Ekolojistler, şimdiye dek üzerinde çalıştıkları sistemlerin hep dengeye doğru meylettiğini düşündü. Fakat 20. yüzyıldaki gidişat gösterdi ki, düzensizlik ve karmaşa ana yoldan bir sapma değil, tersine varış noktasının kendisi. İnsanlar ekosistemlere korkunç zararlar verebilirler, bariz biçimde veriyorlar da, ama düzensizlik ve karmaşanın kendisi illaki bir problem olmak zorunda değil. Hatta pek çok ekosistem için tek kararlı durumun ani ve büyük değişikliklerin gerçekleştiği haller olduğu dahi söylenebilir. Türlerin hem kendi içinde hem de birbirleriyle olan ilişkileri sabit bir akışın içinde. Bu akış, küçük veya büyük ölçekteki bozunumlara sürekli ve önlenemez şekilde maruz kalıyor. Bu yüzden o çok övünülen “doğanın dengesi” tabiri aslında bir yanılsamadan ibaret.
Bilimkurgu yazarları ve film yapımcıları ile yönetmenler benzer bir anlayışa ulaşmış görünüyor. Distopyalar ve klasik bilimkurgunun zaman zaman ortaya çıkan ütopyaları, ekolojistlerin “zirve topluluklar” olarak adlandırdığı şeye benziyor: Olgunluğa erişmiş ormanlar ve dışsal bir faktör alt üst edinceye dek kararlı yapısını sürdüren bütün diğer ekosistemler gibi. Belki de bu “ya şöyle ya da böyle” gelecekleri bilinen uzay ve zamanın nihai sınırlarının ötesinde var olduklarından, genellikle farklı Batı tahayyülleri üzerine inşa edilmekte. Örneğin bilimkurgu ve türevleri bunu şimdiye kadar keşifler çağı mitini uzaya taşıyarak (Uzay Yolu ve benzeri pek çok yapıtta olduğu gibi), Pasifik KuzeyBatı’yı bölük pörçük bir ada devletine dönüştürerek (Ekotopya’da olduğu gibi) ve Los Angeles’i yüksek şiddetli felaketleri sayısız defa yaşamaya mahkûm ederek gerçekleştirdi.
20. yüzyılın sonlarına doğru, halen Batı’da yaşayan ve eser üretenler dâhil olmak üzere bazı yazarlar daha karmaşık, daha belirsiz ve böylelikle daha akla yatkın gelecekleri inşa etmeye başladı. Kim Stanley Robinson’ın 1980 ve 1990’larda yayımlanan “Orange County” üçlemesindeki münzevi karakter Tom Barnard’a, “Ütopyayı yeniden tanımlamalıyız,” dedirten de benzer bir kaygıydı: “(Ütopya) dileklerimizin mükemmel bir son ürünü değil, fakat daha iyi bir dünyayı inşa etme süreci, başka bir deyişle tarihin ilerleyeceği o tek yola verilecek ad. Bu süreç dinamik, çalkantılı ve acı verici, üstelik bir sonu da yok.” Engin hayal gücüne sahip Octavia Butler da Robinson gibi Los Angeles’ta büyüdü, 1990’larda yayımladığı Parables adlı öngörü dolu serisi şiddetin her zaman mevcut olduğu ama hiçbir zaman tahmin edilemediği bir Kaliforniya’da geçmekteydi. Serinin merkezinde yer alan Lauren Oya Olamina adlı arızi ruhsal lider romanda şöyle vaaz veriyordu: “Baki olan tek hakikat değişimdir!”. Bu cümle tıpkı bir ekolojistin kaleme aldığı amentüyü andırıyor.
Claire Vaye Watkins ve Joy Williams gibi yazarlar da Butler’ın ardında bıraktıklarını takip ederek romanlarını Batı’nın farklı gelecek görünümleri üzerine inşa ettiler. Bu romanlardaki toplumların temel yapıları kırılmış olsa da, sosyal yapıların evrimi sürmekteydi. Ve günümüzde, yeni nesil Batılı yazarlar daha iyi dünyalara giden olası yolları keşfetmeye devam ediyor. Portlandlı yazar Rachel Swirsky, January Fifteenth adlı yakın gelecek romanında evrensel temel gelir ödemesinin bireysel ve toplumsal sonuçlarını hayal ediyor. New Mexicolu yazar Rebecca Roanhorse, Tread of Angels adlı fantastik içerikli ve 19. yüzyıldaki bir maden kasabasında geçen alternatif tarih temalı novellasında, iyi ile kötü arasındaki o sonu bilindik savaşta, kişi sadece bir tarafa veya diğerine tamamen ait olabilir mi sorusunu soruyor.
Güney Kaliforniya’da büyümüş olan ve şu an Humboldt ilçesinde yaşayan yazar Becky Chambers, en çok dış uzayda geçen macera romanlarıyla biliniyor. Fakat son serisi “Monk and Robot” (Keşiş ve Robot), “Fabrika Çağı” olarak adlandırılan dönemin ardından ıstıraplı bir dönüşüm geçiren bir toplumun üyelerini anlatıyor. Atalarına kıyasla daha az yıkıma sebep verecek bir tarzda yaşamlarını sürdürmeyi amaç edinen bu toplumun üyeleri, pek çok yolla bunu başarmışlar da. Örneğin ulaşım yöntemleri insan gücüne dayanıyor, plastikleri biyo-çözünür özelliklerde, nehirleri ve ormanları geçmişte maruz kaldıkları zararlardan iyileşmeye devam ediyor. Chambers’ın kurmaca toplumundakiler bazı şanslı Kaliforniyalılar gibi birbirinden ayrık topluluklar halinde yaşıyorlar, cinsiyet kimlikleri sorgusuz sualsiz kabul görmekte ve sebze meyveleri çok bol ve hep taze. Ayrıca -bazısı şifalı amaçlarla olmak üzere- çok miktarda çay tüketiyorlar ve ne hissettiklerine dair açıkça konuşabiliyorlar.
Ancak her şeye rağmen bu nazik toplum hiç de geleneksel bir ütopya değil. Toplum üyeleri birlikte yaşamanın ve çalışmanın farklı yollarını sürekli deneye tabi tutuyor, bunu yaparken geçmişlerinin devam etmekte olan sonuçlarıyla da sürgit yüzleşiyor. “A Prayer for the Crown-Shy” adlı, serinin ikinci novellasında robot Mosscap, aradan geçen uzun bir yabancılaşma döneminden sonra insan toplumunu yeniden ziyaret ediyor ve kurduğu bağlantılar sayesinde çoğunlukla eğlenceli olsa da acı dolu bir geçmişin hatıralarını bir kez daha uyandırıyor.
“Umut çılgınlığı akımı (Hopepunk) elinizi kirletir, çünkü dövüşürken olan da budur!”
Bilimkurgunun sürekli genişleyen alt türler evreninde, kendisinin de benimsediği üzere Becky Chambers “hopepunk” (umut çılgınlığı) akımının bir uygulayıcısı. Geçen yıl verdiği bir röportajında Chambers şu ifadeleri paylaşıyor: “Hopepunk akımı dibine kadar çılgınlık, dünya tam olarak nasılsa ona öyle bakıyorsunuz, bütün sertliği ve gaddarlığı, trajedilerine rağmen diyorsunuz ki ‘Hayır, bu dünyanın yine de daha iyi olabileceğine inanıyorum.’”
Robinson’ın Tom Barnard karakteri gibi, Chambers ve onun gibi olan yazarlar ütopyalara karşı şüpheyle yaklaşıyorlar, ütopyaların yerine bütün inançlarını değişimin daima devam eden olabilirliğine yüklüyorlar. Hopepunk terimini ortaya atan fantazya yazarı Alexandra Rowland diyor ki:“Hopepunk saf veya lekesiz değil, bu akım elinizi kirletir. Çünkü dövüşürken olan da budur.”
İstikrarsızlığı ve değişim olasılıklarını konu edinen bu hikâyeler elbette ki hazır reçeteler değil. Bu akım bünyesindeki anlatılar, yeni teknolojileri ve toplumsal yenilikleri, bu değişikliklere karşı gerçekleşebilecek çeşit çeşit insan tepkisiyle beraber düşleyerek test eden yazınsal deneyler. Bu farklı insan tepkileri, ne kadar dünya dışı bir zaman ve mekânda kurgulanmış, olay akışları ne kadar sıra dışı olursa olsun sürprizlerle dolu, eğlendirici ve okura eninde sonunda oldukça tanıdık gelmekte. Eğer ekoloji, bilimkurguya değişmeyen tek sabitin değişim olduğunu öğrettiyse, belki de bilimkurgu doğa korumacılığına sürdürülebilir sosyal değişimlerin ancak ve ancak insanlar eliyle mümkün olabileceğini anımsatabilir. Teknoloji bazı sorunları çözebilse de insan türünün karakterini dönüştüremez ve insanın yaşadığı doğal çevresi veya diğer türlerle arasındaki ilişkileri kesinlikle tamir edemez. Herhangi bir gelecekte bu işi başarabilmek ve bu dinamik, çalkantılı ve acı verici süreci aşabilmek, biz insanlara bağlı.