Hong Kong, Asya’nın en büyük ticaret, endüstri ve turizm noktalarından biri olmasının yanı sıra pırıltılı gökdelenleri, neon ışığına boğulmuş lüks alışveriş merkezleri ve curcunalı sokaklarıyla siberpunk filmlerinden fırlamış gibi duruyor. 1 Temmuz 1997 tarihine kadar Britanya Krallığı’na bağlı bir sömürge toprağıyken, bu tarihten sonra Çin Halk Cumhuriyeti‘nin kontrolünde özel bir yönetim bölgesi haline geldi. Aldığı göç nedeniyle istikrarlı bir şekilde artan nüfusu bugün 7,5 milyona dayanmış durumda. Ancak artan nüfusuna rağmen genişletilebilir toprağı kalmayan Hong Kong için tehlike çanları uzun zamandır acı acı çalmaya devam ediyor. Zira debdebeli siluetinin ardında büyük dramlar gizli.
Km² başına ortalama 6.500 kişinin düştüğü Hong Kong’da, konut sayısı ihtiyacı karşılaşmaktan çok uzak. Tabii talebin bu denli fazla oluşu, ister istemez konut fiyatlarına da yansıyor ve düşük gelirlilerin barınma gereksinimini karşılaması giderek zorlaşıyor. Öyle ki sadece 10 m²’lik bir daire için bile binlerce dolarlık kirayı gözden çıkarmanız gerekiyor. Hatta nüfusun kayda değer bir kısmı, yüksek kira bedellerini ödeyebilmek için evini başkalarıyla paylaşmak zorunda kalıyor. Küçücük bir evde sıkış tıkış yaşayan 5, 10, hatta 20 kişiyle karşılaşmak mümkün. Ancak onlar yine şanslı olanlar, çünkü en azından başlarını sokacak bir evleri var. Onlar kadar şanslı olmayan yaklaşık 200 bin kişiyse, 3,5 m²’lik kafeslerde yaşam mücadelesi veriyor. Üstelik bu kafeslerin aylık kirası da 250 dolardan başlıyor!
“Tabut hücreler” adıyla anılan tek kişilik bu kafesler, Birleşmiş Milletler tarafından da “insanlık onuruna aykırı” olduğu gerekçesiyle pek çok kez kınandı. Halkın düzenlediği protesto gösterilerine rağmen sorunlar çözülebilecek gibi görünmüyor. Nüfus artışının, konut sıkıntısının, gelir adaletsizliğinin ve sınıflar arası uçurumun kontrolden çıktığı Hong Kong, yoksullar için adeta bir distopyaya bürünmüş durumda. Elverişsiz koşullarda barınan yüz binlerce kişi salgın hastalıklarla burun buruna yaşıyor. Yasalara göre barınakların bu şekilde bölünerek kullanılması suç olsa da, kafes evler Hong Kong yönetimi tarafından görmezden geliniyor. Kentte 1 milyon dolayında kişi yoksulluk sınırının altında yaşıyor ve kafes tipi barınakların sayısı gün geçtikçe artıyor.
İçinde ayağa kalkmanın bile mümkün olmadığı ve sadece uyumak için yapılmış bu kafesler, ranza şeklinde üst üste konulmuş durumda. Böylelikle tek odaya 20 kadar kafes sığdırılabiliyor ve her birinden ayrı ayrı kira geliri sağlanabiliyor. Tuvalet, banyo, mutfak ise ortak kullanım alanları haline getirilmiş. Yani bizim dolap koymak için ayırdığımız ufacık alana, yüz binlerce Hong Konglu koca bir hayatı sığdırmaya çalışıyor. Hong Kong’un dünyaca ünlü bir ticaret merkezi oluşu, buraya yapılan mecburi göçlerin de en büyük sebebi. Zaten oturum izni almak için arafta bekleyen binlerce mültecinin durumu da hiç iç açıcı değil. Mültecilerin bu bekleyişi genelde sağlıksız koşullarda gerçekleşiyor. Her yıl 50 bin Çinli Hong Kong’a geçmek için sadece tek giriş hakkı elde ediyor. Giriş hakkı elde eden mülteciler, sonrasında oturum alabilmek için en az yedi yıl bekliyor. Tabii bu süreçte mültecilerin hiçbir şekilde eğitim, sağlık ve sosyal güvence hakları da yok.
Üzerine konut inşa edilebilecek yeterli arsası olmayan Hong Kong’da mevcut evler de her geçen gün pahalılaşıp dönüşüme uğruyor. Kafes evleri, bölünmüş odaları, gittikçe yükselen eğri büğrü apartmanlarıyla Hong Kong, filmlerde gördüğümüz ihtişamlı manzarasının altında hayatın acı gerçeklerini saklıyor. Mecburiyetten göğe uzanan ışıltılı gökdelenleri, sanki insanlığın geleceğine dair ateşlenmiş bir ikaz fişeği gibi parlıyor. Bilim insanları, yüzyılın sonuna kadar dünya nüfusunun iki katına çıkabileceğini belirtiyorlar. Yani bugün Hong Kong’da yaşanan manzaralar, ileride tüm insanlığın ortak sorununa dönüşebilir. O günler gelene kadar başka gezegenlere yayılacağımızı söyleyen de var, tamamen sanal bir dünyaya göçeceğimizi iddia eden de. Ancak akıbetimiz ne olursa olsun, dünyayı bir virüs gibi kuşattığımız gerçeği karşımızda duruyor.
Gezegenimizin kaynakları sınırlı ve Hong Kong örneğinde olduğu gibi günün birinde bu azalan kaynaklar için var olma mücadelesine girişileceği ortada. Başka bir gezegene göçsek bile, aynı yıkımı peşimiz sıra götürmeyeceğimizin bir garantisi yok. Dolayısıyla yapılması gereken ilk şey, doğayı sömürme odaklı parasal sistemlerimizi gözden geçirmek olmalı. Uygarlık olarak radikal bir dönüşümü gerçekleştirmediğimiz sürece, şu an Hong Kong’un içinde bulunduğu çıkmaza girmekten kurtulmamız çok zor. Zira bu kuşatmanın ve sömürünün bir bedeli mutlaka olacaktır. Öte yandan pek çok siberpunk romanında karşılaştığımız gibi bilincimiz sanal bir dünyanın dijital anaforlarında süzülürken, bedenlerimizi ise bu tip kafes evlere mahkûm edebiliriz. Odasına kapanıp günlerce bilgisayarı başından kalkmayan insanlar olduğunu düşünürsek, bu çok da sıra dışı bir öngörü sayılmaz.
Sonuç olarak karşımızda, bilimkurgudan fırlamış gibi duran ve tümüyle sosyal istikrarsızlığa gömülmüş bir kent var. Bunun en çarpıcı örneği, kent merkezindeki tek araçlık bir park alanının 387.000 dolara alıcı bulmuş olması! Azgın piyasanın insafına terk edilmiş halk bu çarpıklığa daha ne kadar tahammül eder bilinmez ama Hong Kong’da sular durulacak gibi görünmüyor.