yok olus-kitamet-post-apokaliptik

Kitlesel Yok Oluş Düşüncesinin Tarihi

4,54 milyar yıl yaşındaki gezegenimiz için belki de farkında bile olmadığı bir detayız ve belki bizler de zaten kendimizi, sonumuzu yaratma arzumuzun son birkaç yüzyıllık yükselişiyle fark etmişizdir.

Takvimler 2020’yi gösterdiğinde kendi yarattığımız odalarda ya da farklı boyutlardaki evlerde kapana kısıldığımız bir döneme girilmişti. Covid-19 tüm dünyayı etkilerken bizler evlerimizde internet akımlarına uymaya ve tariflerce yemeğe düşmüştük bile. Şimdi de iklim krizi ufukta belirirken, insanlığın en büyük derdi Instagram’a gelen yeni özellikler gibi görünüyor. Ya da bu kadar hızlı değişen bir dünyada, sanal yaşamlarda aktivistler ve bilim insanları dikkat çekebilmek adına sanat eserleri ve kültürle karşı karşıya gelmek ve protestolarını onların üstünden yapmak zorunda kalıyor. Çünkü protestolar bile popüler olmak zorunda. Geleceğimiz bu kadar belirsizken geleceğimizin belirsizliğini bile önce popüler yapmamız gereken zamanlardan geçiyoruz.

2020’de hayatımıza giren yeni koronavirüs kendi başına türün devamı için bir tehdit oluşturmasa da, çoğumuzda kaygı uyandırdı ve hatta insanın yok olma tartışmalarını da ateşledi. Türün sonu giderek daha az ürkütücü bir fantezi veya uzak bir spekülasyon gibi görünüyor. Artık her an yok olacağımız fikrine daha sıcağız. Kıyametin ateşi, bizlerin yok oluşa göz kırpmasıymış meğer ki. İster yapay hastalık olsun ister kötü niyetli yapay zekâ olsun, artık ölmenin birçok yolunu biliyoruz.

Peki insanlar, insan soyunun yok oluşunu ilk ne zaman düşünmeye başladı? Cevap: Şaşırtıcı bir şekilde yakın zamanda. Fikirler ilerledikçe, insan türünün yok olma fikri yeni bir şekilde zihinlerimizde yerini edindi. Birkaç yüzyıl öncesine kadar var olamazdı ve olamadı da zaten. İnsanların ömrü henüz şimdiki kadar uzun olmadığından yok olmayı da düşünmeye pek vakitleri yoktu. Düşünsenize, ilkel çağlarda her gün zaten bir gün daha yaşamak şaşırtıcı, keza modern çağlara kadar da bir nevi böyle. Aşı bulunana dek, sanayi devrimi bizlere el sallayarak hayatlarımıza girene dek uzun yaşamın sırrı gerçekten de sırdı. Elbette biz insanlar, konuşmaya ve hikâyeler anlatmaya başladığımızdan beri muhtemelen dünyanın sonuna dair kehanetlerde bulunuyorduk. Ancak modern insanın yok olma fikri, tarih boyunca ve farklı kültürlerde görülen, ateş başlarında anlatılan kıyamet (apokalip) geleneğinden kendini ayırmaktadır.

Eski mitolojilerde, insanların yok olduktan sonra fiziksel evrenin bağımsız enginliği içinde varlığını sürdürme fikrini bulamazsınız. Dünyanın sonunu tamamen anlamsız bir olay olarak da bulamazsınız. Değişmez bir şekilde bazı ahlaki anlamlara veya açıklayıcı derslere sahiptir. Anlam ve değer, manevi bir öbür dünyada, antropomorfik tanrılarda veya yaratılışın nihai bir şekilde yeniden doğuşunda yaşar. İnsanın anlam arzusu aslında sonunda bir yok oluş değil, başka bir başlangıç olduğunu söyler bizlere. İnsan hikâyeciliği der ki, insanlar yaşamlarında asla bir nokta koymaz, insanın hikâyesi sonsuz virgüllerden oluşur ve virgüllerden sonraki küsuratlar hep hikâyenin bir sonraki ayağıdır. İnsanlık tarihinde ancak çok yakın bir zamanda, Homo sapiens ve onun anlamlı bulduğu her şeyin sonsuza kadar yok olabileceğini insanlar fark etti. Ancak yakın zamanda insanlar, fiziksel evrenin biz olmadan – amaçsızca – varlığını sürdürebileceğini anladı. (Evrenin etrafımızda dönmemesi hepimizi şok etmedi mi?)

Ancak bu, insanların bugüne kadar yaptığı en önemli keşiflerden biriydi. İnsan her şeyin onun için yaratıldığı o ulvi hikâyelerden bir anda aslında evrenin içinde bir kum tanesi bile olmadığını fark etmeye başladı. Günlük yaşantımızda bile aynaya bakıp kendimizi görmek bir başkasına bakmaktan daha zor değil mi zaten? Çünkü kendimize bakmaya başladığımızda kusurlarımızı görüyoruz, zayıflıklarımızı, hatalarımızı, mükemmel olmadığımızı. Ama başkasının aynasında ya da gözlerinde kendimizi aradığımızda sadece görmek istediğimiz kadarını görebiliyoruz, onun bize göstermek istediği kadarını hem de.

O yüzden insanlığa dair olan bu keşif çok değerli. İnsan, evrenin kendisi için olmadığını kendine baktıkça fark etmeye başladı. Başkalarının hikâyeleri ve masallardan kendimizi yüceltmeyi bırakıp bizim bu dünya için ne olduğumuzu, bu dünyada ve evrendeki etkimizi düşünmeye başladık. Belki de en büyük başarılarımızdan biridir bu, kim bilir? Neden mi? Çünkü, ancak neyin tehlikede olduğunu tam olarak anladığımızda kendimizden gerçekten sorumlu olabiliriz. Ve insan olarak, kendi değerimizin tüm kaderinin fiziksel evrendeki varlığımıza dayanabileceğini fark ettiğimizde, nihayet bu gezegendeki eylemlerimiz ve kararlarımızda da neyin tehlikede olduğunu göğüslemeye başlayabiliriz. Bu, insanlığın hâlâ dersini öğrenmekte olduğu bir keşif- ne kadar hatalı ve titrek bir şekilde olursa olsun.

Böylesine önemli bir anlayış, bilim ve felsefede yüzyıllardır süren zahmetli araştırmalardan sonra geldi. İnsanlık tüm hikâyelerinden ve hâlâ yanlı olarak anlatılan bazı şeylerden sonra, en azından bilim ve felsefede olabildiğince yansız olmayı öğrenebildi. Bireyde insanların hâlâ kendilikleri örüntülü olsa da en azından bilimsel ve felsefi yaklaşımlarda olabildiğince şeffaf olmaya çabalıyoruz neyse ki. Gerçi bu farkındalık da yine kırılgan insan egomuzun, kendi yarattığımızı iddia ettiğimiz yapay zekânın yükselişiyle olması da manidar. İnsan sonsuz yaşamı bedeninde yaşayamayacağını anladıkça yok olabileceğinin korkusuyla daha sık sarsılmaya başlıyor artık.

İngiltere merkezli Cambridge Üniversitesi Varoluş Risk Araştırma Merkezi’nde Misafir Araştırma Üyesi olan Thomas Moynihan‘ın 2020 senesinde çıkan X-Risk adlı kitabında savunduğu gibi, varoluşsal tehditler konusundaki bu endişe, uzun bir entelektüel geçmişe sahip aslında. Bu geçmiş, insanlığın gelecekteki varlığını umursamamızın neden ve nasıl gerektiğini anlamak için de önemli. Moynihan kitabında, insanlığın yok olma fikrini ilk nasıl keşfettiğine dair karmaşık bir anlatıyı özenle örüyor. Konuyla ilgili tarihsel, edebi, felsefi ve teolojik bakış açılarından yararlanarak üç iddia ortaya atıyor ve buna yönelik bir zaman çizelgesine başvuruyor.

Aşağıdaki zaman çizelgesi, bu büyük ve devam eden dramanın en önemli kilometre taşlarından bazılarını yeniden ele alıyor.

MÖ Yaklaşık 75.000: Toba süpervolkanik patlaması gezegeni sarsıyor. Bazı kanıtlar, Homo sapiens’in neredeyse yok olmanın eşiğine geldiğini ima ediyor (ancak bilim insanları detaylar konusunda hemfikir değil). Aynı zamanda, ileri insan davranışı ve dili ortaya çıkıyor: Bu, teknolojiye dair tariflerin nesiller boyunca birikmeye başlamasıyla birlikte birikimli kültürü harekete geçiriyor. Devasa bir yolculuk başlıyor…

Faz 1 (Tarih Öncesi-1600): Yıkılmaz Değer

Moynihan’a göre, etik ile fizik arasında net bir ayrım olmadığı için fiziksel evrende etik değerlerin varlığına gerçek bir tehdit yoktur. Sadece değerlerin yok edilemezliği ve zihinler olmadan olası bir dünyayı düşünememe yeteneği vardır.

MÖ 400: Büyük felaketlerden ve yok olmuş dünyalardan bahsetseler bile, tüm eski filozoflar doğanın sonsuza kadar boşa harcanmış fırsatlar bırakmayacağına inanıyordu. Doğada kaybolan her şey sonunda zamanla geri dönecekti – türlerin, insanlığın ve değerin yok edilemezliği gibi.

MÖ 360: Platon, önceki insanlıkları yok eden felaketlerden bahsediyor, ancak bu sadece sonsuz döngüsel dönüşün bir parçası. Kalıcı yok olma düşünülemez.

MÖ 350: Aristoteles, değerli ve yararlı olan her şeyin çoktan keşfedildiğini savunuyor. Bilinen ve yararlı olabilecek her şey “çağların bilgeliğinde” bulunabilir. Daha önce kaydedilmemiş tehlikeler ve riskler, üzerine düşünmeyi engelliyor. İnsanlığın maddi koşulları kökten değişemez veya başarısız olamaz.

MÖ 50: Lucretius insanlığın “yok olduğunu” söylüyor, ancak aynı zamanda doğada hiçbir şeyin gerçekten yok olmadığını ve zamanın sonunda tüm kayıpları telafi ettiğini de savunuyor. Dünyamız ölebilir, ancak sonunda yeniden yaratılacaktır.

MS 1100: Gazali, olasılıkları daha önceki deneyime dayalı müsaitlik yerine mantıksal tutarlılıkları açısından konuşmanın yollarını geliştiriyor – daha önce hiç deneyimlenmeyen riskler üzerine tüm sonraki düşünceler için bu çok önemlidir.

1200: Hindu-Arap rakam sistemi Avrupa’ya tanıtılıyor, daha sonra bu tanışıklık büyük zaman dilimlerinin hesaplanmasına izin veriyor. Rakam sistemleri geçmişin ve geleceğin derinliği (sonsuzluğu değil) keşfinde belirleyici olacak.

1300: Müslüman ve Hristiyan filozoflar, Tanrı’nın dünyayı şu anda olduğundan farklı şekilde yaratmış olabileceği düşüncesinden hareketle mantıksal olasılığı icat ediyor. William of Ockham gibi ilahiyatçılar, insan zihni olmadan dünya üzerindeki olası ilk düşünce deneylerini yürütüyor. Yine de, Tanrı’nın böyle bir dünyayı asla yaratmayacağına inanıyorlar.

1350: Kara ölüm, Avrupa ve Kuzey Afrika’da 200 milyon civarı insanı öldürüyor. Avrupa nüfusunun yaklaşık %60’ı yok oluyor.

1564: Gerolamo Cardano, yeni mantıksal olasılık kavramlarını kullanarak olasılık bilimini başlatıyor.

Faz 2 (1600-1800): Kozmik Kaygısızlık

kozmik yalnizlik

Modern fizik, bizimkinin birçok gezegenden biri olduğunu ima ediyor, ancak evrenin genellikle insan benzeri canlılarla dolu olduğu varsayılıyor. Yok edilen her yerleşik gezegen için bir başkası büyüyor. Türler ölemez. Değerlerin yok edilemezliği devam ediyor. Varoluşsal risklerin bir farkındalığı yok.

1600’ler: Kopernik Devrimi ivme kazanıyor. Süpernovalar gözlemlendikten sonra, gezegenlerin ve yıldızların yok edilebileceğine dair artan kabuller mevcut. Ancak yıldızlardan türlere kadar var olan hiçbir şey kaybolamaz: Başka bir yerde yeniden büyüyecektir.

1680’ler: Robert Hooke ve Edmond Halley, Ortodoksluktan koparak büyük jeolojik felaketlerin neden olduğu tarih öncesi yok oluşlara dair fikri tartışıyor. Ancak bu tür varsayımlar hâlâ marjinal kalıyor.

1705: Kalkülüsün icadından sonra, doğanın uzun vadeli tahmini mümkün hâle geliyor. Halley, adıyla anılan kuyruklu yıldızının dönüşünü tahmin ediyor.

1721: Nüfus bilimi yayılıyor: İnsanlar Homo sapiens’i küresel bir bütün olarak düşünmeye başlıyor. Baron de Montesquieu, insanlığın kısırlık nedeniyle sona erebileceğini yazıyor.

1740’lar: Sibirya ve Amerika’da bulunan dev fosil kalıntılarının raporları doğa bilimcilerini ilgilendirmeye ve şaşırtmaya başlıyor. Bunlar yok olmuş canavarlar olabilir mi?

1750’ler: Doğal bir olasılık olarak insanın yok olma spekülasyonları ortaya çıkmaya başlıyor. Yine de birçok kişi, insanların Dünya’da basitçe yeniden evrimleşeceğine güveniyor.

1755: Lizbon Depremi Avrupa’yı sarıyor. Etkili jeolog Georges Buffon, tarih öncesi türlerin yok oluşlarını kabul ediyor ve biz yok olduktan sonra Dünya’yı kimin miras alacağını düşünüyor.

1758: Linnaeus, taksonomisine Homo cinsini ekliyor. Halley’in kuyruklu yıldızı geri dönerek tahminini doğruluyor.

1763: Thomas Bayes’in olasılık üzerine çığır açan çalışması yayımlanıyor ve herhangi bir denemeden önce olay olasılıkları hakkında düşünmek için kurallar sağlanıyor. Daha sonra emsalsiz riskler üzerine düşünmek için bu kurallar gerekli olacak.

1770’ler: Homo sapiens’in Dünya’ya özgü ve benzersiz olabileceği ve bu nedenle gezegenin özel koşullarına bağlı şekilde ortaya çıktığı fikri ilk kez dile getiriliyor. Baron d’Holbach, Dünya yok edilirse türümüzün geri dönülemez bir şekilde onunla birlikte yok olacağını yazıyor.

1773: Olasılık teorisi, küresel felaket riski sorunlarına uygulanıyor. Joseph Lalande, Dünya’ya yörüngemizi kesen bir kuyruklu yıldızın çarpma olasılığını hesaplıyor.

1778: Georges Buffon, gezegen yaşanabilirliğinin ilk deneysel hesaplamalarını sunuyor, sonunda Dünya’nın geri dönülemez bir şekilde yaşanmaz hâle geleceğini savunuyor.

1781: Aydınlanma felsefesi, Kant’ın ahlaki önyargılarımızla objektif teorilerimizi nasıl çarpıttığımız ve bozduğumuza dair eleştirisiyle doruğa ulaşıyor. Evrendeki değer miktarının sabit olduğu ve değerli şeylerin geri dönülemez bir şekilde yok edilemeyeceği fikrini sevebiliriz, ancak bu doğru olduğu anlamına gelmez.

1790’lar: Derin zaman ve tarih öncesi yok oluşlar bilimsel mutabakat olarak kabul edildi. Modern paleontoloji ve jeoloji doğdu. Tamamen insanlık dışı bir geçmiş ortaya konuluyor. Georges Cuvier, gezegenimizin tarih boyunca birçok felaketle sarsıldığını ve sayısız canlıyı yok ettiğini teorileştiriyor.

1796: İnsanın uzun vadeli potansiyelinin ilk kavramları, Condorcet’in çalışmalarında bir araya gelmeye başlıyor. Bu arada, Marquis de Sade gönüllü insan soyunun yok oluşunu savunan ilk kişi oluyor. Pierre-Simon Laplace, kuyruklu yıldız çarpmasının olasılığının düşük olduğunu ancak uzun zaman dilimlerinde ‘birikeceğini’ söylüyor. Ancak, medeniyetin yeniden ortaya çıkacağı konusunda güvenini koruyor.

1800: Yüzyılın sonuna kadar George Cuvier, 23 adet yok olmuş tarih öncesi tür tanımlıyor.

Faz 3 (1800-1950): Kozmik Yalnızlık

Tüm evrenin en üst düzeyde yaşanabilir veya yaşadığı fikrinin artan reddi yayılıyor. Kozmosun yaşam ve değere karşı düşmanca olduğu varsayılıyor. Birçok kişi insan yok oluşunu geri dönülemez ve olası olarak kabul ediyor – ancak henüz acil bir olasılık değil.

1805: Jean-Baptiste François Xavier Cousin De Grainville, “Son İnsan” üzerine ilk kurguyu yazıyor. Sonrasında ise kendini öldürüyor.

1810’lar: İnsan yok oluşu ilk kez popüler kültürde ve popüler kurguda bir konu hâline gelmeye başlıyor. İnsanlar bunu artık ahlaki bir trajedi olarak görüyor. Değer, evrende güvensiz görünmeye başlıyor, yok edilemez değil.

1812: Bilim insanları Mars-Jüpiter asteroid kuşağının parçalanmış bir gezegenin kalıntıları olduğunu savunuyor. Joseph-Louis Lagrange, tam olarak ne kadar patlayıcı kuvvetin gerekli olduğunu hesaplamaya çalışıyor.

1815: Tambora Yanardağı’nın patlaması Çin ve Avrupa’da kıtlığa neden oluyor ve Bengal’de kolera salgınına yol açıyor. Atmosferde biriken volkanik toz, güneşi neredeyse kapatıyor.

1826: Mary Shelley’nin eseri olan “Son İnsan”, insanlığın küresel bir pandemi nedeniyle yok olduğunu tasvir ediyor. İnsan ekosistemlerinin yok olmasından sonra insan dışı ekosistemlerin devam ettiği bir kıyamet senaryosunun ilk doğru tasviri: Sonumuz dünyanın sonu değil.

1830’lar: Astrofizik ve jeofizikte felaketleri açıklama olarak önermek itibar kaybediyor; evrenin istikrarlı ve dengeli bir sistem olduğu argümanı günün kazananı oluyor. Bu durum, geniş çaplı felaketlerin araştırılmasını bir asırdan fazla engelliyor.

1844: Thomas Malthus’un aşırı nüfus teorilerine tepki olarak Prens Vladimir Odoevsky, omnisid (insan eyleminin sonucu olarak ortaya çıkan insan yok oluşu) üzerine ilk spekülasyonu sunuyor. Nüfus patlaması ve uygarlığın çöküşünün kaynak kıtlığı ve nüfus patlamasına neden olduktan sonra türümüzün kendini intihara sürüklediğini hayal ediyor. Odoevsky, ayrıca insan ekonomisinin bu tür sonuçları önlemek için dünya dışına çıkma vizyonlarını da sunuyor.

Yaklaşık 1850: Büyük yansıtıcı teleskoplar derin uzayı çoğunlukla boş ve tamamen yabancı olarak ortaya koyuyor. Dünya’nın uzaydan sanatsal tasvirleri, kozmik yalnızlık duygusu uyandırmaya başlıyor.

1859: Darwin’in “Türlerin Kökeni” yayımlanıyor. Erken evrimsel teorideki ilerlemeci eğilimler, insan uyumuna ve kaçınılmaz iyileşmeye olan güveni besliyor. Yok olma korkuları yozlaşma korkularıyla gölgeleniyor.

1863: William King, Neander vadisinde bulunan fosil kalıntılarının yok olmuş bir Homo cinsine ait olduğunu öne sürüyor. “Neanderthal adamı”, tanınan ilk yok olmuş hominin türü oluyor.

1865: Rudolf Clausius, “entropi”yi adlandırıyor ve evrenin ısıl ölümünü teorileştiriyor. Henry Adams ve Oswald Spengler gibi yazarlar tarafından kasvetli vizyonlar uyandırmasına rağmen, acil olmaktan çok uzak görünüyor.

1890’lar: Rus kozmismi, Fedorov ve Tsiolkovsky’nin ilk yazılarıyla başlıyor ve yok olmanın risklerini netleştiriyor: İkisi de uzun vadeli hayatta kalmanın tek yolunun Dünya’dan ayrılmak olduğunu fark ediyor.

1895: Tsiolkovsky, güneş enerjisinin tam olarak kullanılmasını sağlayan ve güneş etrafına inşa edilmiş bir mega yapı olan Dyson küresini sunuyor. Uzun vadeli güvenliğini ve insan uygarlığının geleceğini daha da sağlamlaştırmak için Güneş Sistemi’nin büyük ölçekli yeniden yapılandırılmasını öneriyor.

1918: Birinci Dünya Savaşı, Winston Churchill dâhil birçok entelektüeli insanlığın kendi kendini yok etmesi (omnisid) üzerine düşünmeye sevk ediyor, ancak bu hâlâ uzak bir ihtimal. Fizikçiler, yaşam koşullarının ne kadar katı ve nadir olabileceğini fark etmeye başlıyor. Yine de, insansı varlıkların kaçınılmaz olarak yeniden evrimleşeceğine olan inanç yüksek.

Yaklaşık 1930: J.B.S. Haldane ve J.D. Bernal, uzun vadeli potansiyel, varoluşsal risk, uzay kolonizasyonu, astro-mühendislik, transhümanizm, biyolojik güçlendirme ve medeniyet tuzakları hakkındaki fikirlerin ilk tutarlı sentezini sunuyor. Haldane, medeniyet çökerse ve insanlık hayatta kalırsa, ileri bir medeniyetin yeniden evrimleşeceğinin garantisi olmadığını belirtiyor.

1937: Yazar Olaf Stapledon, bu fikirleri insanlığın kendi kendini yok etmesinin karşılaştırmalı bir çalışması olan “Star Maker” adlı ünlü eseriyle geniş kitlelere yayıyor.

Faz 4 (1950-Günümüz): Astronomik Değer

Nükleer silahlar, ilk kez yok olmayı politik bir mesele hâline getiriyor. Yok oluş, spekülatif bir olasılıktan baskıcı bir ihtimale doğru kayıyor. İnsan kaynaklı riskler ön plana çıkıyor. İnternetin ortaya çıkışı, önceden ayrışmış olan gruplara kritik bir kütle kazandırıyor. Sonunda, milenyum civarında X-riski (varoluşsal risk) hakkında analitik düşünmek için sıkı bir çerçeve geliştirilmeye başlanıyor.

1942: Edward Teller, nükleer fisyon bombasının Dünya’nın atmosferini tutuşturabileceğinden ve tüm yaşamı yok edebileceğinden korkuyor.

1945: Hiroşima ve Nagazaki. Atom bombası, zekânın kozmostaki yerini nasıl algıladığımızı değiştiriyor. Kaçınılmaz ilerleme inancına darbe indiriyor. Teknolojik zekâ, potansiyel olarak nadir ve hatta uyumsuz olarak görülmeye başlanıyor.

1950: Leó Szilárd, gezegeni yok edebilecek bir ‘kobalt bombası’nın fizibilitesini öne sürüyor. Enrico Fermi, modern bilimin en önemli bilmecesini, Fermi Paradoksu’nu ortaya koyuyor. Bilim insanlarının, geçmişte kitlesel yok oluşlara süpernovaların sebep olup olmadığını dair olan sorularıyla felaketçilik yeniden kendini göstermeye başlıyor.

1950‘ler: Yapay zekâ araştırmalarının modern alanı ciddiyetle başlıyor.

1960’lar: İlk SETI projeleri yalnızca uğursuz hissedilen bir sessizlikle karşılanıyor. Biyologlar, insansı canlıların diğer gezegenlerde evrimleşmesinin zorunlu olmadığını vurgulamaya başlıyor. Yunus araştırması, alternatif zekâ modelleri olduğunu düşündürüyor. Teknolojik uygarlık giderek bağımlı bir yapı hâline geliyor ve X-riski algılanan ciddiyeti artırıyor.

1962: Rachel Carson’ın “Sessiz Bahar” adlı kitabı, çevre felaketi konusunda alarm veriyor.

1965: I.J. Good, yapay zekânın kendini yineleyen bir şekilde geliştirebileceğini ve böylece bizi geride bırakarak kontrolden çıkan bir “zekâ patlaması” tetikleyebileceğini öne sürüyor. “Son buluşumuz” olacağını düşünüyor.

1960’ların sonları: Neo-Malthusçulukta aşırı nüfus korkuları yeniden kendini gösteriyor. Uzay kolonizasyonunun insanlığın gelişmesi ve hayatta kalması için tek uzun vadeli ve garanti çözüm olduğu yönünde artan tartışmalar ortaya çıkıyor. Buna bağlı olarak Freeman Dyson gibi bilim insanları, zekânın evrendeki yerini daha da güçlendirmek ve sağlamlaştırmak için bir yöntem olarak geniş ölçekli astro-mühendisliği öneriyor.

1969: İlk insan Ay’a ayak basıyor.

1973: Brandon Carter, Antropik İlkeyi ortaya koyuyor. Bundan yola çıkarak, kaç nesil insanın daha doğacağını tahmin etmek için Bayes olasılığını kullanan Kıyamet Argümanı’nı türetiyor.

1980’ler: Bayes yöntemleri istatistikte doğrulanıyor. Luis ve Walter Alvarez, bir asteroid veya kuyruklu yıldızın dinozorları öldürdüğüne dair bulgular bildiriyor. Bununla birlikte, felaketçilik doğrulanıyor: astronomik felaketler yer küresel yaşamı önemli ölçüde etkileyebilir veya tehdit edebilir.

1982: Jonathan Schell, nükleer tehdidi ve insanlığın tüm geleceğini engellemenin ahlaki önemini vurgulayan “Dünyanın Kaderi”ni kaleme alıyor.

1984: Derek Parfit, “Sebepler ve Kişiler”i yayımlıyor. Nüfus etiği, toplam insan yok oluşunun eşsiz ahlaki ciddiyetini açıklığa kavuşturuyor.

1986: Antarktika’da ozon tabakasında delik keşfedildikten bir yıl sonra, Eric Drexler “Yaratılış Motorları”nı yayımlayarak nanoteknolojiden X-risklerine değiniyor.

1989: Stephen Jay Gould, “Harika Hayat”ı yayımlayarak insansı zekânın evrimin kaçınılmaz sonucu olmadığını savunuyor. “Uzak Gelecek için Sorumluluk Gerekçesi”nde Hans Jonas, “uzak gelecek için yeni bir sorumluluk etiği” talep ediyor.

1990’lar: NASA, asteroitlerden ve Dünya’ya yakın nesnelerden gelen tehditleri izlemekle görevlendiriliyor. Bu görevlendirme; internet, transhümanizm, ekstropiyenizm, uzun vadeli düşünce vb. konularla ilgili farklı toplulukların bir araya gelmesine olanak tanıyor.

1996: John Leslie, “Dünyanın Sonu: İnsan Yok Oluşunun Bilimi ve Etiği”ni yayımlıyor. Bu, Carter’ın Kıyamet Günü Argümanı’nı titizlikle inceleyen çığır açan bir metin.

2000: Marvin Minsky, Riemann Hipotezini çözmekle görevlendirilen bir yapay zekânın, iş için kaynak sağlamak amacıyla bizleri ve Güneş Sistemi’ndeki tüm mevcut maddeleri ‘bilgisayar malzemesi’ne dönüştürerek insanlığı bilinçsizce yok edebileceğini öne sürüyor.

2002: Nick Bostrom “varoluşsal risk” terimini tanımlıyor.

2010’lar: Derin öğrenme patlama yaşıyor, bu gelişme yapay zekâ araştırmalarında ve geliştirmelerinde başka bir patlamaya da neden oluyor.

2012: Araştırmacılar, hem son derece ölümcül hem de son derece bulaşıcı olan H5N1 virüsünün yapay suşlarını geliştiriyor.

2013: CRISPR-Cas9 ilk kez genom düzenleme için kullanılıyor.

2018: Küresel ısınmanın 1,5°C’ye ulaşmasının yıkıcı etkisi hakkında IPCC özel raporu yayımlanıyor.

2020: Toby Ord, “Uçurum”u yayımlıyor. COVID-19 pandemisi, sistemik zayıflığı ve küresel risklere karşı hazırlıksızlığı gösteriyor.

Bu zaman çizelgesine bakınca, tüm insan tarihi bir film şeridi gibi gözümüzün önünden geçerken, insanın yok olabileceği fikrinin nispeten yeni sayılacağını daha rahat görebiliyoruz. Ne kadar da kısa bir sürede varlığımızın bir gün sonsuza kadar yok olabileceğini anlamaya başlamışız değil mi? Bu, insanlık tarihinde bir dönüm noktası. Artık sadece geleceğimizi değil, aynı zamanda varlığımızı da düşünmek zorundayız. Ve şimdiye kadarki düşünmediğimiz zamanların da hem sorumluluğunu almalı hem de kefaretini üstlenebilmeliyiz.

Bu kolay bir görev olmayacak. Büyük zorluklar ve belirsizlikler karşısında cesaret, yaratıcılık ve işbirliği gerektirecek. Sadece kendi türümüz için geçerli bir işbirliği de değil üstelik. Yok oluşa giden bu süreyi uzatmak istiyorsak doğayla da teknolojiyle de işbirliği yapmamız gerekecek. Bir gemiye atlayıp bu dünyadan kaçamayacağımız aşikar çünkü. Ya da ulvi bir gücün her şeyi yok etmeyeceği. Yok olan sadece insan olacak. Bu da ne yazık ki aslında insanlığın karşı karşıya olduğu en önemli zorluklardan biri. Sadece bizim yok olacak olmamız ve dünyanın yeniden var olabilecek olması insanın kendine attığı en büyük evrimsel kazık değil mi? E. M. Cioran, Çürümenin Kitabı eserinde, “Nerede tükettin ömrünü?” diyor. Bu soruyu aslında hem bireysel hem de tür anlamında kendimize sorup cevabını kucaklamayı öğrenirsek belki yok oluşumuzun da bir manası olabilir ya da geriye bir şeyler bırakabiliriz.

Kaynak: The Reader

Yazar: Ceren Demirkılınç

Ürün tasarımcısı. 10 yıldır yapay zekânın bilişsel gelişimi üzerine çalışmalar yapıyor. Teknoloji alanında çalışmayı, bilimsel gelişmeler üzerine düşünüp yazmayı seviyor. Robot hakları aktivisti. Çeşitli yerlerde öyküleri, kitap eleştirileri yayımlandı. Yaşamını kedileri ile seyahat ederek sürdürüyor.

İlginizi Çekebilir

posthumanizm

Posthümanizm ve Teknoloji: İnsan Sonrası Dünyanın Eşiğinde

Teknoloji ilerledikçe, insanın anlamı ve varoluşu da yeniden tanımlanıyor. Yapay zekâ, biyoteknoloji ve dijital gözetim …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin