Atalarımız kan hakkında pek az şey biliyordu. Kan hakkındaki en temel bilgiler bile (“Vücudun içindeyse iyidir, dışındaysa kötüdür; dışında çok fazla varsa çok kötüdür”) pek çok asır boyunca anlaşılamadı. Dolayısıyla da, atalarımız kanın ne olduğuna dair pek de bilimsel sayılamayacak birçok teori üretti, bu teoriler her devirde ve kültürde birbirinden çok farklı şekiller alabiliyordu. Söz gelimi, Shakespeare’in zamanındaki doktorlar kanın vücuttaki dört temel sıvıdan biri olduğunu düşünüyordu (diğerleri ise kara safra, sarı safra ve balgamdı). Hümorlar da denen ve tarihi Hipokrat’a kadar uzanan bu anlayışa ahlât-ı erbaa adı da verilmekteydi. Bu sıvıların insanın kişiliğini doğrudan etkilediğini, hastalıklara da bu sıvıların kirlenmesinin neden olduğunu düşünüyorlardı. Kan sıcak ve akışkandı, bunun da sıcak, iyimser bir mizacın kaynağı olduğu düşünülüyordu. Bu anlayışa göre birinin vücudunda ne kadar kan varsa, o kişi o kadar tutkulu, karizmatik ve fevri oluyordu. Ergenlik çağındaki gençlerde doğal olarak çok kan olduğu, benzer şekilde erkeklerin de kadınlardan daha fazla kan barındırdığı düşünülüyordu.
Hümorizm pek çok hatalı doktor tavsiyesine de yol açmıştı. Bunların en ünlüsü olan Bergamalı Galen, kan alma reçetelerini bu temele dayandırmıştı. “Şüphen varsa, akıt gitsin” şeklinde özetlenebilecek mantalitesiyle Galen, kanın baskın hümor olduğunu savunuyor ve kan almanın vücudun dengesini sağlamanın en iyi yolu olduğunu düşünüyordu. Kan alma, kanın vücut sıcaklığı ile olan bağlantısı nedeniyle de yüksek ateşi düşürmek için ilk başvurulan yöntemlerden biriydi. Kan alma, bir tedavi olarak popülerliğini 19. yüzyıla kadar sürdürse de 1628 yılında William Harvey‘in kan dolaşımını keşfetmesi ile modern hematolojinin temelleri atıldı. Harvey’in bu keşfinden kısa süre sonra kan transferi deneyleri başladı, ancak ilk başarılı transferin yapılması 1665 yılında İngiliz doktor Richard Lower‘a kısmet oldu. Lower, deneyini köpekler üzerinde gerçekleştirmişti. Deneyinin başarılı olmasıyla birlikte Jean-Baptiste Denis, hayvanlardan insanlara kan transferi yapmayı denedi; bu işleme xenotransfusion adı veriliyordu. İnsan deneklerin ölmesi neticesinde işlem sonradan yasaklandı.
İnsandan insana ilk başarılı kan transferi ise ancak 1818 yılında, İngiliz doğum mütehassısı James Blundell tarafından doğum sonrası kanamayı engellemek için yapıldı. Ne var ki başarısı kanıtlanmış bu örneğe rağmen, sonraki yıllar boyunca pek çok kan transferi hastası, gizemli bir şekilde ölmeye devam etti. Bu aşamada sahneye Avusturyalı doktor Karl Landsteiner çıktı. Landsteiner, 1901 yılında kan gruplarını sınıflandırma çalışmalarına başladı. Leonard Landois’nın, bir hayvanın kırmızı kan hücrelerinin bir başka hayvanınkiyle birleştirildiğinde çöküntüye uğradığını ortaya koyduğu çalışmalarının izinden giden Landsteiner, benzer bir durumun insan kanlarında da gerçekleşiyor olabileceğini düşündü; böylesi bir durum kan transferi işlemlerinin başarısının neden bu kadar rastlantısal göründüğünü de açıklayabilirdi. 1909 yılında A, B, AB ve 0 olarak bildiğimiz kan gruplarını sınıflandırmayı başardı ve bu çalışmalarıyla 1930 yılında Nobel Tıp Ödülü’ne layık görüldü.
Kanın inceliklerini anlamamız biraz uzun sürmüş olsa da, günümüzde bu yaşam sıvısının içeriğinde şunların olduğunu kesin olarak biliyoruz:
- Kırmızı kan hücreleri (alyuvarlar): Vücutta dolaşarak oksijen taşıyan ve karbondioksidi yok eden hücreler,
- Beyaz kan hücreleri (akyuvarlar): Vücudu enfeksiyonlara ve yabancı organizmalara karşı koruyan bağışıklık hücreleri.
- Trombositler: Kanın pıhtılaşmasını sağlayan hücreler.
- Plazma: Tuz ve enzimleri taşıyan sıvı.
Bu bileşenlerin her biri ayrı öneme sahip, ancak kan gruplarının farklılaşmasının asıl sorumlusu alyuvarlar. Bu hücrelerin dışında, hücre yüzeyini koruyan ve antijen adı verilen proteinler de bulunuyor. Belli antijenlerin varlığı veya yokluğu kan grubunu belirliyor. A grubu kanda yalnızca A antijenleri, B grubunda yalnızca B antijenleri, AB grubunda her ikisi bulunurken, 0 grubunda ikisi de bulunmuyor. Alyuvarlar ayrıca RhD proteini adı verilen bir başka antijen daha taşıyor. Bu antijen varsa kanın tipi pozitif, yoksa negatif kabul ediliyor. A, B ve RhD antijenlerinin kombinasyonları, bize alışık olduğumuz sekiz kan grubunu veriyor: A+, A-, B+, B-, AB+, AB-, O+ ve O-.
Kandaki antijen proteinlerinin hücrenin yaşamında üstlendikleri pek çok rol var, ancak burada asıl konumuz, bunların kandaki yabancı hücreleri tanımaya yardımcı olmaları. Antijenleri kan dolaşımındaki kimlik kartı veya pasaport gibi düşünebilirsiniz, bağışıklık sistemimiz de kapıdaki gardiyan olsun. Bağışıklık sistemi bir antijeni tanırsa, hücrenin geçişine izin verir. Antijeni tanımazsa vücudun savunma sistemini alarma geçirir ve istilacı hücreyi yok eder. Yani kendisi epey asabi bir gardiyan. Bağışıklık sistemimiz titiz çalışır, ne var ki pek zeki değildir. A grubu kana sahip birisine B grubu bir kan transferi gerçekleştirilirse, bağışıklık sistemi bu yeni kanı hayat kurtarıcı bir gereksinim olarak tanımaz. Yeni alyuvarları istilacı olarak görür ve onlara saldırır. İşte Landsteiner’ın keşfinden önce pek çok insanın kan transferinden sonra hasta düşmesinin veya ölmesinin ardında yatan sebep budur. 0 negatif kan grubunun “evrensel verici” olarak kabul edilmesinin nedeni de bu durumdur. Bu gruba ait kan hücrelerinde A, B veya RhD antijenleri hiç bulunmadığından, bağışıklık sistemleri bu hücreleri yabancı olarak görmez ve onları rahat bırakır.
Kan hakkında hâlâ bilmediğimiz pek çok şey var. Örneğin, neden insanların A ve B tipi antijenlere sahip olduğunu hâlâ bilmiyoruz. Bazı teorilere göre, bu antijenler insanlığın ortaya çıkışından beri karşılaştığı pek çok hastalığın neticesinde ortaya çıkmış olabilir. Tabii bu, kesin doğru olan bir cevap değil. Bu gibi soru işaretlerinin bıraktığı boşlukları bazı popüler şehir efsanelerinin ve sıkça sorulan başka soruların doldurması kaçınılmaz elbette. İşte bu sorulardan bazıları ve cevapları…
Kan grupları gerçekten de kişiliği etkiler mi?
Japonya’da ortaya çıkan kişilik teorisi, bahsettiğimiz hümorizm anlayışının bir reenkarnasyonu sayılabilir. Bu teoriye göre kan grupları insanların kişiliğini etkilemektedir; A grubu kana sahip kişiler nazik ve müşkülpesent, B grubu kana sahip kişiler ise iyimser ve bencil olurlar. Ne var ki 2003 yılında 180 kadın ve 180 erkek üzerinde yapılan bir araştırmada, kan grubuyla kişilik arasında bir bağlantı bulunamamıştır. Kısacası, bu teorinin Facebook anketleri dışında ciddi bir kullanım alanı yoktur.
Beslenmemizi kan grubumuza göre mi düzenlemeliyiz?
Bergamalı Galen’den bahsettiğimizi hatırlıyor musunuz? Kan alma yöntemi dışında hastalarına uyguladığı bir diğer tedavi de dengelenmesini düşündüğü hümora göre beslenme tavsiyesi vermekti. Örneğin şarap sıcak ve kuru bir içki olarak kabul ediliyor, bu yüzden de soğuk algınlığı tedavisinde kullanılıyordu. Yani kısacası, beslenmeyi kan grubuna göre düzenleme anlayışı da hümorizm teorisinden kalma bir görüş. Peter J. D’Adamo’nun ortaya attığı Kan Grubu Diyeti, insanın beslenmesini kan grubuna göre düzenlemesi gerektiğini savunur. A grubu kana sahip kişiler etten uzak durmalı ve tahıl, kuru baklagiller, meyve ve sebze ağırlıklı beslenmeliyken, B grubu kişilerse yeşil sebzeler, belli et türleri ve az yağlı süt ürünleri tüketmelidir. Ancak Toronto Üniversitesi’nde 1455 denek üzerinde yapılan bir çalışmada, bu teoriyi destekleyecek bulgulara rastlanmamıştır. Bu şekilde diyet yapan kişiler kilo vermiş ve daha sağlıklı hale gelmişse de, bu muhtemelen kan gruplarından çok dengeli beslenmiş olmalarının bir sonucudur.
Kan grupları ile bazı hastalıklar arasında bir ilişki var mıdır?
Bazı kan gruplarının belli hastalıklara yakalanma riskini arttırdığına dair kanıtlar var. Bir çalışma, 0 kan grubuna sahip kişilerin kalp krizi veya felç geçirme riskinin ortalamadan daha düşük, AB grubu kişilerinse ortalamadan daha yüksek olduğunu göstermektedir. Buna karşılık, 0 grubu kişilerde mide ülseri ve cilt kanserine yakalanma riski de daha yüksektir. Tabii bunlar kan grubunuz sayesinde bazı hastalıklara yakalanma riskiniz hiç yoktur demek değil. Beslenme düzeni ve spor alışkanlığı gibi pek çok faktörün insan sağlığı üzerinde kan grubundan çok daha net etkileri olduğu bilimsel olarak kanıtlanmıştır.
En çok bulunan kan grubu hangisidir?
Bu konuda dünya çapında yapılmış bir araştırmadan bahsetmek zor. Dünyada en çok 0+ kan grubuna sahip insan varken, en az AB- kan grubuna sahip kişi bulunur. Türkiye’de ise kan grubu oranları şu şekildedir:
A Rh(+) – % 37
0 Rh(+) – % 30
B Rh(+) – % 14
AB Rh(+) – % 7
A Rh(-) – % 5
0 Rh(-) – % 4
B Rh(-) – % 2
AB Rh(-) – % 1
Hayvanların kan grupları var mıdır?
Evet vardır, ancak insanlarınkinden farklıdır. Bu farklılık 17. yüzyıldaki hastaların şifayı hayvan kanında bulamamış olmalarının da sebebidir. Türler arasındaki kan grupları bazen bilim insanları tarafından aynı şekilde adlandırılsa da, açık bir şekilde farklıdır. Örneğin kedilerde de A ve B antijenleri bulunur, ancak bunlar insanlarda bulunun A ve B antijenlerinden farklıdır.
Xenotransfusion asırlar önce yasaklansa da, günümüzde farklı bir şekilde de olsa geri dönmeye yaklaşmıştır. Bilim insanları, genetik mühendislikle domuzlarda insana uygun kan hücreleri üretme çalışmalarına devam etmektedir. Kanla ilgili bir başka çalışma alanı da sentetik kandır. Başarı sağlanırsa kan yetmezliğine bağlı pek çok hastalığın çaresi bulunabilir, nadir kana sahip kişiler için bu bulunmaz bir nimet olacaktır.