İki Geminin Uzayda Karşılaşma İhtimali

Önce şu karikatürü bir inceleyelim:

karikatürBu karikatürde anlatılmaya çalışıldığı gibi, uzayda iki gemi karşılaştıkları zaman doğrultularının ve içinde bulundukları düzlemin aynı olması saçmadır. Yine de sinemacılar bunu hep böyle göstermeyi tercih ederler, çünkü ekranın iki boyutlu dünyasının alışkanlıklarımızla çatışmasını istemezler.

Aslına bakarsanız bırakın iki geminin bu şekilde karşılaşmasını, uzayda iki geminin karşılaşması bile imkansıza yakın bir olaydır.

Beyin donanımımız 400 metre yarıçaplı bir alanı işlemeye ayarlıdır. Uzaktaki şeyler bizim için önemsizdir. Çünkü uzaktaki şeyler ne tehdittir ne de av! Bizler yakını iyi gören yaratıklarız. Bu da en fazla bir kaç yüz metre demektir. Yiyeceklerimz, sosyal çevremiz ve düşmanlarımız genellikle bu mesafede yer alırlar. Ormanlık alanlarda evrimleşmiş bir türün uzaklarla işi olmaz.

Ancak insanoğlu düzlüklere ve savanlara adapte olunca işler biraz değişti. Uzağı daha iyi görmeye başladık. Yine de bu yeteneğimiz mesela bir kartalın görme yeteneğiyle kıyaslanamaz bile.

xxxx

400 metreden itibaren üç boyutlu görme algımız yok olur. Bizim için 400 metrenin ötesi hep aynı uzaklıktadır. (400 metreden itibaren bizim için paralaks tamamen kaybolmaktadır.) Yani etrafımızdaki dünyayı 400 metre uzaklıktaki devasa bir kubbe ya da duvarın üzerine yapışık bir resimmiş gibi algılarız. Yani bizler dağlarla yıldızları aynı uzaklıkta algılarız. Uçak penceresinden bakıldığında binaların yere yapışıkmış gibi göründüğünü fark etmişsinizdir. Uçaklar yaklaşık 8000 metre mesafeden uçarlar ve bu mesafede binaların dikey yükseklik boyutunu algılayamayız. Uçaktan binaların yere çizilmiş resimlermiş gibi görünmesinin nedeni bu yükseklikte insan gözünün artık üç boyutlu algılama yeteneğini kaybetmesidir.

Bir de şu var: Dünya’daki bütün nesneler ufuk düzlemindedir ve hepsinin yönelimi yere doğrudur. Milyarlarca yıl süren bir evrim sürecinden geçen beyinlerimiz, bir gezegen yüzeyinde küçük bir alanda ve yerçekimi altında şekillendiği için, uzayın büyüklüğünü ve yerçekimin yokluğunu algılamakta güçlük çeker. Bilimkurgu dizi ve filmleri bu yetersizliğimizin farkında oldukları için senaryolarını buna göre yazarlar. Bir gezegenden ötekine gitmenin bir mahalleden ötekine gitmek kadar kolay olduğuna inanmamızın sebebi budur. Oysa uzayın hacminin büyüklüğünün farkında olmalıydık. O zaman bu devasa boşlukta iki geminin karşılaşmasının ne derecede zor olduğunu da anlayabilirdik. Aslında genel olarak, bir kürenin çapı iki katına çıktığında hacminin sekiz katına çıkması gibi basit bir gerçek bile beynimiz tarafından kavranamamaktadır.

Buna göre iki kat büyük bir hacimde iki geminin tesadüfen aynı yerde bulunması olasılığı sekizde bir azalır. Üç kat büyük bir hacimde bu olasılık yirmiyedide bir, yüz kat büyük bir hacimde bu olasılık bir milyonda bire düşer.

wallpaper-685919

Samanyolu’nun hacmini Güneş Sistemi’nin hacmi ile karşılaştırabiliriz. İkisini de küre kabul edelim. Güneş sisteminin yarıçapı kabaca 1 ışık yılıdır. (Güneş Rüzgarlarının durduğu ve Güneş Radyasyonu’nun kozmik radyasyonu hala engelleyebildiği son noktayı Güneş Sistemi’nin sınırı kabul edersek, ki bu mesafe, gezegenlerin çok çok ötesinde, hatta Oort Bulutu‘nun bile ötesindedir.) Samanyolu’nun yarıçapı ise yaklaşık 50.000 ışık yılıdır. Bu durumda Samanyolu’nun hacmi, Güneş Sisteminin hacminin 50.000×50.000×50.000 katıdır. Yani 125.000.000.000.000 (125 trilyon) katı…

Yani Samanyolu’nun içine 125 trilyon tane Güneş Sistemi’ni sığdırabilirsiniz. (Ki sadece Oort Bulutu’nu sınır kabul edersek bu sayı daha da büyüyecektir.) Samanyolu’nun kabaca küre değil de bir disk biçiminde olduğunu kabul etsek bile bu sayı yine milyarlar mertebesinde kalır. Yani Samanyolu’nda iki geminin tesadüfen karşılaşması olasılığı Güneş Sistemi’nde karşılaşmaları olasılığından en az 125 trilyon kere daha küçüktür. Tabii bu arada Güneş Sistemi’nin ne kadar büyük olduğunu söylemeye gerek duymuyorum. Keza iki geminin Güneş Sisteminin içinde karşılaşması bile çok küçük bir olasılıktır. Zaten çok küçük olan bir olasılığın 125 trilyonda birinden söz ediyoruz. Piyangoda büyük ikramiye kazanma olasılığımız bile bundan çok.

Fakat ben seninle uzayda karşılaşma ihtimalini sevdim yine de…

Yazar: Sinan İpek

Yazar, çizer, düşünür, öğrenir ve öğretmeye çalışır. Temel ilgi alanı Bilimkurgu yazarlığıdır. Bunun dışında Matematik, bilim, teknoloji, Astronomi, Fizik, Suluboya Resim, sanat, Edebiyat gibi konulara ilgisi vardır. Ara sıra sentezlediklerini yazı halinde evrene yollar. ODTÜ Matematik Bölümü mezunudur ve aşağıdaki başarılarıyla gurur duyar:TBD Bilimkurgu Öykü yarışmasında iki kez birincilik, 2. Engelliler Öykü yarışmasında birincilik, Ya Sonra Öykü Yarışması'nda finalist, Mimarlık Öyküleri Yarışması'nda finalist, 44. Antalya Altın Portakal Belgesel Film Yarışmasında finalist. Ithaki yayınları Pangea serisinin 5. üyesi "Beyin Kırıcı" adlı bir romanı var.

İlginizi Çekebilir

God is an Astronaut

Uzayda Boş Boş Süzülür Gibi: God Is An Astronaut

Post-rock, 1990’ların başında ortaya çıkan ve geleneksel rock müziği aşan daha deneysel ve atmosferik bir …

31 Yorumlar

  1. Bakış açımızı değiştirmeden ilerlemek mümkün değil, kendi algılarımızla bulamadığımız ve bulamayacağımız şeyleri bulmak için sürekli gelişim içinde olmalıyız.

    Michio Kaku’nun bu konularda algıları açacak konuşmaları var, bir uzaylı ile karşılaşabilir miyiz, karşılaşamaz mıyız, karşılaşırsak nasıl olabilir, gibi konularda söyledikleri gerçekten düşündürücü, izlemenizi tavsiye ederim.

    Michio Kaku’nun çok güzel bir lafı var, Galaksiler arası bir iletişimin tam ortasında bile olabiliriz ve bundan haberimiz olmayabilir. Tıpkı bir ormanın içindeki karınca kolonisinin yanlarından geçen 6 şeritli otoyoldan haberleri olmadığı gibi.

    Gelecek ve uygarlık hakkında Tip 0 – Tip 1 -Tip 2 -Tip 3 şeklinde olabilecek uygarlıklardan bahsediyor, bildiğimiz filmlerden de yola çıkarak, örneğin Star Wars Tip 3 sınıfına girer diyor, biz ise Tip sıfırız, henüz ana enerji kaynağımız petrol, nükleer gücü temiz bir şekilde kullanamıyoruz.

    Bu sayfadaki ”İki Geminin Uzayda Karşılaşma İhtimali” konusunda şunu rahatlıkla söyleyebiliriz, Tip 0 uygarlık olarak kaldığımız sürece, uzayda kimseyi bulamayız, onbinler (tip 2) ve yüzbinlerce yıl sonra Tip 3 olur isek de, uzayda bir gemimizin bulamayacağı şey, kafa kafaya gelemeyeceği şey ”kesinlikle yok” yeterki evrende gerçekten yalnız olmayalım. Bunu zaten Teorik fizikçiler kabul ediyor, Hawking, Kaku, ve Leonard Susskind gibi Hawking kadar önemli bir adam ki Hawking ile uzun yıllar kara delikler konusunda tartışmış ve Hawking’in özür dileyerek en sonunda Suskindin haklılığını da kabul etmiştir tabi o ayrı bir konu, sadece merak edenlere kısaca ”Kara deliklerde bilginin yok olması veya bilginin saklı olarak bulunabileceği” diyelim. Knownk Universe adlı belgeselde hangi bölümdü şimdi unuttum, Susskind o konuda konuşuyordu.

    Michio Kaku uzaylilar ve fizik uzerine
    https://www.youtube.com/watch?v=BQwvVlOHkX0

    Gelecek uygarlik hakkinda
    https://www.youtube.com/watch?v=iwjsfhyKbeA

    • Yazımın bizi uzay hakkındaki düşlerimizden uyandırdığının farkındayım. Evet, yüzbinlerce yıl yaşarsak bir çok şey gerçekleşecek, doğru. Ama bu kafayla o kadar yaşayabileceğimize inanmıyorum. Dünya’nın kaynaklarını çok hızlı tüketiyoruz. Uygarlığımız sürdürülebilir değil. Doğanın milyonlarca hatta milyarlarca yıl ayakta kalabilmesinin tek nedeni sürdürülebilir olması… Karbon, oksijen, su, azot döngüleri sayesinde doğa ayakta kalabilmiş. Elindekilerle yetinmesini bildiği ve bir zerreyi dahi boşa harcamadığı için. Parmak izimiz bile bakteriler için besin kaynağıdır. Yani doğanın ayakta kalabilmesi nanometrik ölçekte dahi bu dengeyi kurabilmesinde… Sır burada… Ama insana baktığımızda şunu görüyoruz: Mızrak çuvala sığmıyor. Bu nedenle insan uygarlığının uzun ömürlü olabileceğine inanmıyorum.

      Siz şimdi “ama gelecekte öyle olmayacak” diye düşünüyorsunuz. Bu da geleceği soyut olarak algıladığımız için… Yani biz uzak geleceği hiç bir zaman “somut” bir şey olarak değil, hep “belirsiz” ve “her şeyin mümkün olacağı” bir soyutlama, bir “düş zamanı” olarak algılama eğilimindeyiz. Geleceği bu şekilde algılamak eğlenceli olabilir, ama insanı gerçeklerden uzaklaştırır.

      Ben de size John D. Barrow’un “Olanaksız” adlı kitabını öneririm. En az Kaku kadar büyük bir bilim adamı ve iyi bir yazardır. Olanaksız olanı adeta matematiksel bir kesinlikle kategorilere ayırarak inceler.

      Ayrıca şunu da belirteyim, Amerika’da bir “yıldız bilim adamı” kavramı oluşturuyorlar, bilmem farkında mısınız? Bu, Kozmoz’u yapan Carl Sagan’dan beri olan bir kavram. ABD devleti ya da medası, yıldızlara ihtiyaç duyar. Yoksa halkın okuduğu falan yok, biliyorlar bunu… Belgesellerde gördüğümüz o bilim adamlarının bir kısmı böyle… Kaku ve Neil Grasse Tyson da öyleler. Mesela Tyson hangi önemli bilimsel çalışmayı yaptı da o kadar ünlü oldu? Söyleyebilir misiniz? Bildiğim kadarıyla yok. İyi bir sporcu (güreş, beyzbol) olduğu için fizik bölümünde burslu okumuş zeki ve yakışıklı bir çocuk… Sempatik… Önemli bir gözlem evi ya da müzenin müdürü diye biliyorum. Hawking bile Karadeliklerle ilgili buluşunu yaptıktan sonra çok önemli bir çalışma ortaya koyamadı… Ama ilgi çektiği için daima medyanın gözdesi oldu. Ne söylese olay oldu. Gerçek bilim yapanlar TV’lerde var mı? Kaç tanesini kamera önünde görüyoruz. Yıldızları gösteriyorlar halka… Çünkü halkın böyle sempatik kişilere ilgi duyduğunu biliyorlar. Buna bir itirazım yok tabi, ama herkesin her söylediğine inanmak saçma.

