Her ne kadar uzaylı türlerle (bizim bildiğimiz kamusal) bir ilk temas gerçeklemişse de, bilimkurgunun sorunsallaştırdığı konulardan biri de farklı türde gelişmişlik seviyelerine sahip uygarlıklar arasındaki ilişkinin nasıl olacağı ya da nasıl olması gerektiğidir. Evren çok büyük. Yaşam her yerde aynı anda başlamıyor. Biz dünyalılar heyecanla ve umutla uzaylı ziyaretlerini gözleyip rutinleşmiş yaşamımıza bir hareket getirmelerini bekliyoruz. Bununla birlikte, ziyaret edilmesek bile gelecekte (uzaydaki korkunç mesafeleri makul zamanlarda aşabileceğimiz teknolojileri geliştirdiğimiz zamanlarda) çok farklı canlı türleri ve uygarlık seviyeleriyle karşılaşmamız mümkün.
Arrival filminde olduğu gibi bu türden canlıları ve uygarlıkları keşfettikten sonra en önemli sorunlardan birisi onlarla nasıl bir iletişim kuracağımız, niyetlendiğimiz anlamları onlara eksiksiz biçimde nasıl ileteceğimiz. Dahası bu uygarlıkların hepsi aynı gelişmişlik seviyesine sahip olmayacaklar. Kimisi ışık hızına yakın ya da ışık hızı bariyerini atlayabilecek formüller bulmuş uygarlıklar olabilecekken, başka uygarlıklar bırakalım ışık hızını buhar teknolojisini bile bulmamış, bizim Orta Çağ’ın toplumsal, ekonomik ve teknolojik seviyesinde olabilir. O zaman karşılaşacağımız uygarlıklar genel olarak üç kategoriye ayırabiliriz: Bizimle benzer/yakın gelişmişlik ve teknolojik seviyede olanlar, bizden daha gelişmiş olanlar ve bize göre daha geride olanlar…
Karşılaşmalar
Akla hemen önemli sorular geliyor. Bu türden karşılaşmalarda ne yapacağız? Karşılaşma kavramının alt içerimleri olan rastgelelik ve şans faktörünü gözettiğimizde, gelişmiş uygarlıkların daha çok bizi “bulmasını” bekleriz. Öyle ya, bize göre şu an hayal edemeyeceğimiz, “büyü” gibi görünen teknolojileri kullanıyor olabilirler. Peki, onlarla “rastlaştığımızda” ne olacak? Daha gelişmiş, bizden çok ilerideki uygarlıklardan gelişkin teknolojik transfer beklentileri içinde olmamız doğru mu? İçgüdülerimiz hemen kocaman bir “evet” yanıtı vermek istiyor. Örneğin warp teknolojisini bize verseler de uzayın derin boşluğunda zaman ve mekan engeline takılmadan uzaklara gitsek hiç fena olmazdı.
Bununla birlikte, böyle bir teknoloji bizi Güneş Sistemi’nden hızla dışarı çıkarırdı ama dışarı çıktığımızda karşılaştığımız diğer uygarlıkla ilişkiler nasıl olacak? Bu teknolojiler aynı zamanda ona uygun bir bilinç gerektirir mi? Bu teknolojiyi verirken bizden belirli kurallara uymamızı bekler ya da bizi buna zorlarla mı? Bu soru basit gibi görünebilir, ancak zaman ve mekân engelini aşmış bir uygarlığın diğer uygarlıklarla kurduğu ilişkilerde kendi yerel etik ilkelerini sürdürmesi mümkün olmayabilir. Özellikle ölümcül teknolojilerin kullanılması konusunda teknoloji ona uygun bir bilinç gerektiriyor gibi ve teknolojiye götürecek belirli toplumsal ilişkilerin atlanması hiç de iyi bir sonuç vermeyebilir. Bu iş biraz da bir çocuğun eline oyuncak silah olarak nükleer bir füze vermeye benziyor.
Avrupa’da on beşinci yüzyılla birlikte ivmelenen “keşifler çağı”, bugünden bakıldığında pek çok etik problemi de gündeme taşımıştır. Zira bu tarihsel dönemde Avrupalılar, sıklıkla yoğun bir dinsel inançla güdülenmiş, dolayısıyla karşılaştıkları her “ilkel” kabile ya da topluma “İsa’nın ışığını” taşımak istemiş, bu ışıkla tanıştırdıkları insanlardan halen “karanlık” tarafta durmaya çalışanları katletmiş, kendi din ve kültürlerini yaymış, dahası bölgenin ekonomik ve emek kaynaklarını kendi devletlerine taşımışlardır. Bu dönemde hâkim olan anlayış etnosentrik bir bakış açısıdır; yani tipik Avrupa kültürü ve insanının yüce ve insan gelişimindeki en yüksek aşamayı temsil ettiği, herkesin onlara uyması gerektiği ve dünyanın değerlendirilirken bu kültürün merkeze alınarak diğerlerinin “yargılandığı” bir anlayış.
Bu anlayışın çokça tartışılan yönü, bir kültür ve toplumun başka bir kültüre karşı kendi kültürünü merkeze alır bir perspektifle yaklaşmasının ahlaki olup olmadığıdır. Dahası, örneğin teknolojik olarak daha ilerideki bir toplumun daha gerideki bir toplumun ilerleyişini şekillendirmesi, o toplumun kendi içsel dinamiklerini görmezden gelmesi doğru mudur? Bir başka kültürel perspektiften tümüyle adil olmayan, gaddarca bir ilişki gibi görünen bir olay, o toplumun değerleri açısından normal ise bu eylemi yargılayacak evrensel standartlarımız ne olmalıdır? Ya da daha genel ifadeyle, iki farklı kültürün karşılıklı ilişkilerinde norm koyucu, etik, estetik, rasyonel kıstaslar nasıl belirlenmelidir?
Bilimkurgu edebiyatı ve dizileri/filmleri bu konuyla yakından ilgilenmiştir. Örneğin The Orville dizisinin bir bölümünde Bortus karakteri dişi doğan çocuklarını kendi geleneklerine göre ameliyatla erkek yapmak ister, geminin diğer üyeleri bu işleme karşı çıkar. Bortus ise “peki ya sünnet?” diye itiraz eder. Ayrıca çocuğun dişi olarak varlığı toplum içinde dışlanmasına sebebiyet verecektir. Dolayısıyla bir toplumun içinde varlığını “sağlıklı” biçimde korumak isteyen bir birey toplumun kurallarına uymalıdır.
O toplumun kurallarını kendi referanslarınıza göre değiştirmeye çalışırsanız, çözüm gibi görünen bir uygulama aynı zamanda sorunlara da kaynak olacaktır. Dizide dünyalı ve Moclanların etkileşime girebildiği, iletişim kurabildiği alan yargılama edimi olduğu için sorun argümantasyonlar üzerine şekillendirilir, ancak mahkeme transformasyona izin verdiği için sorun idealist olmasa da realist tarzda çözüme kavuşur.
Müdahale Etme!
Bir başka örnek kült bilimkurgu dizisi Stark Trek’tir. Star Trek’in orijinal serisinden başlayarak, Next Generation, Deep Space Nine, Voyagers ve Discovery’de “Prime Directive” olarak bilenen bir kural vardır. Bu kurala göre herhangi bir Yıldız Gemisi çalışanı, çıktıkları keşif harekatlarında özellikle yeterli teknolojik seviyeye ulaşmamış toplulukların kültürel, toplumsal ve teknolojik gelişimlerine müdahale edemez.
Bu durum o “topluluğun” yararına ya da Yıldız Filosu üyesinin yaşamı tehlike altında olduğunda dahi gerçekleştirilemez. Öyle ki pek çok bölümde kahramanlarımız içten içe o toplulukta haksızlığa uğrayan, bu müdahaleyle daha iyi durumda olacaklarını bile bile dönüştürücü bir eylemde bulunamaz. Bazı istisnai durumlarda, özellikle durum hayati olduğunda ve kazaen gerçekleştiğinde kahramanlarımız “inisiyatif” olarak çeşitli çabalara girişse de dizi bu temel müdahalesizlik kuralına uymak durumunda kalır.
Edebiyatta ise bunun oldukça dramatik bir örneği Tanrı Olmak Zor İş romanıdır. Arkadi ve Boris Strugatski kardeşlerin romanı, gelişme ve ilerlemenin diyalektiğini tartışmaya açan bir romandır. Romanda dünyadaki insanlık oldukça gelişmiştir ve parseklerle ifade edilebilecek büyük uzay yolculuklarını yapacak duruma gelmiştir. Farklı gezegenlerdeki toplumsal yaşamlar gözlenebilir olmuş, hatta buradaki yaşamı anlamak adına “Deneysel Tarih Enstitüsü” bile kurulmuştur. Pek çok bilim insanı bu gezegenlere gönderilmektedir. Görünüşe bakılırsa kurul, her bir toplumun kendi özgül koşulları içinde dönüşüm geçirmesi gerektiğini düşünüp, hiçbir temsilcisinin buradaki yaşama müdahale etmemesi emrini vermiştir. Bu inceleme altındaki gezegenlerden birisi de Arkanar’dır ve burada olan bitenleri gözlemlemek için diğer iki yüz elli bilim insanı gibi bulunan Anton, gezegende Don Rumata olarak bilinmektedir.
Gezegende hüküm süren faşizme benzer gaddarlığa karşı okuryazar insanları kurtarmaya çalışmaktadır. Romanda bir baloda ilk defa mendil kullanan Rumata’nın davranışı bu aristokratik kültürde hızla kabul görür ancak çok geçmeden “koca koca yatak örtüleri taşıyan züppeler ortaya” çıkar. Dahası, temizliğe önem veren Rumata ne hizmetçisini ne de diğerlerini yıkanma ve iç çamaşırı konusunda ikna edebilir, bu geleneği kurumsallaştırmaz. Üretim biçiminin üretim ilişkilerini belirlemede etkinliği konusunda destekleyici bir olay Rumata’nın yaşadığı bir deneyimle açığa çıkar. Zira Rumata aydınları kurtarmak için hazırladığı altın keselerinin birisinin çalındığını fark eder ve karşısında ona “sırıtan” iki akıncıya doğru hınçla yürür ve eğer akıncılar korkup uzaklaşmasa onların kafasını keseceğini dehşete düşmüş vaziyette fark eder. Kendi kendine şöyle der Rumata, “İşte senin tanrılığın. Canavarlaştın” (78). Rumata’nın içinde yaşadığı gaddar aristokratik orta çağ kültürü belirleyiciliğini gösterir ve bir “soyluya” karşı iki sıradan akıncının alaycı gülüşleri onların bu gülüşlerinin son gülüş olmasını sağlayacak kadar bir edimi ortaya çıkarır. Değiştirilemeyen koşullar kişileri değiştirmektedir.
Bu konuya özellikle Star Trek dizisinin yaklaşımı evrimsel bir yaklaşıma benzer. Bu yaklaşıma göre her topluluk tarihsel gelişimi içinde olumsuzdan olumluya doğru bilgi, beceri ve ahlaki yetkinlik anlamında bir gelişim içindedir. En ilkel toplumlardan modern bilgi toplumlarına oradan da daha gelişkin toplumlara doğru gelişimde üretim tarzına uygun bir üretim ilişkileri, toplumsal ilişkiler hâkimdir. Sonuçta orta çağın ekonomi politiğinde yaşayan insanlardan mutlak anlamda demokratik değerleri savunmasını beklemek mantıksızdır. Her uygarlığın kendi özellikleri vardır ve sabırlı olmak, tarihsel hendekleri dikkatli biçimde aşmalarına izin vermek gerekir. Bu durumun modern toplumlarda en sık tartışıldığı dönem tabii ki Soğuk Savaş dönemi olmuştur. Gelişmiş ve kendi varlığını “yetkinlik” olarak kavrayan ABD ve Sovyetler Birliği gibi ülkeler yeri geldiğinde modernlik, iyilik ve uygarlık adına çeşitli ülkelere müdahale etmekten çekinmez. Vietnam ya da sürekli yinelendiği biçimiyle Afganistan savaşları da buna örnektir.
Gelişmiş bir ülkenin daha gelişmemiş ya da az gelişmiş bir toplumu “ileri taşıması” başta kulağa çok hoş gelse de zamanla ortaya çıkan çatışmalar, her bir masum müdahalenin daha sert yeni müdahalelere yol açması bu türden çabalara olumsuz yaklaşmaya neden olur. Hatta şu an Afganistan’da yaşandığı gibi başlanılan noktaya geri de dönülebilir. Buna karşın Tanrı Olmak Zor İş romanında olduğu gibi açıkça faşistik ve polis devletine benzer bir orta çağ dünyasında oldukça zor durumdaki kişilere, bilim insanlarına, sanatçılara ne yapmak gerekir? Star Trek serisi bu durumlarda ana kuralı ihlal edecek örneklere sebep olmuştur. Star Trek dizi serileri Dünya üzerinden uluslararası ilişkilerin galaksi boyutuna yansıtılması olarak da değerlendirilebilir. Çağdaş toplumlarda kurumların yeri ne olmalıdır? Bireylerin özgürlüğü ile toplumsal denetim arasındaki ince çizgi nasıl yapılandırılmalıdır? Bilinmeyen, bizden farklı “ötekilerle” nasıl iletişim ve etkileşim kurulmalıdır; bunu yaparken ilke ve referanslarımız ne olmalıdır? Buna benzer sorunlar bugün gündemimizde olduğu gibi bilimkurgunun da gündemindedir. Bu açıdan aslında bilimkurgunun modern dünyadaki kurduğu etkileşimler için çeşitli reçeteleri bulunmaktadır.
Bilimkurgunun Uluslararası İlişkilere Tavsiyesi
Her bireyin yaşamdaki serüveni farklı olduğu gibi toplumların ve uygarlıkların da farklıdır. Onlara tek bir doğru çizgi dayatıp bu çizgiyi takip etmelerini beklemek ya da onlara bunu dayatmak kuşkusuz mantıklı ve adil değildir. Buna karşın etkileşim kurmak en azından ortak bir iletişim aracını gerekli kılar. Paylaşılan kodlar olmadığı sürece etkin bir iletişim kurmak mümkün değildir. Evrensel ölçekte canlıların düzeni hiyerarşik değildir. Her birinin kendine özgü yaşam dünyaları ve kendine özgü değerleri vardır. Bilişsel yabancılaştırma edebiyatı olarak bilimkurgu, ötekiyi mümkün olduğunca tanımayı, anlamayı, etkileşime girmeyi önerir. Her topluluğu kendi özel fanusu içine yerleştirmek yerine, onlarla belirli evrensel değerler etrafında etkileşime girmenin doğru ve anlamlı olduğunu önerir. Bunun dışında bizim standartlarıma göre başkalarını ölçmenin, onlara bu standartları dayatmanın olumsuz yönlerine dikkat çeker.
Başka uygarlıkların gelişimine hem tepkisiz kalmanın hem de müdahil olmanın olumlu ve olumsuz sonuçları vardır ve bazen bu sonuçlar uzun vadede de ortaya çıkabilir. Bilimkurgu türü özellikle Arkanar toplumunda çeşitli eziyetlere uğrayan kişilere yapılan yardımda ve Star Trek serisinde kahramanların aldığı inisiyatifte görüldüğü üzere, bu türden vicdan yaralayan durumlarda bireysel tavırları haklılaştırır. Kurumsal yapılar ve genel uluslararası ilişkiler politikası ise mesafeli olmayı, toplumun gelişmişlik seviyesine uygun bir etkileşim ve dilin gerekli olduğu fikrini öne çıkarır. Her topluluk ve uygarlık kendine özgüdür ve onun bu özgünlüğünü gözetmeden yapılacak her müdahale çözdüğünden fazla sorun çıkarabilir. Burada şöyle bir genel politikanın savunulduğunu görebiliriz: Çeşitli kurumsal yapıların hedefindeki kişilere karşı empati kur ama bunu sempati seviyesine yükseltme; mesafeni koruyup durumu genel olarak değerlendirmeye çalış. Birincil ilke bunu gerektirir; zamanın ve tesadüflerin iyi sonuçlar getireceğine güven…