Dünyanın en izole yerlerinden biri olan Paskalya Adası, uçsuz bucaksız Pasifik Okyanusu’nda, en yakın kara parçasına (Şili) iki bin mil kadar uzaklıktaki bir konumda öylece bekliyor. Adanın her karışında insanlığın geleceğine dair karanlık bir uyarı var. Adanın coğrafyası, daha önce hiç rastlamadığınız bir kanalda uyku tutmadığı zaman seyrettiğiniz ve gerçek mi yoksa bulanık ruh hâlinizin bir ürünü mü olduğundan tam olarak emin olamadığınız bir doğa belgeselinden çıkmış gibi. Yalnızca geniş kanatlı göçmen kuşların okyanusun üzerinde uçarken durup dinleneceği türden bir ıssızlığa sahip. Oysa burası bir zamanlar ormanlarla kaplı, cennetten bir köşeydi.
Paskalya Adası, bugün moai ismi verilen (Rapa Nui yerlilerinin dilinde heykel anlamına gelir) kafa heykelleri ile biliniyor. Volkanik kayalardan yapılan bu heykeller, bazılarına göre tanrılaştırılan ataların ruhlarını temsil ediyordu. Polinezya yerlilerinin inançlarına göre tahtadan ya da taştan yapılan cansız bir objeyi gerekli şekillerde süsler ve gerekli ritüellerden geçirirseniz, o obje mistik güçler tarafından dönüştürülür ve mana adı verilen bir kuvvet biriktirmeye başlar. Dolayısıyla bu devasa heykellerin yalnızca ataları temsil etmenin yanında, toprağa bereket getirmesi için tapınılan putlar olduğu da düşünülebilir. Bu dev kafa heykellerinin, sırtları okyanusa dönük yüzleri ise kabilerin yerleştiği bölgeyi görecek şekilde konumlandırılması söz konusu düşünceyi güçlendiriyor.
Moai heykelleri, neredeyse karikatüristik bir sessizliğin içinde (fakat duyulmayacak türden tok bir ses dalgası yayar gibi) öylece bekliyorlar. Sanki adaya bu sesi algılayacak türden bir cihaz getirilse, sesin taşıdığı işmarı gören insanlar kapıldıkları dehşet yüzünden çıldıracak, moai heykellerinin kayıtsız bakışları altında birbirini katledip yaklaşmakta olan kötü kaderden kurtulmaya çalışacak. Cesetler zaman içinde yok olurken, moai heykellerinin en heybetlisi taştan dudaklarını kıpırdatıp, “Artık yalnızca biz varız,” diyecek ve heykeller çözünüp tekrar ait oldukları biçime, yani kayalara dönüşecek.
Bu heykeller, 13. ve 16. yüzyıllar arasında adada büyüyüp gelişen zengin bir medeniyetin eseri. Heykellerin en büyüğü on metreyi buluyor. Neredeyse üç katlı bir apartman kadar büyük. Heykeller, gelişmiş bir kültürün göstergesi olan detaylı bir işçiliğe sahip. Bu denli büyük heykelleri yapmak için fazlaca kaynak gerekir, bu kaynakları çıkarmak için de bir taş ocağına ve bu taş ocağının nasıl işleneceği bilgisine sahip olmak şart. Tüm bunlar Paskalya Adası’nda yaşayan yerlilerin âdeta Sineklerin Tanrısı romanından çıkma vahşiler olmadığını, aksine gayet de aklı başında, medeni, ne yaptığını bilen insanlar olduğunu gösteriyor. Yani en azından, neyi niçin yaptığını…
Moai heykellerinin çoğu Rano Raraku ismi verilen bir volkanik kraterdeki taş ocağından çıkarılan malzemeyle yapılıyordu. Bu taş ocağının etrafında bulunan tamamlanmamış heykellerden anladığımız kadarıyla, moai önce Rano Raraku civarında oymacılar tarafından işleniyor, sonra da adanın çeşitli bölgelerine taşınıp kaidelerine oturtuluyordu. Fakat nasıl? Bu hâlâ tam anlamıyla çözülebilmiş değil, fakat yüksek ihtimalle, aklınıza gelen ilk yöntemi kullanarak, yani heykelleri ağaç kütüklerinin üstünde taşıyarak…
Bu heykeller adadaki dini yaşantının merkezi miydi, yoksa yalnızca bir uzantısı mıydı bu da henüz kesinleştirilmiş değil. Fakat Paskalya Adası’ndaki tek heykel işçiliği örneğinin bu kafa heykelleri olmadığı biliniyor. Rapa Nui yerlileri, moai kavakava ismi verilen ve daha küçük tahta heykelcikler de yapmıştı örneğin. Bu heykelcikler ya da figürler, bildiğimiz o taştan moailere kıyasla çok daha küçük, zayıf hatta açlıktan kırılırmış gibi kederli bir görüntüye sahip. Bu heykelcikleri, Rapa Nui yerlilerinin medeniyeti çöküşe geçerken yapmaya başladığı düşünülüyor. Bu yüzden o taştan moailerin heybetine kıyasla, moai kavakavalar küçük ve çarpık diyebileceğimiz bir görünüme sahip. Belki de açlıktan kırılan ataların ruhlarını ya da şeytanları temsil ediyorlardı.
Paskalya Adası’nda yapılan polen analizlerine bakarak adadaki medeniyetin ne zaman başlayıp ne zaman çöküşe geçtiğini aşağı yukarı tespit etmek mümkün. Polen analizlerine göre adanın neredeyse tamamı 1200’lü yıllara kadar ormanlarla kaplıydı. Fakat ağaç polenlerinin 1650’li yıllara doğru ortadan kaybolduğu görülüyor… Moai heykellerini diken Rapa Nui yerlilerinin adaya gelişi de 1200’lü yılları buluyor. Ada âdeta cennetten bir köşe gibiydi. Ormanlarla ve aşırı verimli topraklarla kaplıydı. Adaya yerleşen binlerce insan yer açmak için ormanları hızla yakmaya ve kesmeye başladı.
Bu insanların temel geçim kaynağı balıkçılıktı. Nitekim bugün Paskalya Adası’nda yaşayan insanlar hâlâ balıkçılıkla yaygın şekilde uğraşıyor (marketlerde satılan gıdalar adaya ulaşımın zorluğundan dolayı da oldukça pahalıdır). Dolayısıyla yer açmanın yanı sıra balıkçılık yapabilecekleri kanoların üretimi için de ağaç kesmeye başladılar. Adanın ve okyanusun sunduğu nimetlerle giderek zengin ve müreffeh bir topluma dönüştüler. İşte, bu dönemlerde belki de sahip oldukları güzelliklere karşı bir minnet göstergesi, belki atalarını onurlandırmak, belki topraktaki bereketin sürmesi (ya da hepsinin bir karışımı) için moai heykellerini dikmeye başladılar. Âdeta bir post-rock albüm kapağından çıkmış gibi görünen bu heykeller, kayalardaki sonsuz uykularından uyandırılmış, kayıtsız gözlerle yaklaşmakta olan felaketi seyrediyor fakat ağızlarını kıpırdatamadıkları için yerlileri uyaramıyor gibi…
Yaklaşmakta olan felaket, durdurulamaz bir kıtlıktı. Üstelik bu kıtlık bir rüzgâr ya da tahmin edilemez iklim değişiklikleri gibi kendiliğinden gelen bir felaket de değildi. Rapa Nui yerlileri, ilerideki talihsizliklerini âdeta kendileri yaratıyordu. Daha fazla kano yapmak için daha fazla ağaç kesiyorlardı, böylece okyanusa daha kapsamlı seferler düzenleyip daha fazla balıkla geri dönebileceklerini düşünüyorlardı. Fakat kestikleri ağaçların yerine yenilerini koyamıyorlardı. Bir kanoyu yapmak birkaç hafta sürüyorsa, bir ağacın büyümesi belki de on yılları buluyordu. Dolayısıyla bir zamanlar ormanlarla kaplı olan ada, hızlıca ağaçsızlaşmaya başladı. Rapa Nui yerlileri balıkçılığa ek olarak tarım da yapıyordu, tarım arazisi için yine ormanlar kesiliyordu. Biraz önce moailerin ağaç kütükleri üzerinde sürüklenerek taşınması ihtimalinden bahsetmiştik Öyleyse, sırf bu heykellerin yapımında ve taşınmasında bile oldukça büyük sayıda ağaç kesilmiş olmalı. Tüm bunlara ek olarak, Rapa Nuiler’in adaya getirdiği bir fare cinsi de ormansızlaşmada büyük bir katkıya sahip olabilir.
Ormanların büyük oranda yok olduğu sırada, adada tek tük de olsa ağaç kümecikleri kalmıştı fakat bunlar oldukça bodur bir cinsti, yani kano yapımında kullanılmak için gerekli özelliklere sahip değildi. Bununla birlikte topraktaki verimi sağlayacak doğal sistem de ortadan kalkmıştı. Rapa Nui medeniyeti bu noktadan sonra hızlıca çöküşe geçti. Durdurulamaz bir çöküştü bu. Adadan kaçamıyorlardı çünkü kat etmeleri gereken devasa mesafeler vardı ve bu mesafeleri kat etmelerini sağlayacak büyüklükteki kanoları yapacak ağaç da hâliyle kalmamıştı. Bu sebepten dolayı yeni kanolar yapamıyor ve yeterince balık tutamıyorlardı. Yeterince tarım da yapamıyorlardı çünkü toprak verimsizdi. Rapa Nuiler âdeta kendi yarattıkları cehenneme esirdi. İşte belki de bu yıllarda moai kavakavaların yapımına başlandı ve belki de bu noktada adadaki sosyal (ve dini) hayat büyük bir değişime, başka bir deyişle yıkıma uğradı.
Ada hızla kalabalıklaşıyordu fakat kaynaklar artık tükenme noktasına gelmişti. Tapındıkları putlara onlara yardım etmeleri için yakarmaya başladılar, fakat moai heykelleri sonsuz bir kayıtsızlıkla yakarışları cevapsız bıraktı. Belki dayanılmaz bir hınç ve öfke yüzünden, belki de kabileler arasında çıkan ritüelistik savaşlar nedeniyle moai heykellerinin bir kısmı tahrip oldu, bir kısmı devrildi… Bir kısmı ise depremler yüzünden kendiliğinden devrilmiş olabilir ama anlaşılan moailerin önemi o kadar azalmış ki, kimse devrilenleri kaldırıp da yerine tekrar dikme zahmetine katlanmamış. Adadaki kaynakların tükenme noktasına gelmesi, ancak aynı ölçüde nüfusun da hızla artmasıyla tarif edilmez bir sefalet ve hatta yamyamlık başlamış olabilir.
Kuş Adam kültü, bize adanın o dönemindeki yaşamına dair bir ipucu sağlıyor. Belki de Kuş Adam kültü, moailer’in kayıtsızlığıyla karşılaşan halkın artık taşa hapsettikleri tanrılarından (ve onların getirdiği manadan) umudunu kesip, yaşayan kahramanlara (ve tanrılara) yöneldiği bir dönemde ortaya çıktı. Bu tapınıma göre, her sene düzenlenen ritüelistik bir yarışmanın kazananı o sene kabilesine büyük şan ve aynı zamanda yiyecek toplama hakkı getiriyordu. Rano Kau dağının denize bakan yamaçlarına kurulmuş, Orongo ismi verilen taştan yapılarla dolu kutsal bir köyde toplanan yarışmacılar, uçurumdan aşağı atlıyor ve biraz ötedeki Motu Nui adasına yüzüyordu. Pek çoğu uçurumdan atlarken boynunu kırıyor, ölümcül vücut darbeleri alıyor ya da köpekbalıklarına yem oluyordu. Bu korkunç süreci atlatıp Motu Nui’ye kadar ulaşanlar yılın ilk sumru yumurtasını kapıp (yumurtaya hiçbir zarar vermeden) geri getirmeye çalışıyordu. Bu Kuş Adam tapınımı belki de adadaki kısıtlı kaynakların vahşete başvurulmadan paylaşılması konusundaki umutsuz ve iç karartıcı bir sosyal tepkinin resmini çiziyordu.
Gelgelelim, şimdiye kadar anlattığımız tüm bu olaylar aslında Jared Diamond’un Ekokırım Teorisi (Ecocide Theory) bakış açısında düzenlenmiştir. Jared Diamond’a göre adadaki o gelişmiş kültürün çöküşü bizzat etraflarındaki tabiatı geri dönüşsüz biçimde tahrip etmelerinden kaynaklanıyordu. Fakat bu teoriye karşı çıkan pek çok isim var. Bu teoriye karşı çıkanlara göre adadaki çöküş aslında Avrupalılarla olan temasla başlamıştı. Avrupalılar’ın getirdiği hastalıklar ada ahalisini kırıp geçirmişti, sonrasında gelen köle avcıları da ada nüfusuna bir hayli eziyet etmişti. Nitekim adanın Avrupalılarla olan temaslardan önceki ahalisinin kemikleri üzerinde yapılan incelemelerde öyle yamyamlığa ya da ritüelistik savaşlara işaret eden pek bir yaralanma izi de bulunmamıştı.
Örneğin 1722 yılında adayı 5 Nisan 1722’de (Paskalya gününe denk geliyor, ada Paskalya ismini böyle aldı) adayı ziyaret eden Hollandalı kaptan Jacob Roggeveen, orada aşağı yukarı 2000-3000 civarında insanın yaşadığını ve adanın tamamının ekilip biçildiğini, toprağın da verimli olduğunu yazıyor. Üstelik çarpıcı kafa heykellerinden de bahsetmeyi ihmal etmiyor. Daha önce bahsettiğimiz polen analizlerine göre adadaki büyük ağaçlar 60 yıl önce artık ortadan kalkmıştı fakat 1720’li dolaylarında adada hâlâ tarım toplumu olduğuna göre, bu medeniyetin çöküşü öyle bir parmak şıklatmasıyla gerçekleşmemiş…
1774 yılında adayı ziyaret eden James Cook ve ekibi, adayı oldukça “sefil” bir durumda buldu. Kaptan Cook’un tahminlerine göre adada 700 kişi yaşıyordu. Kaptan Cook, denize açılamayacak durumda dört kano görmüştü. Adanın bazı kısımlarında muz, şeker kamışı ve tatlı patates ekilmişti. Diğer kısımlar ise önceden ekilip sonradan terk edilmiş gibi görünüyordu. 1722’de, Hollandalılar adayı ziyaret ettiği zaman yerliler bu yabancıları silahlarına davranmadan karşılamıştı fakat bu sefer 1774’teki ziyarette, yerliler Kaptan Cook ve ekibini ucuna obsidyen takılmış mızraklarla donanmış hâlde karşılamıştı.
Anlaşılan 18. yüzyılın sonlarına doğru bahsedilen çöküş gerçekleşiyor. Fakat elbette ki tek bir gecede değil, zamana yayılarak. İnsanlar ise kazanın içinde azar azar pişerken hissizleşen bir kurbağanın kayıtsızlığıyla etraflarında giderek yığılan felaketi görmeden yaşamaya devam ediyor. Öylesine gelişmiş bir toplumda elbette yaklaşan felaketi görebilecek ve etrafındakileri uyarabilecek kadar zeki insanlar yetişmiştir. Fakat anlaşılan bu insanların sözlerine kimse kulak asmamış hatta belki de onlarla alay etmişlerdir. Bugün Paskalya Adası’nın taşıdığı karanlık mesaj işte budur. Dikkatli olmalıyız. Felaket yanı başımızda büyüyor ve biz onu görmeden, başka sıkıntılara odaklanmış hâlde yaşıyoruz. Bir gün gelip de o son öldürücü darbeyi vurduğu an artık çok geç olacak…
Dünya gezegeni de, tıpkı Paskalya Adası gibi uçsuz bucaksız bir ıssızlığın ortasında, artık unutulmuş çağlar öncesinde yaşanan felaketler ile cehenneme dönüşen iki komşusunun arasında, öylece bekliyor. Gidecek hiçbir yerimiz yok. Buraya mahkumuz. Moai, sineklerin tanrısı değildi. Sessizliğin, kayıtsızlığın tanrısıydı. İnsanlar kendi yarattıkları yıkımın kalıntıları içinde çırpınır ve birbirini belki de et için katlederken onlar tıpkı müreffeh zamanlara takındıkları kayıtsızlıkla bu vahşeti seyretmişti. İşte insanlığı yıkacak son darbe geldiği zaman da âdeta moailer gibi yüceltip kaidelere yerleştirdiğimiz kavramların ne kadar önemsiz olduğunu anlayacağız. Onur, vicdan, haysiyet hepsi bir parça et için anlamsızlaşacak. Moailere saldıran Rapa Nuiler gibi kendi onurumuzu, vicdanımızı ve haysiyetimizi yerle bir edeceğiz.
Uçsuz bucaksız okyanusun ortasında gerçekleşen eko-kırım felaketi, aslında içten dışa doğru tutulan ve daha büyük bir manzarayı resmeden bir ayna olabilir mi? Buradan ne anlamalıyız? Son zamanlarda “daha az insan, daha az beslenme, daha az tüketim,” sesleri bütün dünyada yükselmeye başladı. Peki niçin? Daha az tarım yaparak etrafımızı saran ekolojik felaketi durdurabilir miyiz? Daha az et yiyerek bu felaketi engelleyebilir miyiz? İnternette, yediğimiz her bir hamburgerin dünyanın çöküşüne bir basamak daha eklediğine dair gönderiler dolaşıyor. Bu elbette, “daha az tüketime doğru teşvik” için yapılan gönderilerden yalnızca birine örnek. Peki, burada bir tutarsızlık yok mu?
Tarımı azaltmak, et tüketimini durdurmak vesaire… Bunlar neye yarayacak? Şu an dünyada sayısı milyarlarla ifade edilebilecek kadar çok sayıda insan açlık sıkıntısı çekerken mi tarımı azaltacağız? Bunca insan açlık çekiyorken tarım (endüstriyel tarım) artık ekolojiyi tüketecek seviyeye ulaşmışsa, bu denklemden anlıyoruz ki birileri bizim yerimize de misliyle tüketiyor. Bize et yememenin faydalarından bahsederken, hatta et tüketimini affedilmez bir günah gibi yansıtırken, bize haftada bir duş almayı öğütlerken, her türlü tüketimimizi minimale indirmeyi, yaşadığımız ve nefes aldığımız için kendimizden utanmamız gerektiğini durmaksızın gözümüze sokarken, bize asla ürememesi ve yok olması gereken canlılar olduğumuzu aleni ya da üstü kapalı şekilde aşılarken, dünyanın geri kalanında bizden aldıklarını misliyle harcayanları görmezden gelmemizi mi istiyorlar?
Birileri sizin yaşayamadığınız hayatı misliyle yaşıyor, birileri yaşayamadığınız hayatınızı mahvediyor ve faturasını yine size kesiyor. Zaten ömründe belki de tek bir güzel gün görmemiş bir insana, “et yeme, duş alma, dişlerini fırçalarken suyu kapatmayı ihmal etme,” gibi öğütlerde bulunmanın nesi akıl kârı? Sıradan bir insan ömrü boyunca elini yüzünü yıkamasa bile, onun sağlayacağı tasarufu değil tek bir gün, tek bir saat içinde hiç edecek onlarca fabrika yok mu? Eğer etrafımızı saran felaket yalnızca bir felaket olsaydı ,o zaman Paskalya Adası’nın bize yolladığı karanlık uyarıya uyabilir, kendimizi ve tüm alışkanlıklarımızı tanzimleyebilirdik. Fakat gerçekleşen şeylerin tamamı bizim (en azından çoğumuzun) iradesinin dışında gerçekleşiyor ve olan kalan irademiz de ani duygu patlamalarına sebebiyet verecek türden akımlar ile köreltiliyor. Belki de Paskalya Adası’nı çöküşe götüren toplumsal süreç de hemen hemen günümüz distopyasının çok daha ilkel bir versiyonuydu…
Hazırlayan: Tuğrul Sultanzade