      Uygarlık sınıflandırmasından haberim var elbette. Ama bu Kaku’nun değil, Nikolai Kardashev’in yaptığı bir sınıflandırmadır. Tip 3 bir uygarlık bile söz gelişi bir karadelikten geri çıkmayı başaramayacaktır, ya da bir yıldızın merkezini ziyaret edemeyecektir… Bazı şeyler olanaksız olarak kalacaktır. (Bkz. John D. Barrow’un Olanaksız kitabı…)

      Her neyse… Ben de bir bilim kurgucuyum… Aslında bu yazıyı yazarak kendi bindiğim dalı kesiyorum. Çünkü insanların elinden hayallerini almak doğru değil. İnsanların havucu hayallerdir. Hayaller olmadan yaşamaz, gelişemez, üretemez…

      O halde yaşasın hayal kurmak diyelim ve bu tartışmayı da uzatmayalım. 🙂

      Selamlar ve sevgiler.

  2. Teknolojinin katlanma hızını düşünürsek, her ne kadar romantik ve kurgucu da olsa Kubilay Bey’ e katılmadan edemeyeceğim. (sanırım bende öyleyim) Öte yandan gerçekçi ve şüpheci bir göz olmadan da bahsettiğim teknolojinin katlanmasının mümkün olamayacağını düşünüyorum, yoksa hayal dünyasından çıkıp harekete geçmezdik herhalde o yüzden Kubilay Bey ve Sinan Bey insan medeniyetinin gelişimini özetleyen iki değerli insan bana göre ikinize de teşekkürler.
    ” Hayal edilebiliyorsa yapılabilir.”

  3. Sonuna kadar okudum emeğinize sabrınıza sağlık.çok faydalı oldu.

  4. Bayan Everdeen

    Ama şunu da düşünmek lazım -Star Trek’ten örnek vererek anlatacağım-;
    Yazınıza katılıyorum ama yarısına geldiğim zaman aklıma şu düşünce geldi; Şu an biz insanlar 21.Yüzyılda yaşıyoruz ve Star Trek:TOS 2 yüzyıl sonrasını anlatıyor ve diğer dizileri de yanlış hatırlamıyorsam diğer gelecek yüzyılları anlatıyor olması gerekir. Kafamdaki düşünce şu: Yazıda yazdığınıza göre eğer ”Ancak insanoğlu daha sonra düzlüklerde ve savanlarda yaşamaya adapte olmuştur. Bu da bize bir miktar daha uzağı görme yeteneği kazandırmıştır. Ancak bu yeteneğimiz sözün gelişi kartalın görme yeteneğine kıyasla çok kısıtlıdır.” ise 2 yüzyıl sonra türümüzün yaşayacağı olaylarda buna benzer bir durum olmaz mı? Sadece görme konusundan bahsediyorum, bu arada. Yani, demek istediğim şu; insanlık tarihi baya eskiye dayandığını biliyoruz. Mağara adamlarından bugüne kadar ki halimiz arasından milyarlar kadar fark var ve bizim türümüz hala değişmeye uygun ve değişmeye devam edebilir. Hata belki değişiyoruz da. Herakleitos’unda dediği gibi ”Değişmeyen tek şey değişimin ta kendisidir.”

    Konuya gelirsek, belki 2 yüzyıl sonra türümüz şu an ki olduğumuz halden daha farklı olacaktır? Bunu tabi ki zaman gösterecek ve biz bunu görür müyüz orası meçhul. 😀 Yani, 2 yüzyıl sonra belki şahinin keskin bakışını bize sunacak olan gözlükler ya da ne biliyim başka şeyler çıkacaktır ortaya ki ben sadece size 2 yüzyıl sonra olacak şeylerin belkide bir kısmını kafamda çeşitli sahneler kurgulayarak anlatmaya çalışıyorum. 😀 Belki de o keskin bakışı 2 yüzyıl sonra insanlığın bulduğu ortamda daha kendimiz fark etmeden bile sahip olacak ya da adapte olacağız.

    Tabi bunlar eleştiri değil, yanlış anlaşılmasın. Sadece, bu yazıyı okuyunca aklıma gelen tuhaf düşüncelerimi belli etmek istedim. 🙂

    Uzay gemilerin uzayda karşılaşmasına gelirsek… Aslında, dediğiniz gerçekten doğru. Evren, anlatılmaz derecede büyük bir boşluk. Belki de 2 geminin karşılaşmasını bile kolaylık sağlayacak bir teknoloji geliştirmeyi düşünmüşlerdir yazarlar. İlginç kılsın diye ki zaten amaç bu düşünceden doğdu. İnsanların ilgisini çekmek. Gerçekte olur mu bilinmez ama yanlış hatırlamıyorsam okuduğum bir habere göre NASA bir uzay gemisi çalışmalarına başlamıştı. Bir diğer okuduğum haber de ışınlanma ile alakalıydı. Yanlış hatırlamıyorsam bir elmayı çok az bir mesafeye ışınlamışlardı. İsterseniz o haberleri sizin için bulurum. 🙂

    Eğer, bunları 21.Yüzyılda az da olsa gerçekleştirebiliyorsak 2 yüzyıl sonrası insanlık copty party herhalde. 😀 Bunu zaman gösterecektir diye düşünüyorum. Bu arada yazı için ellerinize sağlık, çok güzel bir yazıydı. 😀

    • Evrimin gerçekleşmesi için bir kaç yüzyıl pek yeterli bir süre değil. Kartal gözü gibi özellikler kazanmamız için en azından yüz binlerce yıl geçmesi gerekecektir.

      Kaldı ki yazıda “görme gücü”nden ziyade, beynin algılama kapasitesinden bahsettim. Yani gözümüz değil beynimiz sınırlı olan… Çünkü gözümüzün sınırlarını aletlerle (teleskop vs.) aşabiliyoruz, ama sıradan bir insan için beyninin sınırlarını aşmak daha zordur. Sıradan insan 400×400 metrelik bir kare içinde düşünür her şeyi… Bu küçük bir köyün büyüklüğüdür… Ondan büyüğünü algılamakta zorluk çekeriz. Büyük şehirlerin depresyonlu ve kafası karışık insanlarla dolu olmasının belki de nedeni budur!

      Yani beynimizde sınır var. Bu sınırı aşabilecek kafa yapısına sahip insanlar da ne yazık ki pek az…

  5. Peki 🙂

    Umarım birileri okur ikimizin söylediklerinde de hak verilecek noktalar olduğu kesin, İyi çalışmalar dilerim.

  6. Ona gerek yok, sadece güneş sisteminin bile ne kadar büyük olduğunu anlamak için şu siteye bakmak yeterli. sağ üstteki ikondan türkçe seçilebiliyor, ekranı mouse’un scrollu ile biraz sağa çekince sağ altta başka bir ikon beliriyor ve ışık hızında güneş sisteminde ilerlemeyi simule ediyor. Oradan bakınca görüleceği gibi ışık hızında bile kendi güneş sistemimizden çıkmak oldukça sıkıcı bir süre alıyor, yani emin olun verdiğiniz linkdeki gibi ben uzayın ne denli büyük olduğunu biliyorum.

    http://joshworth.com/dev/pixelspace/pixelspace_solarsystem.html

    İlk bilgisayarlar da bir kaç ton ağırlığında ve son derece basit işlemleri yapabiliyorlardı, günümüzde cebimizde taşıdığımız cep telefonları, o bir kaç tonluk cihazların çok çok ötesinde.

    Bir uzay gemisine de, bugünün devasa laboratuvarları sığacaktır, ki filmlerde içlerinde devasa botanik bahçeleri taşıyan gemiler bile varken, asıl işi uzayı araştıracak bir gemide kuantum bilgisayarlardan aşağısı zaten düşünülemez.

    • Aslında benim hesap yanlış, çünkü Güneş sistemini olduğundan çok çok daha büyük kabulediyor. Güneş Sistemi’ni Kuiper Kuşağına kadar kabul edersek, yaklaşık bir ışık günü almamız gerekirdi. Şimdi hesabı yeniden yaparsak cevay 125 trilyon değil, yaklaşık 5,8 sekstilyon oluyor… 🙂
      Şimdi siz diyeceksiniz ki “ne kadar büyük olduğu fark etmez, Samanyolu’nun bunca büyük olması, yıldızların bu kadar çok olması önemli değil, süper gelişmiş aletlerimizle bunca uzaktan hangi gezegende yaşam var, hangi gemi nerede geziyor görebiliriz” vs. vs. Ama ben de diyeceğim ki “bu doğru değil, bu uzaklıktan, bu kadar büyük bir hacim içinde, ve neredeyse sonsuz bir zaman diliminde iki geminin karşılaşması ihtimali ihmal edilecek derecede küçüktür” vs. vs. vs. …

      Ben gerçekçiyim, siz romantiksiniz. Ama bilim kurgu yazarları iyi ki gerçekçi değiller, yoksa o şahane eserler ortaya çıkmazdı, öyle değil mi? 🙂 Bence daha fazla yorum yazarak kendinizi yormayın artık, çünkü sizin anlatmaya çalıştığınız şeyi gayet iyi anlıyorum ve sizin de beni anladığınızı biliyorum. 🙂

  7. Ya sitede bir problem oldu ya da benim internet tarayıcıda bi problem var, dün yazdığım mesajı, üstteki mesajı yolladıktan sonra görebildim, son iki mesajı dilerseniz silebilirsiniz.

    • Evet, iki karadeliğin kaynaşması, ya da birbiri etrafında dönen iki nötron yıldızı gibi DEVASA cisimlerin yaydığı kütle çekim dalgaları halen aranıyor. Henüz tespit edilemedi… BigBang’dan yayılan kütleçekim dalgaları dahi tespit edilemedi henüz. Minicik bir geminin kütleçekim dalgaları nasıl tespit edilecek, zannetmem…

      Kepler’in bulduğu yıldızın Dyson Küresi olduğunu bile iddia ediyorlar, komik bence. Düşük bir olasılık.

      Minnacık bir geminin uzay zamanı bükmesi gibi aşırı derecede minik bir etkinin tespit edileceğini de sanmam. Bütün bunları belki Devasa laboratuvarlarda tespit edecek cihazlar bulunsa da bir uzay gemisinde… zor görünüyor. Ama olmaz deme olmaz olmaz demişler, olabilir de yani, niye olmasın. 🙂

      Yine yazdığınız yorumlardan uzayın devasa büyüklüğü hakkında bir fikrinizin olmadığını, beyninizin uzayı küçülterek düşündüğünü söylemek zorundayım 🙂 Siz hala benim ne demek istediğimi anlamadınız ama ben ısrarla tekrar ediyorum. Uzay ÇOK büyüktür. Mesafeler ÇOK fazladır. Bunun üzerinde biraz düşünmelisiniz bence. Şu aşağıda linkini verdiğim bağlantının faydası olabilir.

      http://scaleofuniverse.com/

  8. Dün bu konuya son olarak Keplerin 1400 ışık yıl ötede daha bu konu tartışılırken keşfettiği ve dış basındaki bilim sitelerinde Kepler dünya dışı yaşama ait olması muhtemel bir mega yapı keşfetti şeklinde linkler vb yorumlar eklemiştim, sanırım yorum yayınlanmadı ya da internetimde olan bir aksaklık nedeniyle yorumu gönderemedim.

    Yani kepler olduğu yerden 1400 ışık yolu ötede sıradışı bir şey bulmuş ve bunu 1400 yıl ötedeki yıldızın önünden bir şey geçerken bulmuştur.

    İkincisi Türk Fizikçi Mete Atatüre daha düne kadar imkansız denilen bir şeyi imkanlı hale getirmiştir. Düne kadar ölçülmesi imkansız olarak kabul edilen ışık seviyesinin gürültüsünü (kuantum gürültüsü) ölçmeyi başarmıştır.

    Ve bu da düne kadar tartıştığımız tüm olmazlara, neden olabilir dediğime de bir ışık tutmuştur, gün gelecek bir yerde, uzay boşluğu oldduğu halde, oradan bir uzay gemisi geçmiş mi geçmemiş mi bile ölçülebilecek, tamamen görünmez olduğu halde, boşlukta bir yerde uzayı büken bir şey var mı yok mu bulunabilecek, uzaydaki kütle çekiminden yola çıkarak bile bir şeyler keşfedilecek.

  9. Bu eseri bilmiyorum, uzayın hangi bölgesinde olup olmadıkları bellli değil, bir güneş sisteminde olmadıkları kesin, ama hiç yıldız da göremiyor olmaları bana pek mantıklı gelmedi.Uzayda nerede olursanız olun daima size doğru, milyarlarca yıl uzakta bile olsa mutlaka size doğru gelen bir yıldızın ışığı vardır ve görülebilir. Zifiri karanlık simsiyah gibi tarifler gerçek uzayı yansıtmıyor,

    Yaşadığınız şehirde elektriklerin kesildiği günler elbet olmuştur, gece kafanızı yukarı çevirip baktığınızda yıldız sayısını, normalde alışık olduğunuzdan daha fazlalaşmış gibi görürsünüz, uzaya çıkıldığında bu durum daha da fazlalaşır, atmosfer olmadığı için, uzaktan gelen ışıklar titreşmeyecek ve sabit bir ışık noktası olarak görülecektir, yıldızın büyüklüğü ve uzaklığına göre farklı boyda noktalar görmek de olacaktır, Bilinen evrende uzayda hangi noktada durursanız durun, asla simsiyah bir ortam olmaz, şayet bakış açınız içerisinde çok yakınınızda bir güneş yoksa her yıldızı görürsünüz.

    Aynı ortamda fotoğraf makinenizi çıkarıp şu yıldızların resmini çekeyim derseniz kapkaranlık bir fotoğraf çıkar, iso seviyelerini ayarlayabileceğiniz, poz telafisi yapabileceğiniz, enstantane ayarlarını elle yağacağınız bir ayarlamadan sonra ancak bir fotoğraf elde edebilirsiniz,gözünüzün ne gördüğü önemli değildir, NASA’nın daha önce AY’da çektiği fotoğraflarda da arka planın simsiyah gözükmesinin nedeni, o pozların Ön plandaki Astronot, Ay kapsülü, Aydaki ortam vb yerlerin çekilmesi için düzenlenmiş ayarlar nedeniyle arka plan yoktur, zifiri karanlıktır. Gerekli ayarları yapmadan dünyadan da aynı makine ile yıldız fotosu çekilmez, gerekli ayarları yapılmış bir makine Samanyolu galaksisini çok rahat görür.

    Konumuz bu değildi ama verdiğiniz hikayede resmen siyah ötesi bir karanlıktan bahsedilmiş, bu imkansız, bunu açıklamak için yazmak zorunda hissettim.

    Esas konumuza gelelim.
    Bizim Kepler uzay teleskobu olduğu yerden, 1400 ışık yılı uzakta bile mesoplanetler keşfediyor.

    Hatta daha yeni bir haber çıktı ve bu konuya denk gelmesi de çok güzel oldu çünkü keşif, tam da başka bir yıldızın önünden geçen ”dünya dışı yaşam tarafından yapılmış mega yapı mı?” diye bilim sitelerinde veriliyor.

    Has Kepler Discovered an Alien Megastructure? ( http://news.discovery.com/space/alien-life-exoplanets/has-kepler-discovered-an-alien-megastructure-151014.htm )

    HAVE WE DETECTED MEGASTRUCTURES BUILT BY ALIENS AROUND A DISTANT STAR?
    (Populer science – http://www.popsci.com/have-we-detected-alien-megastructures-around-distant-star )

    Have researchers discovered an alien MEGASTRUCTURE? ( http://www.dailymail.co.uk/sciencetech/article-3271546/Have-researchers-alien-MEGASTRUCTURE-Researchers-reveal-bizarre-star-say-huge-unknown-object-blocking-light.html )

    Ayrıca daha önce de bir uzay gemisinin bir şeyler görmesi için Radar dışında bir şeylere de ihtiyacı var demiştim, onları da saymıştım ve hatta bundan sonra yeni şeyler de keşfedilecek, bir şeyleri daha farklı yollardan da tespit etme ihtimallerimiz artacak demiştim.

    Bunun da tam da bu konuyu tartışırken haber olarak verilmesi beni yine daha da fazla umutlandırdı.
    Haber başlığı şu ”Türk fizikçi Mete Atatüre kuantum gürültüsünü ölçmeyi başardı”

    Yani bu ne demek, şu demek: Ölçülmesi imkansız olarak kabul edilen ışık seviyesinin gürültüsünü (kuantum gürültüsü) ölçmeyi başardı. Işık seviyesinin gürültüsünün karanlıkta dahi her daim var olduğu kabul ediliyordu. Bu karanlıktaki gürültü seviyesi temel olarak ele alınırken Mete Atatüre bu ortama çok az ışık ekleyerek temel seviyenin altına inilebildiğini ispatladı. Çalışmalarında temel atom yerine kuantum nokta denilen yarı-iletken nanomateryal kullandıklarını anlatan Atatüre böylece ışıkta etkileşimi temel atomlara göre 100 kat daha fazla olan bir “süper atom” elde edildiğini söyledi.

    Bunun konumuzla ne alakası var, o da şu: Düne kadar ölçülmesi imkansız denilen ‘ ışık seviyesinin gürültü ölçümü yapıldı ve hatta bunu yaparken bir süper aton elde edildi.

    Teknoloji Bazen yavaş yavaş, ya da 1800lü yılların ikinci yarısında olduğu gibi bir anda büyük keşif ve icatlarla bir anda ileri atılır, en basitinden cebimizden şimdi 3-5 lira çıkararak aldığımız bir ampul, o zaman bir dünyayı değiştirmiştir.

    Teknolojide daha bizim şu an hayal edemediğimiz bir çok şey ya keşf edilecek ya da icat edilecektir, şimdi belki orada uzay gemisi var mı yok mu diye bakan radarlar, teleskoplar yerine, buradan uzay gemisi geçmiş mi geçmemiş mi, uzayı bükmüş mü bükmemiş mi diye araştırma yapabilecek teknolojiler ortyaya çıkacak, bir yerlerden bir uzay gemisinin geçip geçmediğini bile görebileceğiz.

    Belki gelecekte tüm galaksiyi bile olduğu yerden görebilecek radarlar olacak, her türlü paraziti, gezegenlerden gelen vb dış etkiyi temizleyip, doğrudan yaşam olan nokta tespit edilebilecektir, Bilim Kurgu fimlerinde iki gemi kafa kafaya geldiyse gelmiştir, gelebilir, olmayacak diye bir şey yok.

    Ha madem Bilim Kurgu, ben de diyorum ki XXXXX teknolojisi olacak, daha gitmeden orada bir yerde uzay gemisini bulacak hatta içinde kaç kişi olduğunu bile bilecek, akıllı varlık mı, süper bilgisayar tarafından mı yönetiliyor bunu bile görebilecek sistemleri olacak, şu anda olmaması hiç bir zaman olmayacağı anlamına gelmez, sadece henüz keşif etmemiş ya da icat etmemişizdir, bizim bunları yapamayacak olmamız, hiç bir zaman yapılamaz demek değildir.

    Düne kadar ışık seviyesinin gürültü ölçümüne de imkansız deniyordu ve daha dün imkansız olmadığı açıklandı. SON 🙂

  10. 1-2-3 şeklinde verdiğiniz maddelerden 3.sünü zaten ben de yazdım burada daha önce, bize saldırmak üzere 20-30 gemi kalkıp bize karşı da gelebilir demiştim. hatta başka bir bölümde eğer kendimizi onlara göstermek istemezsek gibi bir tanım da kullanmıştım, yani ben işi tümden zora sokma değil de olabilirlik ihrimalleri üzerinden gittim, bir şeyi neden olamaz diye istediğiniz kadar hatta milyonda bir diye şartlar oluşturup ihtimali sıfıra yakına kağıt üzerinde düşürmek kolay olduğu gibi, neden olabilir diye de ihtimaller bulunup o ihtimallerin gerçekleşmesi yönünde teoriler ortaya çıkarabiliriz.

    ” iki geminin aynı yıldız sisteminde bulunduğunu farz edelim. Sizi temin ederim ki yine de birbirlerini görmeden, birbirlerinin varlığından kesinlikle haberleri bile olmadan, hayalet gibi geçip gitme olasılıkları çok çok yüksektir.”

    Aynı sistemde bulunan iki geminin, hele ki Destiny ve Atılgan gibi gemilerin birbirini fark etmemesi, şayet herhangi bir gizlenme teknoloji kullanmıyorlarsa, birbirlerini fark etmemeleri ihtimali sıfırdır. (Eğer bir gezegen vb devasa bir cismin arkasında saklanmıyorlarsa, kendi gizleme teknolojileri de yoksa Atılganda vardı)

    Sizin verdiğiniz örnekler de mutlaka kendi içerisinde tutarlı yanları var ama ben de işin, hangi şartlar oluşursa iki gemi birbirini görebilir kısmındayım zaten, dediğim şartlarda, çok gelişmiş sensörleri, çok gelişmiş filtrelere sahip yüksek çözünürlüklü fotolar çekebilen teleskop ve foto makineleri, her dalga boyunda analiz yapabilen, ışıktaki değişimi bile fark edip analiz yapabilen, hareket sensözlerine sahip, ısı algılayıcılarına sahip, hatta uzayda boşluk halindeki ortamda bile kütle çekimi etkisini ölçebilen ve orada bir şey olduğunu bulabilen sistemler, şu an hepsi mevcut olmasa da bir çoğu günümüzde bile mevcuttur, daha yeni teknolojiler de mutlaka bulunacaktır.

    Dünyanın en önemli bilim adamları bile, isimlerinin başlarında Prof. olan insanlardan bazıları bile, daha en basitinden uzaya sinyaller yollamamızı istemiyor ve düşman bir ırk bize gelebilir diyor iken, bu adamlardan biri de Stephen Hawking iken, ihtimalleri sıfıra yakın veya komik bulmanın bir anlamı bence yoktur. Humanist insanlar olduğu kadar Kötü ve saldırgan insanlar olduğu gibi, hiç kimseye zarar vermemek isteyen uzaylılar olabileceği gibi, düşmanca tavır sergileyecek yapıda uzaylı ırklar da olabilir, her ırk evrimini iyi yönde geliştirecek diye bir kural yok.

    Ben de katılıyorum baya uzattık ama benim bu konudaki fikrim değişmeyecek ve içimdeki Bilimin KURGU kısmı çok hoşuma gittiğinden dolayı ve hayallerimizin olmazdan olabilir kısmında ilerlemesini istediğim için, bu konularda fikrim bu şekilde 🙂

    Teşekkürler.

    • Elbette kurgulamadan Bilim-Kurgu olur mu? Olmaz. Naturalizs bilim kurgu mu yacağız yani… Şöyle bir şey olurdu:
      “Tufan, on bin yıl önce çıktığı yolculuğa halen devamediyordu. Alea, otuz bininci neslin 43762 nolu torunuydu. Gemi kaptan yardımcılığı görevine yükselmek için bütün ömrü boyunca çalışmıştı ve işte şimdi kontrol panelinin önündeki pek de rahat olmayan koltuğunda, dışarıyı gözlüyordu. Alea bütün ömrü boyunca bu anı beklemişti. İşte karşısındaydı her şey… Panel üzerinde yanıp sönen rengarenk ışıklar, ana bilgisayara sınırsız ulaşma hakkı, emir subayları ve kahvesini getiren özel uçuş sekreteri. Bütün bunlar inanılmazdı. Alea ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Ama gözlerine batan iğnelere daha fazla dayanamadı ve iki damla yaş akıttı. ‘Tanrım! Çok güzel, çok güzel!’ diyerek elleriyle yönlendirme çubuğunu okşadı. Artık Tufan ona emanetti.

      “Birinci kaptan uyukluyordu. Alea o an yalnız olduğunu hissetti. O an gemiyi isterse sağa sola çevirebilir, isterse durdurabilirdi. Bütün sorumluluk ona aitti şimdi. Birinci kaptanın her zaman kapalı tuttuğu ön pancurları açtı ilkin, uzayı, boşluğu görmek istiyordu, kendi gözleriyle… Bugüne kadar onu hep monitörlerden görmüştü.

      “Pancur yavaşça yukarı doğru kayarak açıldı. Alea nefesini tuttu. Pancur bütünüyle açıldığında uzayı görmek, adeta gözleriyle içimek için gözlerini dört açmıştı.

      “Ama hiç bir şey yoktu orada. Hatta siyah bir boşluk bile… Tek gördüğü uçuş kabininin yansımasıydı… Camlar ayna etkisi yapıyordu. Alea orada şaşkın şaşkın bakan kendi suratını gördü. Sonra birden elini uzatarak bütün kabin ışıklarını söndürdü.

      “O anda uzay bütün ihtişamıyla ortaya çıktı. Siyahtı. Simsiyah… Alea’nı gördüğü her şeyden daha siyah. Hatta Vantablack’tan bile daha siyah. Uzay buydu işte, dipsiz, simsiyah bir kuyu… Hiç de teleskoplarda görüldüğü gibi değildi. Alea, bildiği en pis küfrü savurdu. Gözlerinin karanlığa alışması için bir süre daha bekledi. Kabin pervazlarının biraz grileşmesi dışında bir etkisi olmadı bunun… Pervazların ötesi, yine simsiyahtı. Hatta derinliği bile olmayan, boyutsuz, iğrenç bir siyahlıktı bu. Sanki camın arkası kapkara kumaşlarla örtülmüş gibi… Görünürde bir yıldız bile yoktu.

      “‘Lanet olsun, hareket ettiğimiz bile belli değil!’ diye düşündü Alea. Şu koca geminin ışık hızının yüzde doksan dokuz nokta dokuz dokuz dokuz dokuzunda hareket ettiğine dair en ufak bir iz yoktu. Ne bir ses, ne bir sarsıntı… Hiç bir şey…

      “Bir süre sonra uzaktan belil belirsiz bir noktacık görür gibi oldu Alea. Sanki ön cam toplu iğneyle azıcık delinmiş gibiydi. Bu delikten sızan zayıf, zavallı bir ışıkçık, belki de gözüne gelen yedi sekiz fotondu bu noktayı görmesini sağlayan.

      “İşte o yıldızdı bu gördükleri… Uzaklarda, zayıf, küçük, acınası bir yıldız… Yakıt almak için rotalarını o yıldıza yönlendirmişti Alea.

      “Bir süre sonra o kadar büyük bir hayal kırıklığına uğramıştı ki canlı bir şey, düşman bile olsa yaşayan ve hareket eden bir şey görebilmek için büyük radara çevreyi kontol etmesi için komut verdi.

      “Tam 18 saat çevrede hareket eden herhangi bir şey –Alea’nın bakabileceği herhangi bir şey– bulabilmesi için radarın başında bekledi. Ama hiç bir şey yoktu. Ne teleskoplarda ne radarda hiç bir görüntü belirmedi. Sadece yıldızlararası gazdan gelen uzun dalga parazitinden başka hiç bir şey…

      “Kaptan hala uyuyordu. Adam bir ara uyanmış, tuvalete gitmişti. Ardından Alea’ya şöyle başıyla üstün körü bir selam verip, kabinin arkasındaki ocaktan kendine kahve almaya gitmişti. Adamın yaptığı kahveler iğrençti. Yanmış plastik kokan sarı bir sıvı… Kaptan bu sıvıyı büyük bir zevkle yudumlarken bir yandan da yüksek sesle gaz çıkarıyordu. Alea, duymazdan gelse de adamın bu huyundan nefret ediyordu.

      “Gözünü radarın ekranına dikmiş beklerken kaptanın alaylarına maruz kaldı. Adam da belki göreve ilk başladığında aynı heyecanı duymuştu, ama şimdi kendisinin Dünya’daki, pardon gemideki en gereksiz varlık olduğunu kavramış gibiydi. Gemi bütünüyle otomatikti ve bilgisayar tarafından idare ediliyordu aslında. Ne kaptanın ne de Alea’nın ekranlara salak salak bakmaktan başka yapacak hiç bir işleri yoktu.

      “Ekranları ya da kabin penceresinden dışarıyı izlemenin delilikten hiç bir farkı yoktu. Hatta çamaşır makinesini izlemek bile bundan daha eğlenceliydi. En azından orada bir şeyler hareket ediyordu.

      “–Ha ha! Bir şeyle karşılaşacağını sanıyorsun değil mi, hadi itiraf et! dedi kaptan.
      –Hiç de değil! dedi Alea.
      –Bana yutturamazsın, ama neyse… dedi kaptan.
      Biliyor musun, şu an uzayda bir gemi filosunun içinden geçip gitsek, hatta asteroid kuşağının bile içinde olsak o lanet pencereden hiç bir şey göremezsin. Şu salak monitörler de sana bit kadan bir nokta göstermekten başka bir işe yaramazlar. Ha, 40 yıllık kaptanlığım süresince o monitörde bir şey gördün mü diye soracak olursan, sinek pisliğinden başka hiç bir şey diye yanıtlarım. Ama yine de sen bilirsin. Kahve ister misin? diye sordu kapkan.

      “Alea boş bulunup:
      –Az şekerli olsun lütfen! diyecek oldu.
      Kaptan bir kahkaha kopardı:
      –Bana bak geri zekalı, git kahveni kendin al, şu sinir bozucu düğmenin neden yanıp söndüğünü de öğren bakalım.

      O sinir bozucu düğme, kabin penceresinin dış pancurunun açık olduğunu gösteriyordu. Alea zaten sıkılmıştı artık. Hemen uzanarak pancuru kapatan düğmeye bastı. Pancuk yukardan aşağı yavaşça kayarak indi ve kabin pencereleri yeniden mat beyaz bir renk aldılar.

      “–Böylesi çok daha iyi… diye düşündü Alea. Sanki biraz rahatlamış gibiydi.

      “Gelecek 40 yılı bu şekilde şu salak ekrana ve beyaz pancurlara bakarak geçirecekti demek.

      “–Vay anasına! dedi içinden öfkeyle. Demek gemide kimsenin kaptan olmak istememesinin nedeni buymuş. Lanet olasıca, artık başka bir mesleğe de baş vuramam. Şıçtık!

      “Bu hikaye bu şekilde iki milyon yıl daha sürecektir.”
      Son 🙂

    • bir düşünceye göre uzaylı ırklar muhtemelen saldırgan olacak. çünkü hayatta kalıp türünü sevam ettirmek, başka türlerin kontrolü altında olmamak için yırtıcı bir tür olmak şart. insanlar da böyle bir yırtıcılık olmasa da gelişmiş beyni ile araç gereç kullanıp normalde yenemeyeceği yakalayamayacağı hayvanları ok gibi çeşitli silahlar yardımıyla yenip türünü devam ettirmiştir.
      tabi yırtıcı bir tür, muhtemelen kendi kendini de yok edebilir, büyük ihtimal sosyal olmayacaktır ve bu da topluluk haline gelip medeniyet kurması önünde engeldir. hatta yırtıcı gücü sayesinde hayatta kaldığından, beyninin fazla evrimleşmesine dahi ihtiyaç duymadan milyonlarca yıl türünü devam ettirebilir.
      seçenekler çok boyutlu tabi. örneğin karıncalar oldukça kolektif olduğu halde, yerin altında şehirler inşa ettiği halde muhtemelen vücut yapılarından dolayı uzaya çıkacak kadar teknolojiye sahip olamayacaklardır. acaba?

  11. İnsanların yaşam bulunan gezegenlere gitmek isteyeceğini nereden çıkardınız? Belki sadece araştırma amacıyla bir gemi bu işe ayrılabilir, ama çoğunlukla ve özellikle yaşam bulunmayan gezegenlere gitmeyi tercih edeceğiz. Nedenini tahmin edebilirsiniz, ama bir kaç tanesini ben sıralayım: 1) Kontaminasyon tehlikesi, gerek karşı taraftan gerekse bizim taraftan mikropların gezegen ekolojisine bulaşmasını istemeyiz, sadece hastalık yapabileceğinden değil, bir gezegene ait mikrobiyal yaşamın diğerine baskın hale gelip, ötekinin varlığını tehdit edebileceği için. Aklınıza hemen “Dünyalar Savaşı” gelmesin. Bizim mikropların yabancıları öldürebileceğine inanmıyorum, ama ekosistemi işgal edebiler, yabancı gezegeni istila edebilirler. Belli coğrafyalardan gelen türler, başka coğrafya ve ekosistemlerde çok inatçı, rekabetçi ve saldırgan olabiliyorlar. Dünya’da bunun pek çok örneği vardır.
    Ayrıca, bir gezegenin otantik yapısın bozmak istemeyebiliriz. Bugün Mars’a giden gemilerde bile kontaminasyon önlemleri alınıyor. Uzayda herhangi bir bölgede su bulunan bir noktaya uzay aracı gönderilmesini engelleyen uluslararası bir konvansiyon varmış.
    2) Düşük bir tehlike de olsa, enfeksiyon tehlikesi. Bugün uygarlıkla hiç temas kurmamış Amazon kabileleri var ve bilim adamları onlarla temas kurmaktan kaçınıyorlar, çünkü enfeksiyon bulaştırabilir, hepsinin ölmesine yol açabiliriz.
    3) Savaş tehlikesi. Yabancı uygarlık bizim varlığımızı tehdit olarak algılayabilir ve savunma refleksi gösterebilir.
    Bunun gibi daha bir kaç neden sayılarbilir ama burada yazmaya gerek duymuyorum. Bence insanların yaşam bulunmayan gezegenlere yayılma olasılığı çok daha fazladır. Ve bu tür (yani üzerinde yaşam bulundurmadığı halde) yine de bize cazip gelen çok fazla sayıda lokasyon (gezegen vs.) bulunduğunu kanıtlamak için uğraşmamama gerek yok sanırım, bu yaşam bulunduran gezegen sayısının kat be kat üstündedir.

    Bütün bunları bir kenara bırakalım… Şimdi sizin dediğinizin doğru olduğunu farz edelim. Yani Samanyolu’nda belli noktalar veya istasyonlar var ve insanlar ya da diğer yabancı türler buralara gidiyor olsunlar.

    Ancak yine de aynı gezegen sistemini aynı anda ziyaret etme olasılıkları inanılmaz derecede düşük olmaya devam edecektir.

    Yine büyük bir tesadüf gereği (iğne deliğinin içindeki atomun içindeki kuarkın gözünü vurmak gibi bir olasılık sonucu) iki geminin aynı yıldız sisteminde bulunduğunu farz edelim. Sizi temin ederim ki yine de birbirlerini görmeden, birbirlerinin varlığından kesinlikle haberleri bile olmadan, hayalet gibi geçip gitme olasılıkları çok çok yüksektir.

    Güneş sistemindeki dev cisimleri bile yıllar süren çalışmalar sonucunda keşfediyoruz düşünsenize. O kocaman boşlukta minik bir gemiyi bulmak öyle kolay iş değildir. Emin olunuz. Saygılar. Bu tartışma biraz fazla uzadı diyorum, ama yine de faydalı oldu. Bizden başka da okuyan yokur emin olabilirsiniz. Neyse, okuyan üç beş kişiye de selamlar!!! 🙂

    • okuyom ben ya 🙂 çok heyecanlı. gerçi buralarda biraz sıktı ama bakalım nereye bağlanacak aşağı doğru gidiyorum. ikiniz de belli açılardan haklısınız. fakat biraz saplantı mı oldu ne?
      doğru senin dediğin gibi karşılaşma ihtimali imkansız gibi birşey. onun dediği de her ırk/grup belli bölgelere yoğunlaşırsa (goldilock vb) karşılaşma ihtimali yine düşüktür ama artar. yeterince artar mı? bence hayır yeterince artmaz. zaten ihtimal yükselse de teknoloji sayesinden birbirlerini uzaktan tespit edebileceklerinden burun buruna karşılaşmazlar. yine dediğin gibi büyük uzayda birbirlerini tespit edebilecek teknoloji olsa bile muhtemelen belli bir bölgeye yoğunlaşıp yeterli zaman ve ciddi sayıda personel gücü kullanmaları gerekir. sonuçta uzaktaki gezegeleri tespit ederken devasa onlarca teleskop, binlerce personelle yıllarca çalışarak tespit edebiliyor. teknoloji ne kadar gelişse de akıl sınırlarını zorlayan şeyler.
      gerçi 50 yıl önce bir oda büyüklüğünde olup da sadece 4 işlem yapan bilgisayarlardan şimdi geldiğimiz noktayı düşünürsek, gelişme hız kesmediği taktirde neler olacağını bilemeyiz.

  12. Ben zaten en başından beri uzay boşluğunda karşılaşılabilir demedim..

    Bakın çok basit anlatıyorum, örnek olarak Kepler-438b veriyorum, 475 ışık yılı uzaktadır ve Güneş’e çok benzeyen bir yıldızın yaşanabilir bölgesi içindeki bir yörüngede keşfedilen, Dünya büyüklüğüne yakın gezegenlerden biridir.

    Eğer şu andaki teknoloji ile oraya gitmeye kalkarsak Amerikanın elinde bulunan uzay aracı New Horizans saatte 58.536 km hızla yol alabildiği için oraya gitmek yaklaşık 9 milyon yıl sürer.

    Bakın bir sisteme gitmek için önce nelere bakılır demiştik ya, sadece goldiloks kuşağında olması da yetmez. Hiç bir akıllı varlık ezbere tüm galaksiyi dolaşmaz, hayat olma olasılığı en yüksek yerlere gidilir, ya da teknolojimiz yeterli seviyeye geldiğinde tüm galaksiyi dolaşıp bakmak yerine, hayat olan yerlere bakılacaktır ve sadece bunlara gidilecektir diyelim. Buna nasıl karar verilecek?

    Dünyanın hayat için gerekli olan değerleri Dünya benzerlik endeksi ile verilir bu değerler gezegen yarıçapı, yoğunluğu, kaçış hızı, yüzey sıcaklığı ile verilir Dünya için bu oran DBE:1,00 olarak verilirken Kepler-438b için bu değer 0,88’dir, yanı dünyaya oldukça yakın bir değer.

    Bitmedi, Standart öncesi yaşanılabilirliğe bakılır, bu bitki örtüsü olup olmadığı bilgisi ve varsa nem bilgisi içermelidir, Dünya için bu değer 0,72, Kepler-438b için 0,88 dir.

    Bitmedi, Yaşanılabilir bölge mesafesi, ki goldiloks dediğimiz alandırfakat sadece ona bakılmaz, bu data için gezegenin güneşine uzaklığına, yıldızının parlaklığına ve sıcaklığına, gezegenin büyük değerine bakılır, bu değer dünya için 0,50, Kepler-438b için0,93.

    Bitmedi, Yaşanılabilir bölge atmosferine bakılır, -1 altındaki değerler çok az ya da hiç atmosfer olmadığını gösterir. +1 ise yine yaşanmaz ve yoğun gaz içeriği olan gezegenleri gösterir, Jupiter gibi. Dünyanın YBA değeri -0,52, Kepler 438b ise 0,73dür.

    Bitmedi yaşanabilir bölge bileşenlerine bakılır, sıfıra yakın değerler mutemel demir, kaya, su oluşumları olduğunu gösterir, -1 altındaki değerler bu gezegenin ağırlık olarak demirden, +1 üzerinde olanlar yine gaz gezegeni olduğunu gösterir, dünyanın değeri -0,31 olup Keplerde bu -0,73dür.

    Mars, Merkür, Venüz gibi gezegenler hypopsychroplanet sınıfına girer ve bu tür gezegenlerde yüzeyde kesinlikle canlı varlık bulunmaz, Dünya ve Kepler 438b mesoplanet sınıfındadır.

    Bunları neden yazdım, eğer uzayda bir yere sadece incelemek için değil de, akıllı bir varlığın olduğunu varsayıp, gelişmiş uzaylı bir ırk bulma olasılığı en yüksek yerlere bakılacaksa tüm bu değerlere en uygun olanlara bakılır.

    Bu değerlere bakmak, gezegenleri Goldiloks kuşağında olduğu halde, bir çoğunu en baştan yaşanamaz sınıfına sokar ve incelenecek, bakılacak olma sınıfından çıkarır.

    Eğer akıllı bir varlık ile karşılaşma planına goldiloks kuşağında olduğunu Jupiter benzeri ya da venüz gibi gökten Asit yağan gezegenleri dahil ederseniz, bırakın bir uzay gemisi ile karşılaşmayı, gaz gezegeninde zaten ayak basacak yer de bulamazsınız, atmosferine de giremezsiniz.

    Zaten bu kadar verinin olduğu dünya benzeri gezegenlere gidip gelişmiş ya da gelişmemiş bir uygarlık bulamazsak, o zaman geriye şu seçenek kalır, biz gerçekten delilik derecesinde evrende yalnızız ve başka kimse yok.

    Ya da bu tür gezegenlerde hayat var ya çok gelişmişler, uzay gemilerimiz kafa kafaya gelir ya da primitive haldedirler bu nedenle kendimizi onlara biz göstermemeyi seçeriz.

    Gidilecek adres bellidir, kimse galakside ezbere dolaşmaz, gidilecek yer noktasına kadar bellidir, orada biriyle ya karşılaşılır ya da karşılaşılmaz bu kadar basit.

    Konunun başından beri ama ben Startrek gemisinden yola çıkarak böyle bir durumun gerçekte olamayacağını söyledim demenin pratikte hiç bir mantığı yoktur. Elimizde Startrek gibi bir gemi yoktur.
    Benim bu noktada söylediğim şey ise her zaman şu olmuştur, Elimizde Startrek Atılgan ya da Stargate Universedeki gibi Destiny gibi bir gemi varsa, gidip bakılacak yerler bellidir, bu gemiler oralara gidebilir, galaksimizin büyüklüğü önemli değil, böyle gemilerimizin olduğu bir çağ gelecektir, gerçekte o filmlerdeki gibi abartılmış hızlarda yol alamayacak olsalar bile oldukça yüksek hızlara çıkacaklar ve büyük ihtimalle de ilk önce 470 ışık yılı uzaktaki Kepler 438b ye gideceklerdir, oradaki bir bitki örtüsü bulmak bile uzayda yalnız olmadığımızı ve daha sonra da bu tür gezegenlere bakılacağının bir göstergesi olacak, ve sizin imkansıza yakın dediğiniz ve komik durum dediğiniz şeyleri bundan 20-30 bin yıl sonraki kuşaklar gerçekleştirecektir.

    Bunlara inancınız yoksa bilim kurgu yazmayın, benim söylediğim bu, ben şu andaki teknoloji ile tüm galaksiyi ezbere dolaşan bir gemiden hiç bir zaman bahsetmedim.

  13. Filmlerde gemiler yıldızların yakınında karşılaşmıyorlar ki, her yerde karşılaşıyorlar, uzay boşluğunda falan…

    Zaten ektogezegenleri (başka güneş sisteminde bulunan gezegenleri) iki yoldan keşfediyoruz. 1) Etrafında döndükleri gezegenlerin hareketi üzerinde yaptıkları hafif yalpalamadan, 2) Önünden geçtikleri yıldızın ışığında yaptıkları çok hafif değişiklikten…

    2) Nolu şıkta gezegeni gördüğümüz sonucunu çıkarmayın. Bildiğim kadarıyla teleskoplarla direk görebildiğimiz gezegen sayısı iki ya da üç… O da Hubble ile ve görüntüleri çok ciddi bilgisayar filtrelerinden geçirdikten sonra falan…

    Gezegenin yıldızın önünden geçerken yıldız ışığı üzerinde yaptığı çok hafif değişim ölçülüyor ve gerisi hep tahmin tahmin tahmin…

    Her neyse… Bütün bu yazdıklarınızdan hala çıkardığım tek sonuç şu: Evrenin büyüklüğünü tam olarak kavrayamamışsınız.

    Yıldız önünden geçen UUİ’nin fotoğraflarını çekmek kolay diyorsanız, bir deneyin isterseniz.

    Ayrıca 350 ya da 3500 gibi bir sayı tutturmuşsunuz, bu sayının ne olduğunu dahi tam olarak bilmiyorsunuz. Benim tahminime göre bu sayı, şu ana kadar keşfedilmiş eksoplanet (başka bir yıldıza ait gezegen) sayısı olmalı. Ki tartışmamızın ne bu sayıyla ne de galaksideki yıldız sayısıyla alakası yok. Benim verdiğim 125 trilyon sayısını bile tam anlayamamışsınız. Bu sayı, “İki geminin Samanyolu hacminde karşılaşması olasılığının, Güneş Sistemi hacminde karşılaşması olasılığından hangi mertebede küçük” olduğunu gösteriyordu. Yani diyelim güneş sisteminde karşılaşma olasılığı x olsun. İki geminin Samanyolu’nda tesadüfen karşılaşması olasılığı x bölü 125 trilyon olur demek istedik. Üstelik bu kıyaslama, kaba bir kıyaslamadır. Sadece bir fikir vermek amacıyla hesaplandı. Çünkü zaman faktörünü göz ardı ediyor.

    Düşünün evrenin milyarlarca yıllık ömründe, iki geminin aynı zaman diliminde aynı yerden geçmesi olasılığı bundan çok çok çok çok daha küçüktür.

    Saygılarımla.

  14. O Fotoğraflar hiç de zor değildir, bu noktada önemli olan sizin güneşden uzakta olup güneşe doğru bakmanız, inanın bu sayede keşfedilen ve hatta güneş sistemi dışında olmasına rağmen, bulunduğu güneşin önünden geçerken keşfedilen gezegenler var, kendi sistemimizde yine Güneşe oldukça yaklaşıp yok olan ve boyu o uzay istasyonu kadar olan cisimleri görebilen son derece gelişmiş teleskoplar var.

    Hala iş yerindeyim o nedenle arşivlerime bakamıyorum ama yanlış hatırlamıyorsam Known Universe adlı seri belgesel dizisinde, bu Goldiloks kuşağından bahsediliyor ve şu ana kadar keşfedilen gezegenler hakkındaki verdiğim sayı orada bir yerde veriliyordu,şu an emin değilim başka bir belgesel de olabilir.

    Yine Galaksilerin çarpışması hakkında verdiğiniz bilgi de Known Universe adlı belgeselde geçiyor ve iki galaksinin çarpışmasına rağmen hiç bir yıldızın birbirine dokunmadan, mesafeler büyük olduğu için geçeceği belirtiliyordu.

    Goldiloks kuşağı güneşin boyuna göre değişir.
    https://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/6/61/Habitable_zone_-_HZ.png

    Kendi galaksimizde milyarlarca yıldız var , atıyorum her güneş sisteminde ve her goldiloks kuşağında bir yaşanabilir gezegen olsa bile 100 milyar yıldız için 100 milyar sayısını elde ederiz.

    100 milyar yaşanabilir gezegen varsa, bu sayı bize teoride 100 milyar olasılık verir, yani hiç de daha önce bahsetmiş olduğunuz gibi 125 trilyon gibi rakamlarla alakası yok.

    100 milyar sisteme gidilemeyeceğine göre, elimizde başka sisteme gidebilecek bir otonom ya da insanlı gemi varsa, bize en yakın olanları seçilecektir, bu da yine 100 milyar olan sayısı mevcut tespit edilmiş olan gezegenlere düşürür yani 350 bilemedin 3500..

    3500 gezegeni de Her türlü dalga boyunda, daha oraya gitmeden, buradan inceleriz ve dünyaya en yakın atmosfer koşulları olduğu varsayılanları seçilir ve büyük ihtimalle 3500 olan sayı 100’lerle ifade edilecek bir noktaya düşer.

    Şimdi benim bu noktada söyledğim şey oldukça açık:
    Eğer elimizde Stargate veya Destiny gibi bir uzay gemisi var ise, bunların güneş sistemine girildiği anda bile başka bir akıllı yaşama ait uzay gemisi ile kafa kafaya gelme ihimali vardır.

    Uzayın ne kadar büyük olduğu ve kaç yüz milyar gezegenin olduğu mühim değildir, eğer elde 350 tane incelenecek gezegen varsa o zaman bir uzay gemisi ile karşı karşıya gelme şansımız da 350’de 1’dir. Uzay gemileri olacak kadar gelişmemişler ise canlı bir varlık bulma ihtimali de yine 350 de 1 dir.

    Siz sayısal loto oynarken kazanma şansınız 125 trilyonda 1 mi, değil neden çünkü elde 49 sayı var ve 6 tanesini bilmek zorundasınız, buradaki 49’da 6 yı bilmeniz gerekir ve bunu bilmek yaklaşık olarak 14 milyonda 1’dir, fakat buradaki örnek 350 gezegene gitmekteki gibi aynı oranda değil, çünkü rastgele 350 gezegenlere giitme hakkımız yok, sadece 6 tanesine gidip hepsinde hayat bulmayı deneyecek olsak o zaman hesap sizin dediğinize gelir, burada amaç tek tek 350 gezegene gidip bakmaktır, ya da elimizde fazla sayıda gemi varsa 20-30’una birden uzay gemisi gönderirsiniz hayat var mı yok mu, daha çabuk görürsünüz, burada sadece ilk gittiğiniz gezegende hayat bulma şansınız 350 de 1 dir.

    Şimdi ben gemiye atlamışım keplere varmışım diyelim, bunların güneş sistemine gittiğimde, burada akıllı bir varlık varsa ve çok gelişmiş ise, bana saldırmak ya da güvenlik önlemi almak için bana karşı 20-30 savaş gemisi ile karşıma gelecekler mi gelmeyecekler mi?

    Bana kalırsa tam da o olmaz dediğiniz sahneyi yaşarız ya da bana 20 gemi birden daha yaklaşmadan uzun mensilli silahları ile ateş edip yok ederler, burada çeşitli olasılıklar vardır, bunlar ayrı konu.

    Bu olayı çok uzaktan izleyen biri tıpkı daha önce de yazmış olduğunuz gibi bu durumu, iki gemi kafa kafaya gelmiş gibi görebilir, uygun açıdan baktığını farz edersek.

    Burada mesafe önemli değil, adamların güneş sistemine girmişiz, bizi tespit etmişler, gelişmiş de olduklarından önlem gemileri bana doğru gelmiş, tek başıma 20 gemiye birde savaşamayacağıma göre ya da zaten barışçıl olduğum için ateş etmeyeceğim, karşı taraf da böyle düşünürse elbette gemimin yanına gelecekler ve filmlerde gördüğümüz sahneyi göreceğiz.

    Ya da uzaktan tek atış yapıp bizi buhara çevirecekler, ya da onlar da barışçıl hiç yanımıza gelmeden bizi gezegenlerine davet edecekler, bunu net bir şekilde bilme şansımız malesef yok.

    Artık konuyu kendi adıma bitiriyorum, çünkü biz ve bizden sonraki bir çok nesil bu teknolojiye oldukça uzaktayız, bırakın kafa kafaya gelmeyi, başka bir sisteme gitmeye bile gücümüz yok.

    Şu an söyleyeceğimiz ve yazacağımız her şey teoridir, bundan 500 yıl sonra farklı iletişim teknikleri gelişirse, çok uzaklardan bizlerle iletişim kurmaya çalışanlarla başka şekillerde iletişim kurabilir miyiz kuramaz mıyız bilmiyoruz, o nedenle şimdiki teknolojiden yola çıkıp, ihtimalleri 125 trilyonda 1e indirmek bana pek mantıklı gelmiyor, uzay çok büyük biliyorum ve inanın algılıyorum da, sonsuz hayatımız olsa bile tüm evreni dolaşamayabilirdik,her yere gidilemeyecek kadar uzak, özellikle kendi galaksimizden çıkıp başka galaksiye gitme konusu bile inanılmaz bir rüya, bunu henüz kendi sistemini terk edememiş insanlık olarak söylüyorum.

    Bundan 500-1000 yıl sonra insanlık ne olur bilemeyiz, bugün filmlerde gördüğümüz şeyleri yapmak bundan belki 1 milyon yıl sonra yaşayacak olan insanlar için kolay gelecektir.<

    Kalın sağlıcakla benden bu kadar, keyif aldığım bir sohbet, chat oldu, iyi çalışmalar dilerim. 🙂

    Bu tür hesaplamalar tüm evrendeki yıldız sayısına göre değil eldeki mevcut potansiyele göre yapılır.

  15. Bir başka daha çarpıcı bir fotoğraf.
    http://www.wired.com/images_blogs/wiredscience/2011/01/eclipse110104_solar_transit_33.jpg

    Yani dediğiniz gibi ”Güneş’in yüzey alanının büyüklüğünü düşünün… Bunca büyük alanda minicik, mikrop kadar iki geminin karşılaşması ve onca Güneş ışığı ve radyasyonu altında birbirini radarla tespit etmesi yine komik denecek derecede düşük bir olasılıktır.Bir de Güneş’in yüzey alanının büyüklüğünü düşünün… Bunca büyük alanda minicik, mikrop kadar iki geminin karşılaşması ve onca Güneş ışığı ve radyasyonu altında birbirini radarla tespit etmesi yine komik denecek derecede düşük bir olasılıktır.”

    Doğru değil, eğer DEstiny ve Atılgan gibi bir uzay gemisi hayali kurup, bunlar ve benzeri gemiler kafa kafaya gelemez diyorsanız güneşin orada bunları tespit etmek orada olmamasından daha büyük bir ihtimaldir, uzay gemisi dediğimiz şey sadece bir radardan mı oluşuyor, kızılötesi, mor ötesi dalga boylarında araştırma yapamıyor mu, fotoğraf çekemiyor mu.

    E zaten bunları yapamıyorsa hiç araştırmaya çıkmasın.

    • O fotoğraflardaki uluslararası uzay istasyonu dünyaya çok yakın, sadece 400 km ötede… Yine de o fotoğrafları çekmenin NE DENLİ zor olduğunu ancak böyle bir fotoğrafı çekenler bilir.

      Adamlar UUİ’nin geçeceği tam noktayı ve geçeceği anı hesaplıyorlar bilgisayar yazılımlarıyla ve zaten UUİ’nin geçişi de çok kısa sürüyor. Bu fotoğrafları çekmek CİDDEN zordur. Önceden yerini ve zamanını biliyorsun, oradan geçeceğini biliyorsun, çok profosyonel bir fotoğrafçısın ve mükemmel bir zamanlama ile bu fotoğrafı çekiyorsun. Gemiler diğer geminin önceden geçeceğini bilemeyecek, unutmayın. Üstelik burada güneş 149 milyon km uzakta… Siz bunu Güneş’in yakınlarında yapmaya çalışın bakalım, ne lens kalır ne tripod 🙂

      Her neyse… Cıvıtmayayım… Bana yazdığınız bütün yazılarda hala gökcisimlerinin devasalığı, mesafelerin muazzamlığı ve zamanın dehşet uzunluğunu tam olarak kafanızda canlandıramadığınızı söyleyebilirim. Beyniniz sizi aldatıyor maalesef, her şeyi küçültüyor.

      Elbette, uzayda dolaşan iki gemi birbirini tespit edemez demiyorum. Aynı zaman diliminde yaklaşık aynı yerde bulunmaları olasılığı küçüktür ama yine de vardır. Bunların çok uzaktan gemileri tespit edebilecek teknolojileri de olsun. Yine de bu teknolojinin belli bir mesafeyle sınırlı olacağını (diyelim ki 1 AU) kabul etmelisiniz. Çünkü en gelişmiş uzay teleskopları, en gelişmiş radarlar bile belli bir mesafeden sonra işe yaramayacak. Yarar ama çok spesifik olarak yerinin bilinmesi lazım. Yani geminin koordinatları biliniyorsa, zayıf da olsa bir iletişim kurulabilir.

      Düşünün ki Kuiper kuşağındaki devasa gök cisimleri bile daha yeni yeni keşfediliyor. Hatta Güneş’in bir ışık yılı civarında dev bir gezegen, bir kahverengi cüce bile olabilir, bunu bile görmekte zorlanıyoruz.

      Elbette Güneş gözlemi yapan SOHO gibi uydular, güneşe yaklaşan kuyrukluyıldızları tespit edebiliyorlar, ama kuyruklu yıldızlar büyük cisimlerdir, çok parlaktırlar ve SOHO’nun özel filtreleri vardır. Ama Destiny ya da Enterprise gibi gemiler, her ne kadar bize büyük görünseler de, gökcisimleriyle kıyaslanamayacka derecede tüysiklettirler.

      Dediğim gibi, uzayda iletişim güç bir olaydır, ve uzay, bir kere daha söylüyorum, biraz aşırı büyüktür.

      Yaşam barındıran gezegenlerin sayısının ne olabileceği konusunda da henüz hiç bir şey söylenemiyor. Ben bu konuyu çok düşündüm, kesin bir sonuca varamadım.

      Sözünü ettiğiniz Goldiloks Kuşağı, Türkçe’de Yeşil Kuşak olarak geçer ve bir yıldızın çevresinde suyun sıvı olarak bulunabildiği kuşak olarak kabul edilir. Her yıldızın böyle bir kuşağı vardır. Bu kuşağın içinde bir gezegenin bulunması olasılığı düşüktür ve gerçekten de bu sayı yaşanabilir gezegenlerin sayısını oldukça aztıyor, ama sözünü ettiğiniz gibi 350 ya da 3500 sayısı yine de bana göre çok az.

      Ha bir de şu var… Bir tek gemi ile bir insanın yaşam süresi içinde galaksiyi dolaşması mümkündür. Einstein’in Görelilik Teorisi sayesinde bu mümkün olabiliyor. Gemi ışık hızına çok yakın hızlarda uçacağından, içinde zaman yavaşlayacak…. Bize göre on bin yıl süren bir yolculuk, yolculara göre bir kaç yıl sürecek sadece…

      Galaksi içinde yaşam noktalarının sayısı elbette trilyon mertebesinde değil, ama binler mertebesinde de olmayacak. Ayrıca zaman sorunu da var. Yani aynı anda aynı yerde bulunma olayı sıkıntılı…

      Zaten bilim kurgularda gemiler öylesine birden bire karşılaşıverirler… Biz bu yazıyı yazarken, daha çok bu tip komedileri düşünüyorduk. Yoksa Stargate düşünülerek yazılmadı bu yazı.

      Stargate’in çok akıllıca yazılmış bir senaryosu var… Yazı onun için yazılsaydı, yine de eleştirecek bir çok şey bulunurdu, ama bu kadar bariz komiklikler de olmazdı sanırım.

  16. 3500 sayısı 350 de olabilir ondan şu an emin değilim, bahsettiğim sayı mevcut durumdaki sayıdır ve elbette artacaktır, zaten bunun aksini söylemedim, mevcut sayıdan bahsettim, bir güneşin etrafında ne kadar gezegen olduğu bu sayıda önemli değil, benim bu zamana kadar okuduğum izlediğim her kaynakta, hayat olma olasılığı olan gezegen aranırken, onun güneşinden yaşama elverişli olması gereken bir uzaklığı olmasından bahsediliyor, diğer etkenler de var tabi ama ilk bakılan şey o sistemin en uzağındaki gezegen değil, güneşe en yakın olan gezegen de değil, bizim sistemimiz model alınarak, yaklaşık bir değer elde ediliyor ki zaten hayata uygun olabilir denilen ve bulunan tüm gezegenler de gerçekten o bahsettikleri noktadadır.

    Şimdi tekrar ediyorum, o sayı bundan 500 yıl sonra elbette 350 veya 3500 olarak kalmamış ve artmış olacaktır, tıpkı bizim teknolojimizinde ilerlediği gibi.

    500 yıl sonra kendi güneş sistemimizde artık rahat rahat dolaşılabileceğini öngörüyorum, bu da artık sadece kendi gezegenimiz etrafında değil başka gezegenler etrafına bile onları sürekli inceleyen uydular yerleştirebildiğimiz bir zaman gelecek.

    ”Samanyolu’nda 250 milyar × 5 = 1 trilyon civarında gezegen olduğunu tahmin edebiliriz” bu sayının hiç bir yararı yoktur güneş sistemi başına isterse 11 gezegen olsun, önce o sistemde hayat için uygun gezegen olup olmadığı incelenir, bakılacak yeri bellidir ve sistem başına maksimum 2 gezegende hayat olabilir, aynı sistem içindeki diğer gezegenler orada hayat olabilmesi için güneşlerine ya fazla yakın (sıcak) ya da fazla uzak (soğuk) ya da gaz gezegeni (asit yağmurları, yaşama uygunsuz derecede atmosfer) olacaktır.

    Güneşin çevresinin 4.4 milyon km olmasının veya bir jumbo jetin de onun etrafında 229 günde dolaşabileceği yine konu ile alakasızdır çünkü burada konuştuğumuz şey teknolojimizin çok gelişmiş olduğu ve hemen hemen Destiny benzeri bir gemiye sahip olma hayalidir, hatta Startrekdeki atılgan gibi.

    Teknolojimiz bunlar kadar ilerledi ise ve hayat olan gezegenler etrafına uydu bırakabildiysek ya uzay gemimiz bir hayatla karşılaşacak ya da uydularımız bunu tespit edecektir.

    Şimdi siz zaten en baştan tek bir tane gemi ile galaksi araştırması hayal ediyorsanız, bu olacak iş değildir, insan ömrü de yetmez, geminin kaynakları da. Nitekim Star Gate dizi veya filmlerinde de birden fazla Atılgan modeli var ve sadece bir tek gemi Galakside dolaşmıyordu.

    Bri güneşin büyüklüğü karşısında radar çalışmaz, radyasyon var, güneşin devasa büyüklüğü karşısında iki geminin tespiti komik derecede küçük ihtimal demişsiniz.

    İnanın günümüz teknolojisi ile bile güneşin önünden geçen cisimler tespit edilebiliyor hem de radarla madarla değil, üstelik bir çok cismin keşfi de tam da güneşin önünden geçerken olmuştur, hem de tam da şu andaki mevcut teknolojik durumumuzda, biraz araştırırsanız görürsünüz, Bunun çekilmiş fotoğrafları bile var.

  17. Öncelikle şunu söyleyeyim, Cosmosdan tutun, Morgan Freemanın sunduğu, uzayla ilgili ne kadar belgesel varsa izledim, bu nedenle uzayın büyüklüğü hakkında bilgim var. Sizin verdiğiniz örneği de şu şekilde ben anlamamışım o kısmı doğrudur, ilk konunun Star Trek ile ilgili olduğunu hiç anlamadım ama zaten benim verdiğim örnekleme de Stargate Universe üzerindendi.

    Zaten mevcut teknolojilerle konuyu anlatmaya çalışmanın hiç faydası yoktur, çünkü bırakın evreni dolaşmayı, kendi galaksimizde gezmeyi, daha kendi güneş sistemimizde insanlı yolculuk yapamıyoruz.

    Benim verdiğim örnek de şu zaman için fantastik bir örnekti, yani Stargate Universedeki gibi bir teknoloji hayal ettim, DESTINY gibi bir gemiyi var kabul ederek örnekleme yaptım, olayı gerçek fizik kuralları çerçevesinde incelersek zaten öyle bir gemi imkansız, orada ışık üstü hızlarda yolculuk yapan gemilerden söz ediliyordu, mevcut bilgiler zaten maddenin o hızda hareket edemeyeceği ya da ışık hızında bile gitse zaten dışarıdan bakan biri o gemiyi artık ne gemi olarak radarında algılayabilir ne de gözle görebilir.

    AMA benim burada anlatmaya çalıştığım şu, eğer bir gün kendi galaksimizde dolaşabilecek hızda bir gemiye sahip olursak, verdiğiniz örnekteki gibi trilyonlarca gemiye ihtiyacımız yoktur. Siz o sayıyı tüm evren için verdiniz sanırım, ben sadece Samanyolu için konuşuyorum,

    ”Gerçekte Güneş Sistemi, içinde bulunan önemli cisimler göz önüne alnıdığında) çok daha küçüktür ve dolayısıyla bu sayı 125 trilyondan çok daha büyüktür.” şeklinde bir cümleniz var ve ben bunu okuyunca tüm evreni değil Samanyolundan bahsettiğinizi anlıyorum.

    ”Samanyolu’nun içine 125 trilyon tane Güneş Sistemi’ni sığdırabilirsiniz.” ”Yani Samanyolu’nda iki geminin tesadüfen karşılaşması olasılığı Güneş Sistemi’nde karşılaşmaları olasılığından 125 trilyon kere daha küçüktür.” demişsiniz ama Samanyoluna kaç güneş sistemi sığdığı önemli değil, gerçekte kaç tane güneş sistemi olduğuna bakılır, bu sistemlerin de hangilerinde yaşam olabileceğine bakılır. 125 trilyon sayısı bir anda günümüz verilerine göre 3500’e iner.

    Benim okuduğum, izlediğim belgesellerde, internetteki kaynaklarda hep Samanyolunda 100 milyar civarı yıldız olduğu söyleniyor. 100 milyar küsur yıldızın olduğu bir yerde zaten potansiyel olarak 100 milyar yıldızın da sisteminde yaşam olduğunu hiç kimse öngörmez, bildiğiniz gibi yıldızların yörüngesinde dolaşan gezegenlere bakılır ve tam ismini unuttum ama şimdi altın kuşak olarak adlandıracağım bir bölge vardır, yani başka yıldızlara bakarken o yıldızın altın kuşağına bakılır ve gezegen olup olmadığı tespit edilmeye çalışılır, gezegen varsa ışık spektrumu incelenir ve daha o gezegene gitmeden atmosfer bilgisi, hayata uygun olup olmadığı, gezegen ısısı vb bilgiler elde edilir, eğer hafızam beni yanıltmıyorsa şu an eldeki sayı 3500 civarıdır, eğer hafızam beni yanıltıyorsa o sayı 350’dir, yani şu an elimizde Destiny gibi bir gemi olsa (Stargate Universe) gidip bakılacak trilyonlarca seçenek yok, sadece 350 yıldızın olduğu güneş sistemlerine gidilecektir.

    Şimdi bu durumda ne oldu, 125 trilyonda bir dediğiniz sayı bir anda 350’ye indi.

    Kafa kafaya uzay gemilerinin gelmesi durumu yaşanırsa zaten bunlardan birinde yaşanacaktır, benim en başta anlatmak istediğim buydu, yoksa tüm galaksiyi ezbere dolaşan bir gemi, sadece boşlukta gezer, hiç bir faydası olmaz. 350 güneş sisteminden birinde zaten akıllı yaşam varsa ve teknolojik olarak da gelişmişlerse, iki uzay gemisi kafa kafaya gelebilir ama gelmeden önce bunun bir sistematiği olacaktır, hiç bir gelişmiş uygarlık, ezbere, gördüğü geminin yanına gitmez, dost mu düşman mı bilmeden, silahlı bir gemi mi değil mi anlamadan, o sahneleri, uzayda gittiğimiz her gezegende hayat bulsak bile göremeyiz, bu mantıkla hiç bir zaman iki gemi kafa kafaya gelmez, gelemez, Ancak yine Stargate Universe’den örnek vereceğim, içinde hayat olmayan otomatik bir sistemle hareket eden gemiler vardı, bunlar hangi güneş sistemine giderseniz gidin, sayıları da yüzlerce olduğu için bizim gemimizle kafa kafaya gelmekten hatta bombaları bittiğinde kamikaze gibi gelip bizim gemimize saldırmaktan çekinmez.

    • Öncelikle şunu söyleyeyim. Sözünü ettiğiniz 3500 sayısının neyi gösterdiğini tam olarak anlayamadım.

      Gezegenli yıldızların sayısı mı? Ki eğer öyleyse, emin olun gezegenli yıldızların sayısı bundan milyonlarca kat daha fazladır. Hemen hemen her yıldızın bir gezegen sistemi olduğu düşünülüyor. 3500 şu an tespit ettiğimiz gezegenlerin sayısı olabilir ancak…

      Benim tahminime göre (kafadan atmıyorum, okuduklarıma dayanarak) hemen hemen her yıldızın en az 5 civarında gezegeni vardır. Çünkü yıldız oluşumu evrende çok tekrarlanan sıradan bir olay, tıpkı galaksi oluşumu gibi… ve yıldızlar (tıpkı galaksiler gibi) birbirlerine aşırı derecede benziyorlar. Yani yıldız oluşumu bakımından evren sıradan bir yer. Benzer şekilde, yeni kanıtlar ve birtakım bilimsel ilkeler göz önüne alındığında gezegen oluşumunun da evrende oldukça sıradan bir olay olmasını bekleyebiliriz. Bu durumda hemen hemen her yıldızın bir gezegen sistemi olmalı.

      O halde Samanyolu’nda yıldız sayısının beş katı kadar gezegen olduğunu tahmin edebiliriz.

      Bir çok belgeselde Samanyolu’ndaki yıldız sayısı kabaca 100 milyar olarak verilse de bu sayı henüz bilinmemektedir. Bir çok astronom yıldız sayısının bundan fazla olduğunu düşünmekte… Yani bunun on ila yüz katı kadar yıldız var Samanyolu’nda. Küçük ve parlak olmayan bir çok yıldızın görünmediği sanılıyor.

      O halde Samanyolu’nda 250 milyar × 5 = 1 trilyon civarında gezegen olduğunu tahmin edebiliriz.

      Ancak, tartışmamızın bağlamında gezegen sayısı da önemli değil. Çünkü Stargate tipi bir gemi, gezegenlerle ilgilenmeyecektir, onun ilgilendiği yıldızlar olacak… Herhangi bir yıldızdan yakıt alabilir, hatta mümkünse ıssız, hayat bulunmayan gezegenleri tercih edecektir; herhangi bir karışıklığa yer vermemek için tabi…

      Biz yine klasik Drake Denklemi’ne dönersek, daha önce yapılan hesaplar, Drake Denklemi’nin çok kötü bir tahminci olduğu ortaya çıkmıştır. Denklemin parametreleri iyimsel alındığında elde edilen sayı ile kötümser alındığında elde edilen sayılar arasında büyük mertebe farkları var, öyle ki bu denklemden elde edilen sayılar tamamen anlamsız hale geliyor. Bu konuda bir yazı için, bkz.

      https://haberinvarmitasduvar.wordpress.com/2012/10/19/evrende-yalniz-miyiz/

      Ama ben sizi yazıyı okuma zahmetinden kurtarayım ve Drake Denklemi’nin iyimser sonucu Samanyolu için N = 182 Milyon iletişim kurulabilecek uygarlık sayısı verirken, kötümser sonuç N = 8 x 10-20 (sekiz çarpı on üzeri eksi yirmi) gibi komik bir sonuç veriyor. Yani bu kötümser sonuca göre, sadece Samanyolu’nda değil, muhtemelen bütün evrende hiç bir yaşam yok. Hatta bu sonuca göre, kentilyonlarca boş evren içinden sadece bizim evrenimizde yaşam var…

      Görüldüğü gibi Drake Denklemi şimdilik anlamlı bir sonuç üretemiyor.

      O halde Drake Denklemine dayalı herhangi bir tahmin şu an için anlamlı olmayacaktır ki öyle ya da böyle evrende yaşamın varlığıyla ilgili bütün tartışmalar, Drake Denklemi’ne ya da onun bir türevine dayanır.

      Fakat, yukarıda paylaştığım yazıda da anlatıldığı gibi, Drake Denkleminin hem parametreleri yetersizdir, hem de parametrelerin değeri bilinmemektedir. (Yaklaşık bir değer bile verilemiyor.)

      O halde, bizim bu tartışmayı Drake Denklemi’ne dayandırmamız anlamsız olacaktır. (İtiraz ettiğinizi duyar gibi oluyorum, “ben Drake Denklemi’nden bahsetmedim ki!” diye… Ama dediğim gibi, evrendeki yaşam konusundaki bütün tahminler aşağı yukarı Drake benzeri bir denkleme dayanmak zorundadır.)

      Demek ki bu 3500 ya da 350 sayısı anlamlı değil. Buna dayalı bir tartışma anlamsız olacaktır.

      Zaten az önce de gördüğümüz gibi Stargate tipi gemiler gezegenlere değil yıldızlara odaklanırlar.

      Bahsettiğiniz gibi olduğunu farz edelim, yani evrende 3500 tane aktif uğrak yeri ya da istasyon olsun. Bu istasyonlar noktasal olmayacaklar… aşırı büyük olacaklar. Örnek vereyim, iki geminin tesadüfen AYNI ANDA bizim Güneş’imize uğradığını düşünelim. (Düşünün, milyarlarca yıllık bir zaman periyodunda, tam aynı zaman diliminde aynı yerde bulunmaları gerekecek…) Sizce birbirlerinden haberleri olur muydu? Güneşin ne kadar muazazm büyük bir nesne olduğunu düşünün. (Ne kadar çok belgesel izlerseniz izleyin, yine de evrendeki cisimlerin, uzaklıkların ve sayıların büyüklüğünü yine de kavrayamazsınız, beyniniz sürekli sizi yanıltır, sürekli boyutları küçültür, bu bilgi başka türlü anlamsızdır onun için…)

      Sadece şunu söyleyeyim, Güneş’in çevresi 4,4 milyon kilometredir. Yani Güneş’in çevresi yaklaşık bir buçuk milyon kilometredir. Bir Jumbo Jet’in hiç durmadan giderse Güneş’in çevresini 229 günde kat eder. Büyüklüğü düşünebildiniz mi?

      Bir de Güneş’in yüzey alanının büyüklüğünü düşünün… Bunca büyük alanda minicik, mikrop kadar iki geminin karşılaşması ve onca Güneş ışığı ve radyasyonu altında birbirini radarla tespit etmesi yine komik denecek derecede düşük bir olasılıktır.

  18. Şimdi uzay gemilerinden bahsedip insan gözünün nasıl algıladığı, beynin nasıl çalıştığının, 400 metreden itibaren 3 boyutlu algımızın kapanmasının bir önemi yoktur, uzay gemileri elbette çok gelişmiş radarlara sahip olacak, hatta belki kendi içinde çok gelişmiş teleskoplar bile bulundurabilecekler ve gidecekleri bölgenin fotoğraflarını çekebileceklerdir, yine aynı şekilde mor ötesi ve kızıl ötesi dalga boylarında fotoğraf çekme özellikleri de, galakside dolaşacak bir gemi için olmazsa olmaz bir durumdur.

    Galakside dolaşmak için uzay gemilerimizde ne tür enerjiler, ne tür motorlar kullanırız şu an bilmiyoruz fakat, mevcut durumda güneş sistemi içerisinde bulunan tüm gezegenlere, en uzaktaki Plutona kadar, bir uydu yolladığımızda, bunlar ezbere bir hız ve yörüngede gidemezler, gezegenlerin çekim kuvvetleri kullanılır, bu da Plutona kadar giderken her gezegene uğramak demektir, çünkü bu doğrultuda bir yolculuk için sınırsız bir güç kaynağımız yoktur ve gezegenlerin çekim kuvvetlerinden yararlanılır. Bu yöntemi kullanarak da bize doğru gelen başka bir akıllı varlığın uydusu ya da gemisi ile karşılaşma olasılığı çok çok çok fazladır.

    Stargate Universe dizisinde bile o muhteşem gemi, belli dönemlerde enerji depolamak için belli yapıdaki güneşlere gidip enerji topluyordu, zaten uzay gemilerinin karşı karşıya gelmesi de genelde Hyper Space’den çıkıp enerji toplamak için bir güneşe ya da yenilebilir enerji kaynakları bulmak için diğer gezegenlerin rotasına girildiğinde ortaya çıkıyordu. Bu şartlar altında iki geminin, bize TV ekranlarında gösterildiği gibi arada 100-200 metre varmış gibi karşılaşması elbette olmaz ama kesinlikle birbirlerini radarlarında tespit edecekleri ve belki de saldırmak ya da incelemek adına kafa kafaya gelip birbirlerine yaklaşacakları durumlar olabilir.

    Elbette FTL ve Hyper Space’de iken böyle iki geminin karşılaşma olasılığı yoktur, fakat yukarıda yazdığım durumlarda, Evrende yalnız olmadığımız ve tüm Galaksiyi dolaşabildiğimizi de varsaydığımız durumda, yiyecek, içecek ve geminin ihtiyaçları için enerji aradığımız durumlarda karşılaşma olasılıkları hiç de öyle trilyonda birler filan değildir. Yeterki biz galaksi çapında gidecek bir gemiye sahip olalım ve yeterki kendi galaksimiz içinde bizden başka daha bir çok gelişmiş varlıklar olsun, zaten galaksi içinde yolculuk yapacaksak, yaşam olması muhtemel, uygun atmosferli yerlere gideceğimiz için, bizim kadar gelişmiş ya da daha fazla gelişmiş birilerine rastlama olasılığımız oldukça fazla olacaktır.

    • Demek yazı tam anlaşılmamış. Burada daha çok Star Trek dizisindeki “tesadüfi” karşılaşmalar ele alınmıştı.

      Radar ve telespok meselesine gelince: Yazdıklarınızdan evrenin ne kadar muazzam derecede büyük olduğunu tam olarak kavrayamadığınız sonucuna varıyorum. Beynin uzayı (mekanı) algılamadaki yetersizliğinden de bu yüzden bahsettim. Beynimiz, uzayı nispeten KÜÇÜK bir yer olarak algılamak ZORUNDADIR. Milyonlarca yıl sadece bunun için evrimleşmiştir çünkü…

      Siz de bu yorumu yazarken, beyninizin sizi yanılttığını bile fark etmeden uzayın BÜYÜKLÜGÜ konusunda yanılıyorsunuz. Benim hesabım çok kaba bir hesaptı ve aslında Güneş Sistemi’ni olduğundan çok çok daha büyük kabul etmiştim. (1 ışık yılı, çok abartılı bir tahmindir. Gerçekte Güneş Sistemi, içinde bulunan önemli cisimler göz önüne alnıdığında) çok daha küçüktür ve dolayısıyla bu sayı 125 trilyondan çok daha büyüktür.

      Güneş Sistemi’nde ve Samanyolu’nda ne denli ÇOK yıldız ve GEZEGEN olduğunu anlamakta da güçlük çekiyorsunuz, çünkü bu durum beynimizin hepimize oynadığı bir oyundur, evreni küçülterek algılar, çünkü büyük mesafeler ve büyük sayılar konusunda yetersizdir. Bu aptallıktan değil, evrimden ve söz konusu mesafelerin GERÇEKTEN muazzamlığından kaynaklanıyor.

      Samanyolu’nda hesap ettiğimizden çok çok daha fazla yıldız var bunların arasındaki mesafeler de MUAZZAM. Dikkat ettiyseniz bazı sözcükleri büyük yazıyorum, bu sizi küçümsediğimden falan değil, yanlış anlaşılmasın, büyük yazıyorum çünkü büyük yazdığım sözcükler gerçekten de MUAZZAM büyüklüklere tekabül ediyor.

      Bütün bunları anlatırken bir şeyi unutuyoruz, o da ZAMAN boyutu diye bir şeyin olması. Sanki evreni öyle algılıyoruz ki evrendeki bütün varlıklar aynı zaman dilimini yaşıyorlarmış gibi… Oysa uygarlıklar arasında bin yıl fark olması bile onları birbirinden çok çok uzağa (zamanda tabi) koyar. Yani siz uzay çağını yaşarken öteki taş devrinde olacaktır. Ki biliyoruz ki uygarlıklar arasında genellikle MİLYONLARCA yıl bulunacaktır.

      Velhasılı kelam, uzay sadece mekan olarak değil, zaman olarak da çok büyük ve birbirinden çok uzaktır. Rotaların kesişmesini beklemeyin. Aynı gemi aynı yerden geçecek hem de aynı zamanda!!! Üstelik bunu birbiriyle karışlacak şekilde yapacak? Böyle bir şey olamaz.

      Bunun olabilmesi için katrilyonlarca geminin Samanyolu’nda cirit atması lazımdır. Öyle olsaydı çoktan Dünya’ya da bir tanesi gelirdi. (RAMA’YLA KARŞILAŞMA kitabındaki gibi bir durum yaşanabilirdi.)

      Radar meselesine gelince; bilmem ışığın TERS KARE yasasından haberiniz var mı? Bir gemi boyutlarındaki bir ışık kaynağı evren içinde kısa sayılabilecek bir mesafede söner gider. Kaynağın uzaktan görünebilmesi için yıldız mertebesinde parlak olması gerekir. Düşünün ki biz URANÜS’ü gözle göremiyoruz, oysa burnumuzun dibinde sayılır, öyle değil mi?

      Uzaktan algılanabilen ışık sadece çok kuvvetli bir iletişim lazeri olabilirdi… O da ince bir çizgi şeklinde olacağından uzaklardaki bir gemiyi tesadüfen yakalaması yine aynı derecede imkansızdır. İletişim lazerlerinin çalışabilmesi için gemilerin koordinatlarının bilinmesi gerekir ki bunun için de gemiyle önceden iletişimin kurulması gerekir. Çelişki!!!

      Üzgünüm ama bilim-kurgu film ve dizilerinde elini sallasan ellisi şeklindeki bir bolluğu gerçek hayatta beklememeliyiz.

      Böyle olması elbette benim de hoşuma giderdi, ama bu bir hayaldir.

      Uzayzamanın devasa büyüklüğü hakkında ne kadar kafa yorarsanız yorun onu anlayamazsınız, çünkü beynimiz bir dürbünün tersi gibi, daima bize onu küçülterek gösterecektir.

      Yorum için teşekkürler bu arada. Düşünen ve eleştiren insanları her zaman takdir etmişimdir.

      • Güzel bir örnek vardı aklımda, yazmayı unutmuşum… Size evrenin büyüklüğü, yıldızlar arasındaki mesafenin ne derecede fazla olduğunu çok güzel anlatacaktır.

        Bildiğimiz gibi galaksiler zaman zaman çarpışıyor, yani bu evrende çok gözlenen hatta sıradan denebilecek bir olgu. Samanyolu da geçmişte bazı çarpışmalar (galaksiler arası etkileşimler) yaşamış ve halen de yaşıyor.

        Örneğin, 2 milyar yıl sonra (yanlış hatırlamıyorsam) Andromeda ile Samanyolu çarpışacak. Hem de bir kaç kez, sonrasında da birbiriyle kaşnaşacaklar.

        Bunu anlatmamın nedeni şu: İki galaksi çarpıştığında hiç bir yıldız birbirine dokunmuyor bile… Düşünebiliyor musunuz bunu? Kavrayabiliyor musunuz?

        Kavramanız imkansız, sadece bilebilirsiniz, hesap edebilirsini, ama kavrayamazsınız. Yani devasa iki galaksi çarpışıyorlar, birbirleriyle etkileşiyorlar, ama hiç bir yıldız birbirine dokunamıyor bile… Çünkü yıldızlar arasında muazzam boşluklar var.

        İki galaksi hayalet gibi birbirinin içinde geçip gidiyor, sadece yerçekiminin etkisiyle birbirlerinin şeklini bozuyorlar, birbirlerinin yıldızlarını rüzgarda dağılan saman çöpleri gibi savuruyorlar, ama iki yıldız asla çarpışacak kadar yakınlaşamıyor.

        Bu örnek üzerinde biraz daha düşünmenizi tavsiye ederim. İki galaksi çarpıştığında bile yıldızların rotası çakışmıyorsa, gemilerin rotası nasıl çakışacak???

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin