Bugüne kadar insanlık tarihinin nasıl işlediğine dair çok fazla teori öne sürülmüştür. Alman düşünür G.W.F. Hegel gibileri kaçınılmaz tarihsel ilerlemeden bahsederken, bazıları da insan doğasına ilişkin değişmez bir anlayışı ya da “Büyük Adam” teorilerini esas alan daha sabit görüşleri benimsemişlerdir. Fakat bir de karşı-aydınlanma (Counter-Enlightenment) düşünürü Giambattista Vico gibileri vardır. O, hem insan doğasına ve tarihe ilişkin bu değişmez anlayışa hem de doğrusal, ilerlemeci, açıklayıcı tarih anlayışına karşı çıkmıştır. 18. yüzyılda yaşamış olan İtalyan düşünür Vico, dinamik kategoriler olarak gördüğü insan ile toplumu ciddi bir biçimde ele almış; çağdaşları katı bir akılcılıkla doğa âlemini incelerken o, enerjisini insanlığın mitler ve metaforlara olan eğilimini anlamaya harcamıştır. Isaiah Berlin’in de belirttiği gibi, Vico’nun en devrimci hamlesi, hakikatlerine prensipte tarihin herhangi bir noktasında, dünyanın herhangi bir yerindeki herkesin aşikâr olabileceğini öne süren “ebedi doğal yasa doktrinini” reddetmek olmuştur. Çünkü Vico’ya göre insan doğası, zihni ve eylemleri sabit değil değişkendir ve tek bir hakikat yoktur.
Tarihin döngüsel bir şekilde seyrettiğini düşünen ve onu Tanrılar Çağı, Kahramanlar Çağı ve İnsanlar Çağı olarak üç ayrı gelişme aşamasıyla kategorize eden Vico’nun – James Joyce ve Friedrich Nietzsche’nin tarihsel düşüncelerini de epey etkileyen – tarih teorisi, kaçınılmaz biçimde çöküş ve gerileme dönemleri de içermektedir. Alexander Bertland, Internet Encyclopedia of Philosophy’de Vico’nun konseptini çok renkli bulduğunu ifade ederken aksiyomunu şu şekilde özetlemektedir:
“İnsan en başta ihtiyaç içindeydi; ancak ihtiyaçları karşılandıktan sonra işe yarar bir şeyler yapmaya yöneldi. Bundan sonra da rahatını, zevkini ve eğlencesini düşünmeye başladı. Böylece lüks içinde yaşayan, sefahat düşkünü birine dönüştü ve nihayetinde aklını kaçırıp değerlerini ve kaynaklarını yitirdi.”
Bu tanımlama bize Shakespeare’in İnsanın Yedi Çağı adlı şiirini hatırlatabilir.
“Bütün dünya bir sahnedir… Ve bütün erkekler ve kadınlar sadece birer oyuncu… Girerler ve çıkarlar… İlk rol bebeklik çağıdır… Son çağda bu olaylı tarih sona erer. İkinci çocukla her şey biter. Dişsiz, gözsüz, tatsız, hiç bir şeysiz…”
Ancak Vico’nun konseptinde tarihteki her çöküş, yeni bir başlangıcın müjdecisidir. Ona göre tarih – Shakespeare’in dizelerinde olduğu gibi – sona ermez; tarih, ulusların tekrar tekrar yükselip düştükleri, dairesel/döngüsel hareketlere sahiptir. Vico’nun 1774 yılındaki ölümünden iki yüz yirmi yıl sonra – insan irrasyonalizmini en az Vico kadar ciddiye alan – Carl Sagan, mitin, metaforun ve batıl inancın insan zihni üzerindeki etkisini açık seçik ispatlayan The Demon Haunted World (Karanlık Bir Dünyada Bilimin Mum Işığı) isimli kitabını yayımladı. Giambattista Vico toplumların çöküş ve yükseliş süreçlerini anlamak için insanın mit ve efsanelere olan eğilimini dikkatle incelemek gerektiğini söyleyen ilk kişiydi. Carl Sagan da Vico gibi, kendi toplumunun çöküş sürecini anlamak için benzer bir yol izledi. The Demon Haunted World eserinde, ülkesi ABD’nin korkunç bir çöküş dönemine gireceğini öngördüğünü şu sözlerle anlatmıştı:
“Çocuklarımın ya da torunlarımın Amerika’sı için ciddi endişeler taşıyorum. Onların, Birleşik Devletler’in yalnızca bir hizmet ve bilgi ekonomisi haline geldiği; hemen hemen tüm önemli üretim sanayilerinin başka ülkelere kaydığı; halktan kimsenin bilmesine gerek görülmeyen göz kamaştırıcı teknolojik güçlerin çok az kişinin tekelinde olduğu; insanların kendi gündemlerini belirleme ya da otoriteyi bilinçli bir şekilde sorgulama yetilerini yitirdiği, bunun yerine kristallere bakıp burç haritalarına danıştığı; toplumun güç ve yeteneklerini yitirmiş, göze kulağa hoş gelenle gerçek olanı ayırmaktan aciz bir halde, farkına bile varmaksızın batıl inanışlara ve karanlığa gömüldükleri bir dünyada yaşamalarından korkuyorum…”
Sagan ilerlemeye inanıyordu ve Vico’dan farklı olarak “ebedi doğal yasanın” bilimin araçlarıyla keşfedilebileceğini düşünüyordu. Fakat yine de “Amerika’daki aptallaşmanın”, “karanlığı aydınlatan mumun” ipini keseceğinden korkuyordu.
“Amerika’daki gerileyişin en somut kanıtı, 30 saniyelik (şimdilerde neredeyse 10 saniyelik, halta daha kısa) ses bitleri ile dünyanın en düşük ortak payda programlamasını kullanan, hiç sorgulamaksızın sahte bilim ve batıl inanış satışı ve bir nevi cehalet kutlaması yapan, halkı yönlendirme gücü çok büyük, kokuşmuş medya kurumudur.”
Sagan, bu sözleri sarf ettikten bir yıl sonra, 1996 yılında öldü. Eğer bugün yaşasaydı, hiç şüphesiz, insanların zihinlerini – çoğunlukla – yalan yanlış bilgilerle dolduran ve muazzam bir kafa karışıklığına sebep olan sosyal medyayı, bilimsel düşüncenin ölümünün son işareti olarak değerlendirirdi. Onun bilimsel düşünce ve bilim eğitimi konusundaki tutkulu savunusunun ardında, kendi toplumunda ve dünyada sezinlediği kötüye gidişi tersine çevirme arzusu yatıyordu.
Cosmos’ta şiirsel bir alıntı yapıyordu Sagan:
“Geleceğimizin, gökyüzünde bir toz zerresi gibi süzüldüğümüz bu kozmosu ne kadar iyi anladığımıza bağlı olduğuna inanıyorum.”
Ve bu anlayışın gerekliliğinden bahsederken “biz” dediğinde, yalnızca “çok az sayıda” teknokratı ya da akademisyenler ve bilim insanlarını kast etmiyordu. Sagan, kitaplar ya da televizyon programları aracılığıyla bilimi popülerleştirmek adına çok fazla emek harcadı. Çünkü o, her birimizin bilimin araçlarından faydalanmamız gerektiğine inanıyordu; bilimi yalnızca bir bilgi yığını olarak değil, bir düşünme biçimi olarak ele almamız gerektiğini savunuyordu. Çünkü bilimsel düşünce olmadan, hep birlikte yüzleşmek zorunda kaldığımız – ve kalacağımız – önemli sorunları kavrayamayacağımızı biliyordu.
“İşe başlarken, en önemli öğelerin – ulaşım, iletişim ve tüm diğer sanayiler; tarım, tıp, eğitim, eğlence, çevre koruma ve hatta demokrasinin temeli olan seçim sistemi – bilim ve teknolojiye dayandığı küresel bir uygarlık hedeflemiştik. Ama her şeyi, bilim ve teknolojiyi kimsenin anlamayacağı bir şekilde yapılandırdık. Başka bir deyişle, bir felaket reçetesi yazdık. Nihayetinde elde etliğimiz bu cehalet ve güç karışımı bizi bir süre daha idare edebilir; ancak er ya da geç, bir gün yüzümüze patlayacaktır.”
Sagan’ın 1995 yılındaki öngörüleri, bugün birer kehanet olarak yorumlanıyor. Public Radio International’dan Science Friday’in direktörü Charles Bergquist kısa bir süre önce, Carl Sagan’ın bir zaman makinesi ya da kristal bir topu olduğunu düşündüğüne dair bir tweet attı. Elbette Sagan’ın bir zaman makinesi ya da kristal topu yoktu; gelecek üzerine kehanette de bulunmuyordu. Sagan, 20. yüzyılın en zeki, en aydın görüşlü insanlarından biriydi ve elbette onun yirmi yıl öncesinin dünyasında olup bitenlere ilişkin oldukça dikkatli bir kavrayışı vardı. Dolayısıyla o gün geçerli olan kimi trendlerin daha da derinleşip günümüze kadar etkili olabileceklerini öngörebiliyordu. Eğer bilimsel eğitim ve bilimin araçları – tıpkı ülkelerin servetleri gibi – yalnızca elit bir kesimin mülkiyetinde olursa, geri kalanların duvarları batıl inanç ve karanlıkla örülmüş bir cehalet çukuruna düşeceklerini çok iyi biliyordu Sagan.
Neticede Giambattista Vico’nun düşündüğü gibi, uygarlık olarak yeniden ilerleyebilmek için en başa dönüp dönemeyeceğimizi bilmiyoruz. Belki de onun düşündüğü gibi tarih gerçekten döngüsel bir harekete sahiptir ve çöküşten sonra yeni bir diriliş vardır; bilemeyiz. Bu bir varsayım; ona güvenemeyiz. Bunun yerine şöyle düşünebiliriz: Belki de en kötüsü gelmeden önce bu çöküş eğilimini tersine çevirmek için hala biraz zamanımız vardır. Belki de Sagan yanılmaktadır. Umarız öyledir…