Güneş Sistemi’nde fiziksel büyüklük bakımından Dünya’nın ikizi olan Venüs, uzunca bir süredir robotik keşif seferleri Mars’a yoğunlaştığı için gündemde geride kalmıştı. Fakat geçtiğimiz günlerde atmosferinde bulunan fosfin molekülleri, gezegende yaşam olabileceğine dair önemli bir kanıta işaret edince Venüs yeniden bilim dünyasının radarına girdi. Gökyüzünün Güneş’ten ve Ay’dan sonra en parlak cisim olması nedeniyle eski çağlardaki insanlar tarafından “Aşk ve güzellik tanrıçası” Afrodit ile özdeşleştirilen gezegen, aslında bilimkurgu yazarlarının ve yönetmenlerinin ilgisini her zaman üzerinde taşımıştı. İşte bu yazımızda, bilimkurgu edebiyatında ve sinemasında Venüs gezegeninin çeşitli temsilleri arasında en ön plana çıkanları tanıtacağız.
Güneş Sistemi’nde yer alan gezegenlerin bilimkurgudaki temsillerini incelerken, “Eski” ve “Yeni” olmak üzere iki ayrı dönemden bahsetmek zorundayız: Bu gezegenler hakkında modern gözlemlerin yeterli olmadığı, bu yüzden spekülasyonun ağırlıkta olduğu eski dönemler ile bilimsel bilginin artmasıyla bu gezegenlerin gerçek fiziksel özelliklerinin öğrenildiği ve böylece bunlara dair üretilen kurmacaların daha bir gerçeklik ve dolayısıyla bilimsellik kazandığı yeni dönemler.
Örneğin daha önceki “Bilimkurguda Merkür” adlı yazımızda, Merkür’ün hep aynı yüzünün Güneş’e dönük olduğunun zannedildiği dönemlerdeki “Eski Merkür”, yani bir yüzü sürekli aşırı sıcak, diğer yüzü aşırı soğuk ve ikisi arasında ılıman bir bölge olduğunu temel alan kurmacalardan bahsetmiştik. Daha sonra 1965’te Merkür’ün kendi ekseni etrafındaki dönüşünün Güneş ekseni etrafındaki dönüşünden farklı hızda olduğu bulunduğunda Güneş’in yakıcı sıcaklıktaki ışınlarının Merkür’ün her yerine değdiği anlaşılmıştı ve bu tarihten sonra gezegene dair kurmacalar “Yeni Merkür” başlığı altında sınıflandırılmaya başlanmıştı.
Venüs için de benzer bir durum söz konusu. Gezegenin yüzeyini kapatan kalın bulutları, Güneş’e daha yakın olması ve benzeri sebeplerle ilk bilimkurgu yazarları ve yönetmenleri Venüs’ü egzotik ve ılıman, tropikal bir okyanus cenneti olarak tasvir ettiler. Venüs’ün mitolojide Aşk Tanrıçası olması da elbette bu fikri beslemişti. Fakat modern gözlemler ve bilhassa Sovyet Venera araçlarının 70’lerde gezegen yüzeyinden gönderdiği resimler sonrasında bu egzotik ılıman cennet teması kayboldu. Venüs’ün cennet olmak bir tarafa, sülfrik asit yağmurlarının yağdığı, Dünya’dakinin neredeyse 90 katı yüzey basıncı ve kurşunu bile eritecek yüksek sıcaklığıyla adeta cehennem olduğu anlaşıldı. Böylece bilimkurgudaki temsillerde eskinin yerini uzak gelecekte “terraforming” ile Dünya’ya dönüştürülen, yaşama daha elverişli olduğu düşünülen atmosferinde yüzercesine uçan şehirleriyle koloniler kurulmuş bir Venüs teması aldı.
Ünlü bilimkurgu yazarı Carl Sagan, 1978 yılında New York Times gazetesinde kaleme aldığı “Bilimkurgu İle Büyümek” makalesinde bu konuyla ilgili şöyle diyordu:
“Üzerinde ılıman bir alacakaranlık kuşağı bulunan bir Merkür, bataklıklarla ve sık ormanlarla kaplı bir Venüs ve adeta kanallarla istila edilmiş bir Mars, diğer bütün klasik bilimkurgu tertipleriyle beraber aslında gezegen bilimcilerinin geçmişteki yanlış algılarına dayanıyordu.”
Sagan’ın bahsini ettiği yanlış algılara dayansa da, Eski Venüs dönemindeki bilimkurgu eserleri yine de son derece yaratıcı ve ilginç konuları işliyordu. Yeni Venüs döneminde verilen eserleri ve sinemadaki Venüs temsillerini ele almadan evvel, Eski Venüs döneminde ön plana çıkan bazı nitelikli eserleri kısaca analım.
Eski Venüs Dönemi Bilimkurgu Edebiyatı Eserleri
Venüs gezegenini spesifik olarak konu alan ilk bilimkurgu romanı Fransız yazar Achille Eyraud’un 1865’te yazdığı “Voyage A Vénus” (Venüs’e Yolculuk). (Fransızcasına güvenenler buradan okuyabilir) Bu romanda reaksiyon motoru ile çalışan -arkaya kütle bırakılarak kazanılan momentumla ivmelenerek ilerleyen motor çeşidi- bir uzay gemisi ile Venüs’e gidilmekte. Yine 1895’te Gustavus W. Pope’ın yazdığı başka bir “Venüs’e Yolculuk” romanında ise Dünyalılar ve Marslılar Venüs’e ortak bir sefer düzenlemekte ve bu sefer esnasında Venüs’te dev dinozor yaratıklarla karşılaşmaktalar.
Garrett P. Serviss’in 1909’da kaleme aldığı “A Columbus of Space” (1492’de Amerika kıtasını keşfeden Kristof Kolomb’a yapılan bir gönderme) ise Venüs’te havada asılı balon şehirler kurgusuyla dikkat çekmekte. Bilindiği üzere Venüs’ün yüzeyindeki fiziksel koşullar yaşama elverişli olmadığından belki ancak atmosferin üst katmanlarında hayatın mümkün olabileceği tahmin edilmekte, ileride Venüs’te kurulacak kolonilerin de başlangıçta atmosferin bu üst katmanlarında yüzer şehir halinde inşa edilebileceği ön görülmekte. Serviss’in bu eserinde Edmund Stonewell adlı bir mucit atom enerjisiyle çalışan bir uzay gemisiyle Venüs’e gider ve burada telepatik güçlere sahip iki akıllı canlı türünün yaşadığını keşfeder. İlk grup primata benzer ve mağaralarda yaşayan, kafaları siyah vücutları beyaz canlılar, ikinci grup ise uzun boylu, sarışın ve İngilizlere benzeyen, uçan balonlarla desteklenen yüzen bir şehirde yaşayan canlılar.
Olaf Stapledon’un 1930’da kaleme aldığı “Last and First Men” (Son ve İlk İnsanlar) romanı, yok olmakta olan Dünya gezegeninden Venüs’e kaçan ama oradaki yerli akuatik (suda yaşayan) akıllı canlılara soykırım uygulayan insanları işliyor. Soykırımın ardından Venüs’teki egemen tür haline gelen insanlar aradan geçen binlerce yılda evrimleşerek uçabilen kuş-insanlara dönüşüyorlar. Bu roman da yine Venüs’te atmosferde yaşam konusunu ele aldığı için önem arz etmekte.
Venüs’ü kurmacalarında kullanan tanınmış yazarlar arasında Stanley G. Weinbaum, H.P.Lovecraft, Robert A. Heinlein, Ray Bradbury, Isaac Asimov ve Strugatsky Kardeşler de yer almakta. Weinbaum, 1935’te yazdığı ve Astounding Stories dergisinde yayımlanan “Parasite Planet” ve “Lotus Eaters” (Parazit Gezegen ve Lotus Yiyenler) öykülerinde Venüs’ün sürekli güneşe bakan sıcak yüzü ve sürekli karanlıkta kalan arka yüzünün arasındaki ılıman bölgede yaşayan parazit yaşam formlarından bahsediyor. Lovecraft’ın 1939’da yazdığı ve Weird Tales dergisinde yayımlanan “In The Walls of Eryx” (Eryx Duvarlarının İçinde) adlı kısa öyküsünde çamurlu ve cangıllarla kaplı bir Venüs’te yaşayan kertenkele insanlar bulunmakta. Heinlein’in “Gelecek Tarih” (Future History) serisinde yer verdiği dört romanı ise kısaca şöyle: 1941’de yayımlanan “Logic of Empire” (İmparatorluk Mantığı) Venüs’te esir düşen bir Dünyalıyı anlatıyor. “Space Cadet” (Uzay Subayı) -1948- barışçıl Venüslülerle yaşanan bir sürtüşmeyi konu ediniyor. 1951’de “Between Planets” (Gezegenler Arasında) Venüs’teki yerli halkın ve kolonide yaşayanların Dünya’ya karşı verdiği bağımsızlık savaşını işlemekte. 1962’de yayımlanan “Podkayne of Mars” ise Mars’tan Dünya’ya giderken Venüs’te duran bir uzay yolcusunun Venüs’te yaşadıkları üzerine kurulu. Romanda Venüs gezegeni, tek bir şirket tarafından kontrol edilen ve ultra-kapitalist bir yer, adeta Güneş Sisteminin Las Vegas’ı olarak betimlenmiş.
Bradbury’nin “Resimli Adam” antolojisinde yer alan “The Long Rain” (Bitmeyen Yağmur) -1951- öyküsünde dört astronot bitmeyen yağmurlardan korunmak için inşa edilen ve bütün Venüs’ü kaplayan, kubbe şeklindeki sığınağı ararlar. Asimov’un Lucky Starr serisinde yer alan “Venüs’ün Okyanusları” (1954) romanında ise okyanuslarla kaplı Venüs gezegeninde insanlar deniz tabanında koloni kurmuşlardır. Son olarak, Strugatski Kardeşler‘in “Noon Universe” (Evrenin Öğle Vakti) serisinde Venüs gezegeni çetin iklimine rağmen acayip flora ve faunası (bitki örtüsü ve hayvanat) ile, ayrıca çeşitli minerallere ve ağır metallere sahip olmasıyla anlatılıyordu. Strugatskiler’in 1959’da yayımlanan “The Land of Crimson Clouds” adlı romanı ise Venüs’e ilk insanlı uzay keşif seferini ele alıyordu. Bilindiği üzere gerçekte de Venüs yüzeyine ilk inen robotik sondalar 70’lerde Sovyetler Birliğine ait Venera projesiyle mümkün olacaktı.
Nostalji olarak retrospektif şekilde kaleme alınarak George R. R. Martin’in editörlüğünde 2015’te yayımlanan “Old Venus” (Eski Venüs) öykü antolojisi de “Eski Venüs” temasına sahip olmasıyla büyük beğeni toplamıştı.
Yeni Venüs Dönemi Bilimkurgu Edebiyatı Eserleri
Venüs’ün keşfedilen ölümcül fiziksel şartlarını temel alan, dolayısıyla daha sağlam bir bilim altyapısıyla 70’ler sonrası Yeni Venüs döneminde kaleme alınmış romanlar arasında öne çıkanları ise şöyle listeleyebiliriz:
Arthur C. Clarke’in 1997’de yayımlanan “3001: The Final Odyssey” (3001: Son Destan) romanında insanların Venüs’ün sıcaklığını düşürmek için meteor parçalarını gezegenin yüzeyine çarpacak şekilde yönlendirmesi ele alınıyor. Ben Bova’nın “Grand Tour” (Büyük Tur) serisi içinde 2000’de yayımlanan “Venüs” romanında ise gezegenin güncel bilimsel bilgileri en iyi şekilde yansıtacak şekilde betimlendiğini görüyoruz. Romanda, birbiriyle rekabet halindeki iki insanlı uzay keşif ekibi, daha önceki bir görevde bilinmeyen nedenlerle başarısız olan bir astronotun kayıp naaşını bulmaya çalışıyorlar.
Efsanevi Mars üçlemesiyle bilinen ve bilimkurgunun yaşayan en iyi kalemlerinden biri olduğu kabul edilen Kim Stanley Robinson’un 2012’de yayımlanan “2312” adlı eserinde ise Venüs’ün dünyalaştırma (terraforming) projesini Çinliler yürütmektedir. Gezegenin yörüngesine yerleştirilen dev parabolik aynaların güneş ışığını yansıtarak Venüs atmosferinin bileşimindeki karbondioksitin donacağı kadar soğumasının hedeflendiği projede, güneş ışığı vurduğunda süblimleşmeyi engellemek için de yapay kayalar Venüs yüzeyine yerleştirilmektedir.
Yerli bilimkurgumuzda da Venüs teması son sönemde daha sıklıkla işlenmeye başlandı. Bunların arasında dikkat çeken iki örnek, 2017’de yayımlanan ve beş novelladan oluşan kolektif çalışma “Yüksek Doz Gelecek”te yer alan Serdar Yıldız’a ait “Alt ve Üst” ile yerli bilimkurgunun son dönem üretken yazarları arasında yer alan Murat K. Beşiroğlu’nun bu yıl yayımlanan “Bir Zaman Gezgininin Anıları”.
Yıldız’ın “Alt ve Üst” adlı novellasında Güneş Sistemi yüzyıllar önce kolonileştirilmiş, insanlık pek çok gezegene ve uyduya dağılmıştır. Kolonize edilen gezegenlerden biri de Venüs‘tür. Gezegenin üst atmosferi boyunca süzülen zeplin kentlerde milyonlarca Venüslü yaşamaktadır. Gelişmiş Venüs uygarlığının merkezindeyse Posedyum-332 adı verilen ve sadece Venüs’te bulunan bir element vardır. Venüs, bu nadir element yüzünden diğer kolonilerin baş hedefi konumuna gelir. Ünlü bir bilim insanının oğlu olan kahramanımız Rayh Helos, Venüs’e gerçekleştirilen planlı bir saldırı girişiminin sonrasında ansızın kilit isim olarak belirir. Venüs’ün cehennemvari yüzeyine mahkum edilmiş Merkyenler ise bu çıkar savaşında piyon olarak kullanılacak ve Venüs’ün altı ile üstü arasındaki amansız savaş da böylece başlamış olacaktır.
Beşiroğlu’nun “Bir Zaman Gezgininin Anıları” romanında ise Venüs gezegeninde yer alan Von Neumann balon kenti dikkat çekicidir. Güneş Sisteminde zaman yolculuğu tekelini kırmaya yönelik politik çatışmaları konu edinen romanda Venüs gezegeni de kahramanın ziyaret ettiği gezegenler arasındadır.
Bilimkurgu Sinemasında Venüs
Bilimkurgu sinemasında Venüs gezegeni maalesef Mars kadar sıklıkla işlenmedi. Belki atmosferinde yeni bulunan fosfin molekülleri sonucunda bilim dünyasının gündemine yeniden girmesiyle, önümüzdeki dönemde Venüs’ü merkezine alan film örneklerine de daha fazla rastlamaya başlarız.
1960 yılında o zamanki Doğu Almanya ve Polonya ortak yapımı olarak çekilen “Der Schweigende Stern” (Tam Türkçe karşılığı “Sessiz Yıldız” olmasına rağmen sinema çevrelerinde İngilizce “First Spaceship on Venus” – “Venüs’teki İlk Uzay Gemisi” adıyla bilinmekte.), bilimkurgunun aristokratlarından Stanislaw Lem’in “Astronotlar” adlı romanından uyarlandı. Filmin öyküsünde, 1908’deki Tunguska olayının (Sibirya yakınlarına meteor çarpması ile meydana gelen büyük patlamanın adı) aslında bir meteordan ötürü değil Venüs’ten gelen bir uzay gemisinin çarpması sonucunda gerçekleştiği anlaşılmıştır. Venüs’e gidecek uluslararası bir uzay keşif ekibi yola çıkar, ama gezegene vardıklarında Venüslülerin büyük ihtimalle bir nükleer savaşta kendi kendilerini yok ettiklerini ve Venüs gezegeninin ekolojisinin hiç dost canlısı olmadığını öğrenirler. Filmde Venüslüler tam olarak gösterilmez, sadece bir sahnede duvara yansıyan insanımsı gölgeler olarak belirmektedirler.
1962’de gösterime giren “Planeta Bur” – “Planet of Storms” (Fırtınalar Gezegeni), aynı dönemde çekilen ama daha başarılı bir Sovyet filmi olarak dikkati çekiyor. Pavel Klushantev’in yönettiği filmde Sovyet kozmonotlar Venüs gezegenine iniş yaparlar. Açılışta “Venüs gezegeni bir gün elbet fethedilecektir, ne mutlu o gezegeni fethedecek Sovyet insanlarına” mealinde bir tirad izleyiciyi karşılar. Daha sonra kozmonotlar kendilerini gezegende dinozor benzeri canavarlarla ölümüne bir mücadelenin içinde bulurlar.
Doctor Who dizisinin bazı eski bölümlerinde de Venüs temasının işlendiğini görmekteyiz. Üçüncü Doktor’un Venüs aikidosunda uzman olduğunu ve Venüs ninnileri söylediğini biliyoruz. Doktor bu eşsiz ninnileri İlk Doktor formundayken 3 milyar yıl önce ölmekte olan Venüs gezegenine yaptığı zaman yolculuğu esnasında öğrenmişti. (Venüs ninnisinin nasıl bir şey olduğunu dinlemek isterseniz) Dördüncü Doktor ise Mars-Venüs arasında seyahat edebilmek için bir pilot ehliyetine sahipti.
Venüs temasına 1989 yapımı ünlü Japon animesi “Venus Wars”ta (Venüs Savaşları) da rastlamaktayız. Anime, dünyalaştırılması büyük ölçüde tamamlanan geleceğin Venüsünde geçmekteydi.
BBC’nin 2004’te yayımladığı iki bölümlük mini belgesel drama serisi “Space Odyssey: Voyage to the Planets” (Uzay Destanı: Gezegenlere Yolculuk) da bir bölümünde Venüs’ü işlemekteydi. Kozmonot İvan Grigorev’in gezegen yüzeyine inen ilk insan olduğu bölümde, aşırı sıcak ve basınçtan ötürü ekipmanlar erimeden evvel yaklaşık bir saat boyunca Venüs’te gözlem ve kayıt amaçlı kalmıştı.
Bu yazımızda Dünya gezegeninin cehennem ikizi Venüs hakkında bilimkurgunun yazılı ve görsel literatüründe üretilen önemli eserleri kısaca tanıtmaya çalıştık. Sizler de Venüs’ü konu edinen bildiğiniz ve sevdiğiniz diğer bilimkurgu eserlerinden yorum kısmında bahsedebilirsiniz.
Yararlanılan Kaynaklar: