir kelebeğe basıp öldürmüş. Bu hararetli olayı takiben kahramanlarımız kendi zamanlarına döndüğünde bambaşka, değişmiş ve de karanlık bir gerçeklikle karşılaşıyor. Yani o küçücük kelebek, koca bir ekosistemin dönüşümüne neden oluyor. O kelebeğin soyundan gelecek milyonlarca kelebek doğmamış, bu durum onlarla avlanan canlıları etkilemiş ve bu zincirleme olarak böyle sürüp gitmiştir. Ortaya da işte bu manzara çıkmıştır. Kelebek Etkisi kavramının babası olan Edward Lorenz, belki de bu öyküden esinlendi, kim bilir?
Yine evrim teorisinden yararlanarak alternatif türler var edebilir, bunları kurgumuzun merkezine oturtabiliriz. Tıpkı Ursula K. Le Guin’in Karanlığın Sol Eli’nde yaptığı gibi. Ursula’nın yarattığı Kış adlı gezegenin insanları çift cinsiyetlidir. Hayatlarının bir döneminde erkek, bir döneminde kadın olabilmektedir. Yazar burada toplumsal cinsiyet gibi bir mevzunun altını eşelemek için evrimden ve onun nimetlerinden yararlanır. Böyle bir toplumda işler nasıl yürürdü? Mesela cinsel ayrımcılık diye bir şey olur muydu? İşte bilimkurgunun güzel tarafı da bu zaten. “Ya öyle değil de şöyle olsaydı?” diyebilmek.
Doğal Seyri Tersine Döndürmek
“Evrimsel süreç geriye dönerse ne olur?” sorusundan hareketle yaratılmış birçok bilimkurgu eseri ile karşılaşabilirsiniz. Idiocracy, bu temanın en popüler örneklerinden biri. Kahramanımız askeri bir deney için derin uyuya yatırılır. Ama orada unutulur. O kapsülünde uyuyadursun, dünya giderek değişmektedir. Akıllı insanlar kariyer yapma kaygısı, planlı yaşama telaşı, böyle bir dünyaya çocuk getirmeme kararı yüzünden daha az ürerken, geriye kalanlarsa hızlıca çoğalmıştır. Bu böyle sürüp gitmiş ve takvimler 2505 yılını gösterirken etrafta ortalama IQ’ya sahip insan bile kalmamıştır. Filmin adından anlaşılacağı üzere, dünyaya aptallar egemen olmuş durumdadır. Kahramanımız işte böyle bir dünyaya gözlerini açar. Ortalama zekâda biridir ama herkesin aptal olduğu bir gelecekte ansızın Einstein’lık mertebesine yükselir.
Buna benzer bir konuyla Kurt Vonnegut’ın Gallapagos romanında da karşılıyoruz. Orada da insan doğayı mahvetmiş, buna paralel olarak da zekâ evrimsel bir avantaj olmaktan çıkmıştır. Süreç içinde insan tersine evrilerek, yunus benzeri, fazla zeki olmayan deniz memelilerine dönüşmüştür. Yine Maymunlar Gezegeni’nde türler arası evrimsel bir yer değiştirme söz konusu. İnsan gerilerken, hatta konuşma kapasitesini bile yitirirken, maymunlarınsa tam aksine zekileştiğini ve insanların yerine geçtiğini görüyoruz. Bir kere evrim geçirildikten sonra atasal konuma geri dönülemeyeceğini söyleyen ancak günümüzde herhangi bir bilimsel ağırlığı kalmayan Dollo Hipotezi‘nin aksine, dikenlibalıklarda görüldüğü gibi; evrimin bazı durumda farklı yollarla da olsa geriye gidebildiği bilimsel olarak kanıtlanmıştır. Dolayısıyla ters evrim, bilimkurguda kara mizah yaratmak için zaman zaman kullanılmaktadır.
Uzay Yolculuklarının ve Kolonileşmenin Olası Sonuçlarını Aktarmak
Otostopçunun Galaksi Rehberi uzay için şöyle der: “…büyüktür. Gerçekten büyüktür. Ne kadar engin, uçsuz bucaksız ve akıllara zarar büyüklükte olduğuna inanamazsınız…” Haklıdır. Gerçekten de uzayın büyüklüğü biz insan kavrayışının çok ötesindedir. Evrende bildiğimiz en hızlı şey olan ışık bile, uzayın büyüklüğü düşünüldüğünde kaplumbağa gibi kalmaktadır. Kimi bilimkurgu yapıtlarında bu sorun birtakım kurgusal teknolojilerle aşılır. Battlestar Galactica’nın sıçrama motoru, Stargate’in yıldız geçitleri, Star Trek’in Warp drive’ı vardır. Tabii işi bu denli kurgusal teknolojilerle geçiştirmeyenler de çıkar. Bu yapıtlarda uzayı büken motorlara ya da yapay solucan deliği oluşturan cihazlara rastlamazsınız. Zaten onların derdi yolculuğu mümkün kılmak değil, yolculuğun bizzat kendisidir. Peki nedir ışık altı bu yöntemler? İlk akla geleni şüphesiz derin uyku ya da hibernasyon. Bu yapımlarda hedefine otomatik olarak ilerleyen uzay gemileriyle ve onların derin uykudaki mürettebatıyla karşılaşırız. Pandorum’da, son dönem filmlerinden Passengers’ta ve daha nice başka yapımda sayısız örneğini gördük, görüyoruz.
Derin uyku dışında anılmaya değer bir başka yöntem de nesil gemileridir. Bu aslında bir mikro dünya tasavvurudur. Yenilenebilir ve sürdürülebilir koşullarıyla, nesiller boyunca sürecek yolculukları mümkün hâle getirmek amacıyla yaratılmışlardır. Brian W. Aldiss‘in Yıldız Gemisi ile Robert A. Heinlein‘ın Uzayda Kaybolanlar‘ı, bir uzay gemisine sıkışıp kalmış toplumları anlatan en dikkat çekici eserlerden sadece ikisidir. Tabii tüm bu fikirler hayal gücünü ateşleyecek kapasitede. Fakat işler bir noktadan sonra karışmaya başlar ve sorunlar belirir. Geminin yapay zekâsı kontrolden çıkabilir, birileri herkesten erken uyanıp gemide tek başına kafayı bozabilir, nesiller boyu süren yolculuk sonucu tüm dünyanın o uzay gemisinden ibaret olduğu sanılabilir; hatta geminin içinde vahşi bir ekosistem oluşabilir.
Peki ama bu uzun yolculuklar, insan üzerinde gerek biyolojik gerekse psikolojik ne tür etkiler yaratabilir? Belki de cevap Carl Sagan’ın şu ünlü sözünde yatıyordur:
“Bizler uyum sağlayabilen türleriz. Ama Alpha Centauri ve yakınındaki yıldızlara ulaşanlar bizler olmayacağız. Bize çok benzeyen bir tür olacak…”
Aynı şey günün birinde Güneş Sistemi’ne dağıldığımızda da olacak. Gittiğimiz yerlere uyum sağlayacak ve zaman içinde başka türlere evrileceğiz. Dünya, iç gezegenler ve asteroit kuşağında doğup büyümüş kişiler birbirlerinden fiziken başkalaşacak. Tıpkı The Expanse’te gördüğümüz gibi. Hatırlarsanız dizideki kuşaklılar, dünyadaki herkesten daha uzun kemiklere ve daha büyük kafatasına sahipti.
Tıbbın ve Genetik Mühendisliğin Geleceğini İşlemek
İlginç bir bilgi vererek başlayalım. Genetik Mühendislik, bilimkurgunun dile kazandırdığı bir terimdir. İlk kez Jack Williamson‘ın 1941 tarihli kitabı Dragon’s Island‘da karşımıza çıkar. Tam olarak bu konuları ele alan bir bilimkurgu alt türü de vardır. Adı biyopunk. Biyopunk, biyoteknoloji odaklı toplumların nihilistik ve karanlık yönlerini ön plana çıkaran görece yeni bir akım. Siberpunk’ın aksine biyopunk’ta bireyler mekanik yollarla değil, genetik mühendisliğinin nimetleriyle oluşturulmaktadır. Gelecekte genetik kodları ayıklanarak tüm kusurlarından arındırılmış ısmarlama bebekler ortaya çıkabilir. Kuşkusuz biyoteknoloji, geleceğin en önemli bilim sahalarından biri hâline dönüşecek. İnsanlığa sunduğu potansiyelin boyutu düşünüldüğünde, bedenlerimiz kadar uygarlığımız üzerinde de köklü değişimlere yol açabileceği bariz. Biyoteknolojinin en önemli kavramlarından biri olan öjeniyi, insan ırkının genetik açıdan kontrol altında tutularak ve ayıklanarak ıslah edilmesi şeklinde tanımlayabiliriz. Felsefi ve politik kökenini Platon’nun Devlet ütopyasına kadar takip edebildiğimiz öjeni, Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünyası’nda da yine bir distopik zemin olarak kendine yer bulmuştu. Bu madde altında verebileceğimiz en iyi örnekse Gattaca. Film, genetiğe dayalı toplumsal ayrışmanın doruğa ulaştığı bir geleceği anlatır. Biraz korkutucu evet, ama bilimkurgunun bir görevi de “uyarmak” değil midir zaten? Bu uyarının da etkisiyle olsa gerek, filmden bir yıl sonra Amerika Birleşik Devletleri’nde “Genetik Ayrımcılığa” karşı bir yasa bile çıkarıldı.
Ya da olaya tamamen Jurassic Park’ın dünyasından yaklaşabiliriz. Gelişen DNA mühendisliği sayesinde dinozorların yeniden var edildiğini işleyen ve sonra olayların kontrolden çıkmasıyla gelişen maceraları anlatan film serisi, aslında bizlere ciddi sorular sorma imkânı da veriyor. Memelilerin şahlanışını dinozorların yok oluşuna bağlayan birçok bilimsel görüş var. Milyonlarca yıl önce ekosistemden çıkmış baskın bir canlı türünü tekrar ekosistemin bir parçası hâline getirmek, hiç şüphe yok ki mevcut evrimsel seyirde de bazı kayma ve sapmalara yol açabilir. Yani bu tip konularda iki kez düşünsek fena olmaz…
Akıllı Tasarım ile Evrimi Sentezlemek
Bu da yine zaman zaman karşımıza çıkan bilimkurgusal bir uygulama. Aslında olayın özeti şu: Çok gelişmiş bir uygarlık, ıssız bir gezegene yaşam eker. Aslında sadece o ilk kıvılcımı yakar. Sonrasında süreç bugün bildiğimiz şekliyle zincirleme olarak devam eder. Prometheus filminde bunun güzel bir örneğini gördük. Orada Mühendisler adı verilen bir tür, Dünya da dahil olmak üzere çeşitli gezegenlere yaşam tohumları ekiyordu. Bu ilk kıvılcım sonrasında her şey doğanın ve de tabii ki evrimin himayesi altında gelişiyordu.
İlginçtir ki bu fikri, türün öncüsü olarak nitelendirebileceğimiz Star Trek, Stargate gibi yapımlarda da görebilirsiniz. Star Trek: The Next Generation‘ın 6. sezon bölümlerinden The Chase‘de, Star Trek evrenindeki hemen hemen her türün var oluşu, artık yok olmuş ileri bir türe dayandırılmaktadır. Stargate’in Kadimler’i de çeşitli gezegenlere yaşam tohumları serpen yükselmiş varlıklardır. Yükselmişlerdir, yani fiziki bedenlerinden bağımsızlaşarak saf enerjiye evrilmişlerdir. Yine buna benzer bir anlatıyı Arthur C. Clarke’ın 2001: Bir Uzay Destanı’nda ve Stanley Kubrick tarafından çekilen filminde de görebilirsiniz.
Teknolojik İlerleme, Makineleşme ve Yapay Zekâ
Üç Robot Yasası’nın ve de robotik sözcüğünün mucidi Isaac Asimov şöyle der:
“Robotların ya da genel olarak makinelerin, bizlerin yerine geçebilecek kadar zekâya sahip oldukları anda bunu yapmaları gerektiği fikrindeyim.”
Kim bilir gelecekte belki de makineler bizim yerimize gerçekten geçecek? Ya da belki bizler makineleşecek, Robo sapienslere dönüşeceğiz. Neden olmasın? Bu düşüncenin günümüz şartları göz önüne alındığında çok da şaşırtıcı olmadığını söyleyebiliriz. Zira insanlığın hızla bir siborg çağına doğru ilerlediğinin güçlü göstergeleri mevcut. Teknoloji bir yandan yaşamlarımıza yön verirken, bir yandan da bizi yavaş yavaş bir dönüşüme uğratıyor. Bu dönüşümün tam olarak nerede sonlanacağını ya da sonlanıp sonlanmayacağını bilemiyoruz; fakat insanlığın bu dönüşümün bir evresinden sonra artık insan olmaktan çıkıp robotlaşacağını öngörmek zor değil.
Belki de bilinç aktarım teknolojisini keşfederiz. İnanın, bunun üzerinde şu an bile çalışan birçok bilim insanı var. Asıl sorunsa veri büyüklüğünden ziyade beyinsel işleyiş sürecinin henüz tam olarak anlaşılamamış olması. Bu noktada sorulması gereken soru şu: Bilinçlerimizi yapay bir bedene ya da Matrix’te olduğu gibi sanal bir âleme yükleyip de ölümsüzlüğe kavuştuğumuzda ne olacak? Kuşkusuz uygarlığımız büyük bir değişime uğrayacak. Ölüm korkusu evrimsel uyum başarımızı artıran en önemli olgulardan biriyken, bundan yoksun kalmanın biyolojik, sosyolojik ve psikolojik etkilerini kestirmek oldukça zor. Dahası, en güçlü dürtülerimizden biri olan üreme dürtümüz, ölümsüzlüğe eriştiğimizde işlevselliğini yitirmeyecek mi? Peki ya bilinçlerimizi aktardığımızda ortaya çıkacak şey biz mi olacağız, yoksa bizim kusursuz bir kopyamız mı?
Görüldüğü gibi hepimizi bekleyen gelecek, aslında tam da bilimkurgunun kendisi.
Absürdizm, Heyecan, Gerilim ve Yıkım Unsuru Yaratmak
Zombiler, kan emiciler, canavarlar, bir günde evriliverenler… Her şeyde olduğu gibi, bilimkurguda da evrimin suyu zaman zaman çıkartılabiliyor. Bu yapımlarda evrim, bilimsel bir temelden ziyade heyecan, gerilim ve yıkım unsuru yaratmak için kullanılıyor.
Sonuç olarak bilimkurgu, içinde bulunduğumuz çağın ruhuna en uygun sanat uğraşıdır ve bizi geleceğe hazırlama noktasında yaşamsal bir işleve sahiptir. Bilinmelidir ki bilimkurgu, geleceğimizin bir öngörüsü, bilim ve teknolojinin ilham kaynağı, itici gücü konumundadır. Bilimkurgusal bir görüşten yoksun kalmak, en basitinden geleceği doğru okuyamamak ve isabetli tahminler yapamamakla sonuçlanacak; bu ise insanlığın gelişimini ve atılımını sekteye uğratacaktır. Bilimkurgudan asla mahrum kalmamamız dileğiyle…