İnsan tarih boyunca üretimde bulunmuştur. Demiri ehlileştirerek silahlar, toplar dökerek fetihler yapmıştır. Bitkileri çözümlemiş, yaralarına merhem etmiştir. Gökyüzüne bakarak evrende yerini aramış, doğaya bakarak dünyada kendini tanımlamaya çalışmıştır. Yalnızlığını gelişen hayal gücüyle kuşatmış ve ortaya imgeler, ideler çıkarmıştır. Somutun sıradanlığı karşısında cazibeli hayaller inşa etmiştir. Görüldüğü üzere üretiminin odağında hep değişen şartlara uyumlu olarak kendini tanımlama ihtiyacı vardır. Çünkü, insanın ürettiği meta mutlaka kendine benzer. Bir de anlatma ihtiyacı vardır kuşkusuz. Mağarada çizdiği resimden tuvale çizdiği resme kadar tüm çabası, ölümün karşısında yaşadığı makus tekerrür zincirini kırarak ölümsüzlük kazanmaktır. Arzusu, yaşadıklarından ve gördüklerinden öğrendiği ne varsa genetik mirasının haricinde gelecek nesillere aktarmaktır. Bu sebeple anlatmaya başlamıştır.
Anlatıcılık bilindiği üzere destanlarla başlar. Yazma serüveni ise Sümerlere kadar dayanır. Antik Mısır topraklarında kağıdın atası ortaya çıkar, yani papirüs. Gerçi kullanım amacı tamamen maddi kayıtları tutmak olsa da, hikaye anlatımında değişimin habercisidir. Zira dilden dile dolaşan hikayelerin çağında, “söz uçar, yazı kalır” deyişinin temelleri atılmaktadır. Papirüs bilgiyi aktarır aktarmasına, ama bir eksiği vardır: Hassas ve narindir. Çünkü kolayca tahrip olan bu kağıt, yapısı nedeniyle düzenli bakıma ve yenilenmeye muhtaçtır. Keza bunun en bariz örneğini Makedonyalı İskender‘in kurdurduğu ünlü İskenderiye Kütüphanesi‘nde görürüz. Bilinen dünyanın dört bir yanından özenle toplanan ve bir araya getirilen birçok eşsiz parşömen, görevliler nezaretinde mütemadiyen yenilenmektedir. Fakat Roma’nın Barbar İstilaları sebebiyle gücünü yitirmesi ile birlikte ihmal edilen kütüphanedeki parşömenler yangınlar ve ihmallerle yok olmaya yüz tutar. Böylece ortaya önemli bir ihtiyaç çıkar, artık yeni bir yöntem gerekmektedir.
Bu soruna çözüm Çin’de bulunur. M.Ö. 105’te Ts’ai Lun adında bir saray görevlisi, ağaç kabukları, bez parçaları ve diğer lifli malzemeleri özlü ve yumuşak bir hamur haline gelinceye kadar dövüp, elde ettiği hamuru geniş bir tekne içinde suyla karıştırarak ilk mekanik odun hamurunu elde eder. Daha sonra gözenekli bir kalıbı, hamurun içine daldırılıp yukarıya kaldırıldığında, su gözeneklerden süzülerek aşağıya akar ve kalıbın yüzeyinde lifli bir tabaka kalır. Netice olarak, bu tabaka kalıp üzerinden alınıp kurutulduğunda ve üzerinden el yapımı silindirlerle ilkel kalenderlemesinin ardından artık kullanıma hazırdır. Çin’in ardından tüm dünyaya yayılan kağıtla birlikte yazıcılık geleneği başlar böylece.
Kağıdın icadı soruna dair hatırı sayılır bir çözümdür, fakat yeterli olmaz. Elbette parşömene nazaran daha dayanıklıdır ama elle çoğaltma işlemi devam ettiği için halen sayılı üretim yapılabilmektedir. Bunun çözümü ise matbaanın icadıyla bulunur. Mısır’da M.S. 4. yüzyılda ağaç oyma kalıplarla baskı yapıldığı rivayet edilir. İlk öncü baskı makinesi ise 6. yüzyılın sonlarında Çin’de kullanıma başlanmıştır. Ardından Uygurlara ve Araplara geçer. Halife Osman kendisinden evvel kitap haline getirilen Kuran-ı Kerim’in çoğaltılması ve yönetimine bağlı valiliklere dağıtılması için emir verir. Böylece baskı yönteminin kullanımı Orta Doğu’ya ulaşır. Avrupa’ya da Araplar aracılığıyla intikal eder. Fakat halen yeterli değildir. Çünkü baskı kalitesi ve sayısı sınırlıdır. Avrupa’da bu yönde ilk gelişme Hollanda’da yaşanır. 1430 yılında Lourens Janszoon Coster tarafından tek tek harfler halinde baskı yapan makine geliştirilir. 1450 yılında modern matbaa icat edilir. Johannes Gutenberg ve ortağı Fust, Almanya’nın Mainz şehrinde metal harflerle basım tekniğini bulmuştur. Matbaaya uygulanan bu yöntem, özellikle İncil’in basımı ile birlikte Avrupa’nın kaderini değiştirir. Birçok otoriteye göre anlatıcılığın en büyük dönüm noktalarından biridir. Çünkü basılı yayınla birlikte bilgiye ulaşım kolaylaşmış, sahip olunan bilginin muhafazası da sağlanmıştır. Lakin sahiden de öyle midir?
İnteraktif Dünyayı Tanımak
Şimdi gelelim asıl konumuza. Giriş bölümünde yalnızca yazının ve kağıdın tarihini incelememize rağmen birçok diyara ve zaman dilimine yolculuk yaptık. Bu sürecin ne denli çetrefilli ve meşakkatli ilerlediğini görmek, günümüzde yaşadığımız olaylara dair yaklaşımlarımızı da şekillendirecektir. Örneğin, plaktan albüm dinlemek kimilerine göre bir zevk biçimidir. Çalan şarkının sesi daha doğal ve mest edecek şekilde duyulur. Fakat bozulma süreci o kadar kolay ve kısa zamanda gerçekleşir ki, çağın gereği olarak daha iyisinin bulunması gerekmiştir. Nostalji unsuru olarak bir köşede yer edinmesi, fakat öncül olarak yerini daha gelişmiş bir alternatife bırakması gerekmiştir. Hakeza ardından gelen kaset de aynı kaderi paylaşmıştır. Sinema yerini televizyona, televizyon kişisel istasyonlara ve kişiye göre şekillenen interaktif platformlara bırakmıştır. Merkezden birinin seçtiği filmi, belirli saatler içerisinde izlemek mihnetinden kurtulmuştur. Eminiz ki herkesin yaşadığı bir durumdur. Reklam arasında ne iş varsa yapılıp, izlenen dizi-film kaçırılmadan takip edilir. Fakat artık elimizin altındaki imkanlar hasebiyle istediğimiz vakit, istediğimiz yerde film izleyebilme imkanına sahibiz. Sinema ya da televizyon ölmedi ama alternatifleri ortaya çıktıkça plak gibi nostaljik bir keyif unsuru haline dönüştü. Bu noktada matbu eserler de aynı kadere paylaşmak durumunda şüphesiz.
Diğer yandan hareket noktamız matbu yayımcılık da teknik gelişmelerle koşut olarak ilerme kaydetmekte ve sürekli olarak değişmektedir. PDF, Epub gibi elektronik kitap formatlarını duymayanınız yoktur. PDF kelimesinin açılımı İngilizce “Portable Document Format“, yani taşınabilir belge biçimidir. Buradan hareketle ortaya çıkışına sebep olan motivasyon kendini belli eder. Kitapların görselleri işlenecek şekilde sanal ortama aktarılır. Böylece taşınması ve muhafaza edilmesi epeyce kolaylaştırılmış olur. Hatta bu kadarla da sınırlı kalmayarak, günlük hayatın içinde matbu eserlerin yerini tamamen alacağını bile söyleyebiliriz. Elbette matbu kitaplar varlığını sürdürmeye devam edecek, fakat plakla ve kasetle benzeri kaderi paylaşacağını öngörmek abartı sayılmaz. Peki, biz buna karşın ne yapacağız? PDF ile matbu eser ilişkisi plak ile MP3 formatındaki şarkıların ilişkisi gibi. Kimi eski kafalı nostalji meraklıları kağıdın dokusuna ya da plağın cızırtılarını arzu eder. Lakin binlerce kitabın kağıt üzerinde ve bir odada kapladığı alan ile PDF’in kapladığı alanı kıyasladığımızda ortaya çarpıcı bir gerçek çıkıyor. Bilginin erişimini kolaylaştırmak için ilerlemeyi sürdürmemiz gerekiyor. Ayrıca başka bir soru da akıllara geliyor ister istemez. Her yerde ve her konuda isteğimize bağlı şekillenen şeyleri arzuluyorsak, bu hızlı değişime uyumumuzu nasıl sağlayacağız? Aslına bakarsanız bunun cevabı tam da karşımızda duruyor.
Michel Foucalt, kapitalizmin konfor verdiğini ama özgürlüğümüzü bedel olarak elimizden aldığını söyler. Bunu ise rızamızı almak için bizleri koşullandırarak yapar. Noam Chomsky ise Rızanın İmalatı adlı kitabında, sistemin bireye dair uyguladığı propagandayı şöyle yorumlamıştır: “Kitle medyası, mesajları ve sembolleri sıradan insanlara ileten bir sistem olarak hizmet verir. Eğlendirmek, avutmak, bilgi vermek ve bireyleri toplumun bütününe eklemleyen değerleri, inançları ve davranış kodlarını aşılamak işlevleri arasındadır. Refahın belli ellerde toplandığı ve önemli sınıfsal çıkar çelişkilerinin bulunduğu bir dünyada, bu rolü yerine getirmek sistematik bir propagandayı gerektirir.” Netflix and Chill aslında basit bir slogandan öte, bir programlama dilinin tezahürüdür. Arkaik, arketipsel imge ve semboller üzerinden istenileni düşünen ve arzu edildiği şekilde yaşayan güruhlar devşirilir. Chomsky’ye göre böylece belirli bir hakim sınıfın tahakkümü muhafaza altına alınır. Yine aynı fikirden hareketle Kitlelerin Psikolojsi kitabını kaleme alan Gustav Le Bon ise rızanın imalatına dair, “Tekrar edilen şey nihayet fiillerimizin hareket saiklerinin hazırlandığı şuuraltının derin tabakalarına kadar iner, yerleşir. Birkaç zaman sonra tekrar edilen iddianın kimin tarafından ortaya atıldığını unutarak o tekrar olunan sözlere inanırız” der ve şunu ekler; “Dinleyenler üzerinde büyük bir tesir yapmış olan bazı nutukların metninde görülen zayıflık insanı şok eder, fakat unutulur ki, bu nutuklar filozoflar tarafından okunmak için değil, kalabalıkları harekete geçirmek için, onları sürüklemek için hazırlanmıştır.”
Görüldüğü üzere çağımızın arz-talep ilişkisi, tüketicinin üreticiyle iletişimini engelleyen duvarları elden geldiği ölçüde kaldırmakla şekilleniyor. Özgürlüğü elinden alınan insana, özgürlük ve tatmin için aslında var olması mümkün olmayan bir ülkü vaat ediliyor. Sanal gerçeklik teknolojisi ise bunun en büyük örneği. Edilgen olan izleyiciyi etken hale getirerek katılımını sağlamayı hedefleyen bu teknoloji, insanlığın gelişimine dair önemli bir ipucunu da içeriyor. Artık kimse uzun boylu anlatıları dinlemek, hayatı başkalarının gözünden yaşamak istemiyor. Zira bilinç uyarılmak için fiziksel şartların çetinliğinden uzakta, uyarımların daha belirgin olduğu bir dünyayı arzuluyor.Bu arzu ise üretilen ne varsa doğal olarak yansıyor.Nitekim Rus romancılarının soğuk kış gecelerinde okunması için bolca yer verdiği sıcak balo sahnelerinin yalnızca belirli bir zümrenin dışında insanlara da ulaşması; tatmin edilemeyen arzuların ortaya çıkarması muhtemel nevrozların önüne geçilmesi; hız çağında şartlara uygun şekilde yaşamın da kendini yenilemesi… Değerlerine ve emeğine yabancılaşan insanlar yalnızlıklarını unutmak ve mutlak mutluluğa ulaşmak için kendilerini feda ediyorlar. Buna binaen birçok detay da, bireysel değerine dair arayışında ona sunulan ve kullanımı için tasarlanan yapılar olarak takdim ediliyor.
İki dünya savaşı ortaya çıkardı aslında bu değişimi. Her şeye akılla ve rasyonel düşünceyle ulaşabileceğini düşünen insanlık, beklenenin aksine seyir alan olaylar karşısında kendi varlığını sorgulamaya başladı. Neden var olduğuna dair soruların temelinde bireysel olarak değerini arayışı görülmekteydi. Özsaygısı, özfarkındalığı ve kendini tanımladığı tüm değerler bir anda yıkılınca, yerine yeni bir şeyler koyma gereği duydu. Çünkü zenginlik ve güç vaat eden, geleceğe dair umutlu sözler söyleyen sistemlerin çürüyüşü yıkıntıların arasında bırakmıştı herkesi. Bu sebepten ortaya yeni fikirler ve hareketler çıktı. Dadaizm, sürrealizm, modernizm ve egzistansiyalizm yani varoluşçuluk gibi düşünce akımları yeni dünyanın anka kuşu gibi doğmasının yerine halihazırda bulunduğu durumu yorumlayarak dünyanın yeni bir döneme girdiğini haber verir. Joyce, Kafka, Proust, Dali, Tzara, Sartre, Camus ve Simone‘un fikirleri ikinci dünya savaşının yıkımının ardından yaşanan yıkımın ve gelen günlerin sözcüsü olmuştur. Doğunun mistisizmine oluşan eğilim de böyle açıklanabilir. Hermann Hesse gibi doğu menşeiili fikirleri aktaran yazarların eserleri Hippilerin tıpkı kolonyal metinlerden Doğu’yu tanıyan ataları gibi onları da belirsiz bir hayal olarak sardı. Fakat yaptıkları yolculuklar neticesinde gördükleri, hayal ettiklerinin yanında sönük kaldı. Çünkü eksikliğini hissettikleri ne varsa bir ütopya olarak inşa etmişler ve bunu arzu nesnesi haline getirmişlerdi. Lakin gerçeklik ile düşün oluşturduğu tezat yalnızca yıkımı daha da geniş bir alana yaymayı sağladı. Böylece postmodernizmin temel kavramlarından olan yabancılaşma ve gerçeklikten kaçış iyiden iyiye hızlanmaya başladı.
Günümüzde gerçeklikten kaçışın etkileri, üretici firmaların ve markaların bu kanalı pazar haline getirmelerinin önünü açtı. Sıkıcı işinden, monoton hayatından sıkılan sıradan bir insana aslında gerçekleşmesi mümkün olmayan düşler satarak hem gerçeklikle arasına set çekmesini, hem de temel üretim kurallarının dışında yeni bir üretim yoluyla para kazanmaya başlamasını sağladı. Tıpkı Chuck Palahniuk‘un Fight Club romanında olduğu gibi, bireyin içine düştüğü duruma karşı oluşan boşluk, sistemin kabuk değiştirmesiyle doldurmaya çalışıldı. Bu anlamda ortaya çıkan yeni üretim anlayışı, klasik üretim aşamalarının revize edilmesine sebep oldu. Bilindiği üzere, basit şekilde değinirsek, ham maddenin ürün haline getirilmesi ve bunun uygun pazarda satışa çıkarılmasıyla üretim gerçekleşir. Fakat hayal satmak sermayesinin; ham maddesi de pazarı da yeni bir alan, yani insan aklı. Burada esas nokta, kullanıcı olarak görülen insanlara verilen tatmin vaadi. Eskiden herkesin kendi eliyle, kendi çabasıyla alması gereken ne varsa elinin altında artık. Foucalt’un bahsettiği konformist anlayış tam da bu. Kapitalizmin sunumu öylesine güzel ki, ruhunu kaybettiğine inanan insanlığa yeni bir çıkış yolu sunuyor. Gerçekliğin kan revan içinde yıkılan binalarla dolu manzarasından Alice’in Harikalar Dünyası’na kaçırıyor. Muazzam bir imkan değil mi? Bu kaçışı da tıpkı tavşanı takip eden Alice gibi kendi gerçekliğini yani sanal gerçekliği yaratarak başarıyor.
Buna bir örnek Google‘ın yakın zamanda tanıttığı devrim niteliğinde oyun plaftormu Stadia. Stadia’nın en temel özelliği oyun konsollarına ihtiyacı ortadan kaldıracak yeni bir mecra olması ve doğrudan oyuncunun bulut denilen veri deposuna erişimini sağlaması. Böylece oyuncu aracı olmadan direkt olarak oyuna katılma, oyunlar arasında geçiş yapma gibi imkanlara sahip oluyor. Gözlüğünü takacaksın, gerekli ayarlamayı yapacaksın ve kendine ait bir dünyaya sahip olacaksın. Kendini tekrar eden, kendinden hastalıklı bir dünyadan renklerin boca edildiği bir diyara ulaşacaksın. Kafka‘nın içine gömüldüğü bir kasaba vardır. Şato‘ya asla ulaşamaz ve ister ki kendini bulsun. Modernizmin temel sorunu bahsi geçen kimlik sorunudur. Kimliğini yitiren bireyin arayışta olduğu değer kendisini tanımlayan değerlerdir. Kendisini, ailesini, ülkesini ve insanlığı… Sosyal medya ve sanal düzlemde yaratılan gerçeklikler yiten ya da değersizleşen kimlik algılarını köpük misali doldurmak için ortaya çıkarılan maskelerdir. Kendisiyle yüzleşemeyen ve kuyunun dibinde boğulan insana uzanan halattır. Ne kadar ironik değil mi? Aslına bakarsanız, denize düşen yılana sarılır sözünün zamansızlığını anlarız böylece. Çünkü, kaybolan insanı gölgeler arasında tutan, sermaye olmadan üreten ve tüketerek tükenen insanların dramından sebep Kafkaesk romanların bunca sevilip isminin anılması.
Tam bu noktada sormak gerekir; interaktif dünyada yaşamaya gerçekten hazır mıyız? Nietzsche’ye göre savaşların ardından küllerin altından yükselecek bir nesil vardı. Bu nesil üst insana varan köprüyü inşa edecek olandı. Ama kendisiyle dahi yüzleşemeyecek kadar tükenmiş insanın, kendisini aşmasını beklemek ne kadar makul? O görkemli Roma İmparatorluğu‘nu yıkan Barbar kavimlerin gürz ve topuzlarla gerçekleştirdiği istilalardı. Ta M.S. 1. Yüzyılda tarihinin en güçlü dönemini yaşarken beklenildiği üzere düşmeye, çözülmeye başlayan devletin yerini kaosa ve katliama bırakmıştı. Bugün yaşadığımız ise Kemal Sayar‘ın deyimiyle ikna, reklam ve vaadin baştan çıkarıcılığı vasıtasıyla içimize işleyen başka bir istila biçimi. Bilimkurgu eserlerinin çok fazla konu ettiği bir konudur zaten. Başka dünyalara giden, başka dünyalar ve olasılıklar yaratarak kendini arayan insanlar… Ama Ursula K. Le Guin okurken şunu görür insan: Nereye gidersen git, bulduğun yine sensin. Sen kendinle, kendi sorunlarını ve görmeye tahammül edemediğin yalanlarını taşırsın. Ne anlatırsa anlatsın, sanatın meramı budur. Tavşanın gözüne far tutmak. Hülasa, interaktif dünya tecrübelerin çeşitlendiği, engellerin aşıldığı ve imkanların oldukça geniş hale geldiği bir yaşam sunacak. Bu noktaya kadar kimsenin bir itirazı olacağını sanmıyorum. Ama aynayı kendine tutarak soruyu tekrar sormak gerekir; tatminsiz ve doyumsuz birine tüm o imkansızlık içinde sınırsız imkan(!) sunulursa ne olur? Cevabı sizlere kalmış…
Kaynakça:
- Papür Kağıtçılık
- Bilgi Hanem
- CHOMSKY, Noam, Medya Denetimi, Çev. Elif Baki, Everest Yayınları, Ekim 2016.
- Le Bon, Gustav, Kitlelerin Psikolojisi, Çev. Elif Konur, Say Sayınları, Şubat 2019.