marksizm ve bilimkurgu

Marksizm, Bilimkurgu ve Alternatif Dünyalar

Bilimkurgu, yalnızca uzay gemileri, robotlar ve zaman yolculuğundan ibaret değildir. Derinlemesine bakıldığında, her zaman toplumsal hayal gücümüzün bir yansıması olmuş, içinde yaşadığımız sistemleri eleştiren ve geleceğe dair alternatifler sunan bir edebi tür olarak varlığını sürdürmüştür. Peki, bu noktada Marksizm nerede devreye giriyor?

Istvan Csicsery-Ronay Jr.’ın Marksist Kuram ve Bilimkurgu başlıklı makalesi, tam da bu soruya yanıt arıyor. 20. yüzyılın sonlarından itibaren bilimkurgu eleştirisinin büyük ölçüde Marksist düşünceyle iç içe geçtiğini, birçok akademik çalışmanın doğrudan ya da dolaylı olarak bu perspektiften beslendiğini öne sürüyor. Feminizm, ırk eleştirisi, queer kuramı ve kültürel çalışmalar gibi disiplinlerin de Marksist kavramlardan nasıl yararlandığını ele alıyor.

Her ne kadar bilimkurgu yazarlarının ve eleştirmenlerinin çoğu kendilerini açıkça Marksist olarak tanımlamasa da, bilimkurgu ve ütopik edebiyatın sosyalist düşünceyle derin bağları olduğu aşikâr. Günün sonunda, bilimkurgu yalnızca geleceği hayal etmekle kalmaz; içinde yaşadığımız sistemin sınırlarını, çelişkilerini ve olası dönüşüm yollarını da gözler önüne serer. Bu açıdan bakıldığında, bilimkurgu ile Marksizm arasındaki ilişki yalnızca bir benzerlikten ibaret değil, ayrıca karşılıklı bir etkileşim alanı da. Bu makale tam da bu etkileşimin izini sürüyor.

Ütopya, Sosyalizm ve Bilimkurgu: Alternatif Geleceklerin İnşası

19. yüzyılın sonlarından itibaren ütopyacı sosyalist düşünce, bilimkurgu üzerinde büyük bir etki bıraktı. Özellikle kapitalizmin yarattığı toplumsal eşitsizlikler karşısında alternatif modeller üretmeye çalışan yazarlar, bilimkurguyu politik ve sosyal dönüşümleri hayal etmek için bir araç olarak kullandı. Edward Bellamy, Geriye Bakış (1888) adlı eserinde, kapitalizmin aşılmış olduğu, sosyal adaletin sağlandığı bir gelecek tasviri sundu. William Morris, Hiçbir Yerden Haberler (1890) adlı romanında, sanayi kapitalizminin karşısına doğaya daha uyumlu, kolektivist bir toplum modeli koydu.

Ütopyacı sosyalist düşüncenin bilimkurgu üzerindeki en büyük etkisi, H. G. Wells ile gerçekleşti. Modern Ütopya (1905), The World Set Free (1914) ve Tanrı İnsanlar (1923) gibi eserlerinde, bilimsel ilerlemeyi toplumun kolektif iyiliği için kullanan bir dünya düzenini hayal etti. Wells’in ütopyacı fikirleri, özellikle teknokrasi kavramı üzerinden şekilleniyordu. Yazılarında, bilim insanları ve mühendislerin yönetiminde rasyonel bir dünya devletinin kurulması gerektiğini savunuyordu. Bu düşünce, sosyalizmin bazı kollarıyla örtüşse de Marksist geleneğe mesafeli kaldı, çünkü teknokrasinin doğrudan halkın kontrolünde olmadığı bir sistem öneriyordu.

Ütopyanın Marksist Eleştirisi: Gerçek mi, Sadece Kontrollü Ütopya Deneyleri mi?

sovyet

Karl Marx ve Friedrich Engels, klasik anlamda ütopyacı sosyalizme mesafeli yaklaştı. Komünist Manifesto’da (1848) ütopyacı sosyalistleri, toplumun sorunlarını ekonomik ve sınıfsal ilişkiler üzerinden değil, iyi niyetli reform önerileriyle çözmeye çalışan naif düşünürler olarak tanımladılar. Marx’a göre ütopyalar, somut tarihsel süreçleri göz ardı eden belirsiz ve soyut tahayyüllerden ibaretti. Bu yüzden Marx, gelecekteki komünist toplumun ayrıntılarını çizmek yerine, sınıf mücadelesi ve diyalektik materyalizm yoluyla toplumsal dönüşümü anlamaya odaklandı. İlginçtir ki, Marksist ütopya eleştirisine rağmen, bilimkurgu tam da Marx’ın eleştirdiği türden alternatif gelecek tasavvurlarını üretmeye devam etti. 20. yüzyılda bilimkurgu, toplumsal değişimi ele alırken giderek daha fazla sınıf mücadelesi, kapitalizmin eleştirisi ve kolektif hareketlerin rolü gibi Marksist temalarla iç içe geçti. Özellikle Sovyetler Birliği’nde, erken dönem sosyalist bilimkurgu eserleri ütopyacı anlatılar üretmeye başladı.

Sovyetler Birliği, 1917 Devrimi’nin ardından bilimkurguya büyük bir önem atfetti. Devrimin ilk yıllarında, ütopyacı bilimkurgu eserleri, sosyalist toplumun nasıl şekilleneceğine dair spekülasyonlarla doluydu. Ancak Josef Stalin dönemine gelindiğinde, bu anlatılar devlet kontrolüne tabi tutuldu. Stalin’in “yakın hedefler doktrini” gereği, geleceğe dair uzun vadeli ütopyalar yerine, mevcut sosyalist gerçekliği yücelten anlatılar teşvik edildi. Bu yüzden, 1930’lardan itibaren Sovyet bilimkurgusu daha çok teknolojinin Sovyet halkına hizmet edişini anlatan kahramanlık hikâyelerine dönüştü. Fakat 1953’te Stalin’in ölümünden sonra, İvan Yefremov’un Andromeda Nebulası (1959) romanıyla birlikte bilimkurgu yeniden özgürleşmeye başladı. Strugatsky Kardeşler, Sovyet bilimkurgusuna eleştirel bir boyut kazandırarak devlet kontrolüne rağmen özgür düşüncenin izlerini sürdü.

Ütopya, Distopya ve Kapitalist Gerçeklik

Ütopya, tarih boyunca her zaman bir umut kaynağı olmuştur. Ancak ütopyalar genellikle kapitalist düzenin yarattığı eşitsizlikler karşısında bir eleştiri olarak ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte, kapitalist sistemin egemen olduğu Batı dünyasında ütopya kavramı giderek olumsuz bir anlam kazandı ve yerini distopyalara bıraktı. Özellikle Soğuk Savaş dönemi Amerikan bilimkurgusunda, ütopyacı gelecek tasavvurları genellikle komünizmle özdeşleştirildi ve bu da onları tehlikeli bir fikir hâline getirdi. George Orwell’in 1984 (1949) ve Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya (1932) gibi eserleri, gelecekte totaliter rejimlerin kaçınılmaz olacağını savunarak ütopyacı hayalleri tersine çevirdi.

1960’lardan itibaren ise sol eğilimli yazarlar ütopya kavramını yeniden canlandırdı. Ursula K. Le Guin’in Mülksüzler (1974) adlı eseri, anarşist bir ütopya yaratırken her ütopyanın kendi içsel çelişkileri olduğunu da gösterdi. Marge Piercy’nin Zamanın Kıyısındaki Kadın (1976) adlı romanı, feminist ütopyacı bir toplum tasarladı

Amerikan Bilimkurgusu ve Kapitalizm: Pulp Dergilerden McCarthy Dönemine

Bilimkurgu, ABD’de 20. yüzyılın başlarından itibaren büyük ölçüde pulp dergiler aracılığıyla gelişti. Ucuz kağıtlara basılan, hızlı tüketim amaçlı yayımlanan bu dergiler, geniş bir okuyucu kitlesine hitap ediyor, eğlenceli ve aksiyon dolu hikâyeleriyle bilimkurguyu popüler kültürün merkezine yerleştiriyordu. Ancak bu süreçte bilimkurgu yalnızca bir edebi tür olarak değil, ideolojik bir araç olarak da işlev gördü. Özellikle 1920’ler ve 30’larda, kapitalizmin doğrudan bir propaganda aracı hâline gelen Amerikan bilimkurgusu, bireyciliği ve girişimcilik ruhunu yücelten hikâyelerle doluydu. Kahraman figürü, çoğu zaman üstün zekâlı, cesur bir mühendis ya da mucit olarak çiziliyordu. Bu karakterler, kapitalist piyasanın ve özel girişimin insanlığın geleceğini şekillendireceğine dair güçlü bir inançla yaratılmıştı.

Amerikan bilimkurgu yazarları, H. G. Wells gibi sosyalist eğilimleri olan yazarların kolektivist toplum tasavvurlarını büyük ölçüde görmezden geldi. Bunun yerine, bilim ve teknolojiyi bireysel bir başarı hikâyesi olarak ele alan bir anlatı modeli geliştirdiler. Thomas Edison ve Nikola Tesla gibi mucitlerin figürleri, bu dönemin bilimkurgu karakterlerine ilham verdi. Bilim, kolektif ilerlemenin değil, bireysel dâhinin ve girişimcinin gücünü simgeliyordu. Örneğin, 1920’lerin en popüler bilimkurgu karakterlerinden biri de Hugo Gernsback’in “Ralph 124C 41+” tiplemesiydi. Bu hikâyede kahraman, olağanüstü zekâsı sayesinde teknolojik icatlar geliştirerek dünyayı kurtaran bireysel bir dâhiydi. Bu tür anlatılar, bilimin ve teknolojinin ancak özgür piyasa koşullarında gelişebileceği fikrini besliyordu.

Soğuk Savaş Döneminde Bilimkurgu: Komünizm Korkusu ve Anti-Ütopyolar

Uzayda Komünizm

İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte, ABD’de Soğuk Savaş paranoyası hızla yükseldi. 1940’ların sonlarından itibaren ABD hükûmeti ve medya organları, komünizmi doğrudan bir tehdit olarak görmeye başladı. Joseph McCarthy’nin başını çektiği cadı avı, yalnızca siyasette değil, edebiyatta ve sanatta da etkisini gösterdi. Ve bilimkurgu da McCarthycilik’in ideolojik etkisi altına girdi. Komünist tehdit, çoğu zaman yabancı istilası ya da teknolojik totalitarizm gibi metaforlarla ele alındı. Özellikle uzaylı istilası teması, komünizm korkusunu anlatmanın en popüler yolu hâline geldi.

1950’lerin bilimkurgu filmleri, komünist paranoyanın en belirgin yansıdığı alanlardan biri oldu. Örneğin, “The Thing from Another World (1951)” filminde Kuzey Kutbu’nda bulunan bilinmeyen bir yaratık, bilim insanlarını tehdit ediyordu. Yaratık, kolektif bir zihinle hareket eden, insanlığı yok etmeye çalışan bir varlıktır. Bu, açıkça o zamanlar, Sovyetler Birliği’nin kolektivist yapısına bir gönderme olarak okunmuştu. Ya da “Invasion of the Body Snatchers (1956)” filmi, komünizmin Amerikan toplumunu içeriden ele geçirerek bireysel özgürlükleri ortadan kaldırma korkusunu doğrudan yansıtan bir alegoriydi. İnsanlar, “duygusuz” ve “kolektif bir bilince sahip” yaratıklara dönüşüyordu.

Dönemin bilimkurgu romanlarında da benzer eğilimler görülmüştür. Robert A. Heinlein, Yıldız Gemisi Askerleri (1959) romanında, bireyci ve militarist bir geleceği betimlemiş, bu düzeni savunmuştu. Heinlein, serbest piyasa ekonomisini ve bireysel özgürlüğü yücelten anlatılarıyla Soğuk Savaş dönemi Amerikan bilimkurgusunun en önemli yazarlarından biriydi. Amerikan bilimkurgusu da ütopyacı sosyalist düşünceye doğrudan bir tepki olarak anti-ütopyalar üretmeye başladı. Ütopya kavramı, genellikle totaliter rejimlerle özdeşleştirilerek olumsuz bir anlam kazandı. George Orwell’in 1984 (1949) romanı, komünizmin totaliter bir devlet sistemiyle özdeşleştirilmesine büyük katkı sağladı. Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya (1932) adlı eseri, teknolojik gelişimin devlet kontrolüyle birleştiğinde nasıl bir bireysel felakete dönüşebileceğini gösterdi. Bu romanlar, kapitalizmin doğal bir özgürlük ortamı sunduğu fikrini beslerken, sosyalist ütopyaların kaçınılmaz olarak distopyaya dönüşeceği algısını güçlendirdi.

1960’larda Radikal Dönüşüm: Toplumsal Hareketler ve Bilimkurgu

1960’lar, dünya genelinde büyük toplumsal çalkantıların yaşandığı bir dönemdi. Sivil haklar hareketleri, sömürgecilik karşıtı mücadeleler, feminist dalganın yükselişi ve çevre bilincinin artması, bilimkurgu üzerinde derin etkiler bıraktı. Soğuk Savaş’ın etkisiyle dünya iki kutuplu bir yapıya bürünmüşken, Batı’da öğrenci hareketleri, Vietnam Savaşı karşıtı protestolar ve siyasal radikalleşme bilimkurgu yazarlarının eserlerinde güçlü bir şekilde yankı buldu. Bu süreçte, bilimkurgu yalnızca teknolojik gelişmelere dair öngörülerde bulunan bir tür olmaktan çıkıp, mevcut sosyal yapıları sorgulayan ve alternatif gelecekler tasarlayan eleştirel bir platform hâline geldi. Ütopya, toplumsal eşitlik, feminizm, çevresel sürdürülebilirlik ve özgürlük gibi kavramlar, bilimkurgunun temel temaları hâline geldi.

Martin Luther King Jr. önderliğinde yürütülen sivil haklar hareketi, 1960’ların ABD’sinde bilimkurguya doğrudan etki etti. Irkçılığa karşı mücadele, bilimkurgu metinlerinde “ötekileştirilen gruplar” ve “farklı medeniyetlerle temas” gibi temalar aracılığıyla işlenmeye başlandı. Bu dönemde, Samuel R. Delany, siyahi bir bilimkurgu yazarı olarak türün içinde önemli bir yer edindi. Delany, eserlerinde sistematik ayrımcılığı ve ırkçılığı bilimkurgu araçlarıyla ele aldı. 1960’lar, ikinci dalga feminizmin yükselişine de tanıklık etti. Kadınların toplumsal hayattaki rollerini yeniden sorgulayan bu hareket, bilimkurgunun da dönüşüm geçirmesine yol açtı. Geleneksel bilimkurgu anlatılarında kadın karakterler genellikle ikincil rollerle sınırlıyken, 1960’lardan itibaren kadın bilimkurgu yazarları bu kalıplara meydan okumaya başladı. Örneğin Joanna Russ, The Female Man (1975) adlı romanıyla cinsiyet rollerinin toplumsal bir inşa olduğunu bilimkurgu perspektifiyle tartıştı. Ya da Ursula K. Le Guin, Karanlığın Sol Eli (1969) ile cinsiyetin sabit olmadığı bir dünya tasavvur ederek toplumsal cinsiyet normlarını sorguladı. Bu eserler, feminist bilincin bilimkurgu aracılığıyla nasıl ifade edilebileceğini gösteren önemli örnekler hâline geldi.

Ayrıca 1960’lar, Afrika ve Asya’da birçok ülkenin sömürge yönetimlerinden bağımsızlık kazandığı bir dönemdi. Bu bağımsızlık mücadeleleri, kolonyalizmin bilimkurgu içindeki temsiline de yansıdı. Daha önce Batı’nın “medeniyet götürdüğü” egzotik gezegenler olarak betimlenen yabancı dünyalar, bu dönemde emperyalizmin eleştirildiği, sömürgeci tahakkümün açığa çıkarıldığı anlatılara dönüştü. Örneğin Frank Herbert’ın Dune (1965) romanı, Arrakis gezegeninde yerli halkın (Fremenler) sömürgeciliğe karşı direnişini anlatırken, doğrudan Batı’nın Orta Doğu’daki petrol politikalarına bir eleştiri getiriyordu. Kurt Vonnegut’un Kedi Beşiği (1963) eseri, Amerikan dış politikası ve emperyalizmin yıkıcı etkilerini hicvederek bilimkurgunun politik söylem üretme potansiyelini artırdı.

Bilimkurgu ve Alternatif Toplum Tasarımları: Ütopya, Distopya ve Manifestolar

ütopya ve distopya

1960’larda bilimkurgu, yalnızca geleceğin teknolojisini anlatmakla kalmadı; farklı toplum modellerini de tartışmaya açtı. Bu dönemde, özellikle sol eğilimli bilimkurgu yazarları, kapitalizmin ve ataerkil sistemlerin eleştirisini yaparak daha eşitlikçi alternatif toplumlar tasavvur etti. Ütopyacı bilimkurgu bir yanda yükselirken, diğer yanda distopyalar da giderek önem kazandı. Kapitalizmin ve devlet baskısının birey üzerindeki yıkıcı etkilerini ele alan bu eserler, 1960’ların radikal politik atmosferinde büyük ilgi gördü. Bu dönemdeki distopyalar, geleceğin yalnızca parlak teknolojilerle dolu olmayabileceğini, aksine insanın özgürlüğünü sınırlayan yeni baskı mekanizmalarına gebe olabileceğini öngörüyordu.

Bu dönem, yalnızca bilimkurgu eserlerinin değil, bilimkurgu teorisinin de dönüşüme uğradığı bir dönemdi. Herbert Marcuse, kapitalist toplumların bireyleri yalnızca ekonomik olarak değil, psikolojik olarak da baskı altına aldığını savundu. Ona göre kapitalizm, bireyleri pasif tüketicilere dönüştürerek gerçek özgürlüğü engelliyordu. Marcuse’nin bu görüşleri bilimkurgu içinde de yankı buldu. Özellikle psikolojik baskı mekanizmalarını ele alan distopyalar, Marcuse’nin fikirlerinden ilham aldı. 1980’lere kadar tam anlamıyla formüle edilmese de, Donna Haraway’in Siborg Manifestosu (1985) ile 1960’ların bilimkurgu anlayışının radikal mirasını devralacaktı.

Yeni Marksist Eleştiri ve Amerika’da Bilimkurgu

1970’lerden itibaren ise Marksist düşünce, bilimkurgu eleştirisinde daha sistemli bir şekilde yer almaya başladı. Daha önceki dönemlerde bilimkurgu genellikle popüler kültür içinde yer alan bir eğlence türü olarak görülüyordu. Ancak, özellikle Darko Suvin, Fredric Jameson, Carl Freedman gibi akademisyenler bilimkurguya yalnızca sanatsal bir tür olarak değil, ideolojik ve eleştirel bir söylem aracı olarak yaklaşarak türün teorik temellerini derinleştirdi. Bu dönemde geliştirilen en önemli kavramlardan biri bilişsel yabancılaştırma (cognitive estrangement) oldu. Darko Suvin, Metamorphoses of Science Fiction (1979) adlı kitabında, bilimkurgunun temel işlevinin bilişsel yabancılaştırma olduğunu öne sürdü.

Suvin, bilimkurguyu diğer edebi türlerden ayıran en önemli unsurun, okuru “alışılmış gerçekliği sorgulamaya” teşvik eden bir yabancılaştırma efekti yarattığını savundu. Bu, iki temel unsurdan oluşuyordu. “Bilişsel Yabancılaştırma” yaklaşımına göre bilimkurgu, sıradan dünyayı farklı bir perspektiften göstererek okurun içinde yaşadığı dünyayı yeni bir bakış açısıyla değerlendirmesine olanak tanıyordu. Bu, Rus Formalistleri’nin ostranenie (alışılmışı bozma) kavramıyla ve Bertolt Brecht’in Verfremdungseffekt (yabancılaştırma efekti) ile yakından bağlantılıydı. “Yeni Olan” dediği yaklaşımda ise bilimkurgu, hikâyelerindeki dünyaları, okurun bildiği gerçeklikle bağlantılı fakat ondan farklı bir “yenilik” (novum) üzerinden inşa ediyordu. Bu yenilik, bir bilimsel veya toplumsal keşif olabilirdi (örneğin yapay zekâ, uzay kolonileri, genetik mühendislik, anarşist toplumlar gibi). Suvin’in teorisi, bilimkurgunun yalnızca hayali dünyalar tasarlamakla kalmadığını, mevcut toplumsal sistemlerin eleştirisini yapmaya olanak tanıyan bir düşünsel laboratuvar sunduğunu ortaya koyuyordu.

Bu yaklaşımı daha da ileri götüren Carl Freedman, bilimkurgu ile eleştirel ütopyacılık arasında doğrudan bir bağlantı kurdu. Ona göre bilimkurgu, yalnızca bir sanat formu değil, toplumsal dönüşümün teorik bir modeli olarak işlev görüyordu. Özellikle 1970’lerin ve 80’lerin sol eğilimli bilimkurgu eserleri, bu yeni eleştirel bakış açısını besleyen en önemli örnekleri sundu. Fredric Jameson, bilimkurguya çok farklı bir açıdan yaklaşarak kapitalizmin neden olduğu hayal gücü krizini inceledi. Jameson’a göre, modern dünyada insanlar kapitalizmin dışındaki alternatifleri hayal edemez hâle gelmişti. Kapitalist gerçeklik, insan zihni için o kadar baskın bir hâl almıştır ki, ütopyacı düşünceye yer bırakmıyordu.

Jameson, Progress vs. Utopia (1982) adlı makalesinde önemli argümanlar öne sürdü. Ona göre bilimkurgu, yalnızca alternatif bir gelecek tasarlamıyordu, mevcut toplumsal sistemin ideolojik sınırlarını da görünür kılıyordu. Kapitalizm, bireylerin “ütopyacı” düşünme yetisini zayıflatmış ve insanlara başka bir dünya hayal edebilme becerilerini unutturmuştu. Ve kendi döneminin bilimkurgusu, kapitalizmin “tarih-sonrası” (post-history) bir sistem olarak görülmesine hizmet ediyordu.

Jameson’a göre, bilimkurgu sadece yeni teknolojilerin ve toplumsal sistemlerin hayalini kurmuyordu, geleceği tahayyül etme sürecinin kendisinin nasıl baskılandığını da ortaya çıkartıyordu. Philip K. Dick’in eserlerinin Jameson’ın bu fikirlerine güçlü bir temel oluşturduğunu söyleyebiliriz. Dick’in romanlarında, bireyler kapitalist sistem içinde “gerçeklik” algılarını yitirirler. Ubik (1969) ve Androidler Elektrikli Koyun Düşler mi? (1968) gibi eserler, tüketim toplumunun birey üzerindeki yıkıcı etkilerini ve kapitalizmin alternatifleri hayal etme yetisini nasıl sekteye uğrattığını inceler. Jameson’ın düşünceleri, bilimkurgu analizlerini yalnızca ütopya/distopya ekseninde ele almak yerine, kapitalist hegemonya içinde geleceğin hayal edilebilirliği sorunu üzerinden inceleyen yeni bir çerçeve sunmuştu.

Postmodernizm ve Sayborg Sosyalizmi: Donna Haraway’in Devrimi

1980’lere gelindiğinde de, teknolojik gelişmeler ve küreselleşme, Marksist bilimkurgu eleştirisinin de yön değiştirmesine yol açtı. Donna Haraway, Marksist ve feminist teoriyle bilimkurgu arasındaki bağlantıyı en radikal biçimde yeniden değerlendiren düşünürlerden biri oldu. Haraway’in Siborg Manifestosu (1985), yalnızca bilimkurgu edebiyatı için değil, feminist teori, postmodernizm ve Marksist düşünce için de çığır açıcı bir metin oldu.

Haraway, modern teknolojinin, insan ve makine arasındaki sınırları bulanıklaştırdığını ve yeni bir sınıfsal mücadele alanı yarattığını savundu. Ona göre, siborg (cyborg) figürü, hem ezilen bir sınıfı temsil eden bir metafor hem de teknolojinin özgürleştirici potansiyelini ortaya koyan bir figürdü. Kapitalist sistem içinde insanlar zaten yarı insan, yarı makine hâline gelmişti. İnsan bedeni, biyoteknoloji ve yapay zekâ tarafından yeniden şekillendiriliyordu. Makineleşen bireyler, geleneksel sınıf mücadelesinin ötesinde yeni bir sömürü düzeniyle karşı karşıyaydı. Yazar, bu fikirleri feminist bilimkurgu edebiyatı üzerinden inceledi. Joanna Russ, Octavia Butler ve Marge Piercy gibi yazarların eserlerini, kadınların bilimkurgu aracılığıyla patriyarkal sistemleri nasıl eleştirebileceğini göstermek için kullandı. Özellikle Octavia Butler’ın Dawn (1987) ve Parable of the Sower (1993) gibi eserleri, kapitalizm sonrası bir dünyada insan ve makine arasındaki sınırların nasıl değiştiğini göstererek Haraway’in görüşlerini destekleyen metinler oldu. Haraway’in teorisi, yalnızca Marksist bilimkurgu eleştirisine değil, siberpunk edebiyatına da ilham verdi. William Gibson’ın Neuromancer (1984) romanı ve Matrix gibi filmler, Haraway’in postmodern teknoloji eleştirisinin bilimkurgu üzerindeki etkisini açıkça ortaya koydu.

Bilimkurgu ve Marksist teori arasındaki ilişki, tarih boyunca dönüşerek varlığını sürdürdü ve günümüzde de yeni biçimlere evriliyor. 20. yüzyılın ikinci yarısında ütopyacı ve distopyacı anlatılar üzerinden şekillenen bu ilişki, bugün daha çok teknolojik kapitalizm, dijital gözetim, yapay zekâ, biyoteknoloji ve ekolojik krizler etrafında şekilleniyor. William Gibson, Bruce Sterling ve Neal Stephenson gibi yazarlar, şirketlerin devletlerden daha güçlü olduğu, bireylerin teknoloji tarafından denetlendiği ve gerçeklik algısının sanal dünya tarafından biçimlendirildiği senaryolar yarattı. Bu anlatılar, Fredric Jameson’ın bahsettiği “hayal gücü krizi” kavramını da destekler nitelikteydi: Kapitalizmin ötesinde bir dünya tahayyül etmek giderek zorlaşıyor, distopyalar ütopyaların yerini alıyordu.

bilimkurgu iklim gezegen cevre

Bugün bilimkurgu, kapitalizmin yeni aşamalarını tartışmak için önemli bir araç olmayı sürdürüyor. Yapay zekâ ve otomasyon, işçi sınıfı ve üretim ilişkilerini yeniden şekillendirirken, biyoteknoloji insan-makine ayrımını bulanıklaştırıyor. Donna Haraway’in Siborg Manifestosu ile öngördüğü gibi, modern insan artık yarı biyolojik, yarı teknolojik bir varlık hâline geliyor ve bu da Marksist teorinin temel aldığı sınıf, emek ve üretim kavramlarını dönüştürüyor. Öte yandan, iklim krizi ve ekolojik çöküş, bilimkurgunun son yıllarda en çok odaklandığı konuların başında geliyor. Kim Stanley Robinson’ın The Ministry for the Future (2020) gibi eserleri, kapitalist sistem içinde çevresel sürdürülebilirliğin mümkün olup olmadığını sorguluyor. Bilimkurgu, artık sadece teknolojik gelişmeleri değil, gezegenin ve insanlığın hayatta kalma mücadelesini de merkeze alıyor.

Bu bağlamda, bilimkurgu ve Marksizm arasındaki ilişki yalnızca geçmişin bir kalıntısı değil, bugün ve gelecekte de sürecek bir eleştirel düşünme ve alternatifler yaratma pratiği olarak varlığını sürdürmekte diyebiliriz. Bilimkurgu, kapitalizmin sınırlarını ve krizlerini anlamak, teknolojik gelişmelerin toplum üzerindeki etkilerini analiz etmek ve yeni toplumsal modeller hayal etmek için güçlü bir araç olmaya devam etmekte.

Kaynak: Csicsery-Ronay, Istvan Jr. (2003). Marxist Theory and Science Fiction. In James, Edward (Ed.), The Cambridge Companion to Science Fiction (pp. 113-124). Cambridge: Cambridge University Press.

Yazar: Ceren Demirkılınç

Ürün tasarımcısı. 10 yıldır yapay zekânın bilişsel gelişimi üzerine çalışmalar yapıyor. Teknoloji alanında çalışmayı, bilimsel gelişmeler üzerine düşünüp yazmayı seviyor. Robot hakları aktivisti. Çeşitli yerlerde öyküleri, kitap eleştirileri yayımlandı. Yaşamını kedileri ile seyahat ederek sürdürüyor.

İlginizi Çekebilir

Dmitry-Glukhovsk

Rus Bilimkurgusunun Modern Şövalyesi: Dmitry Glukhovsky

Dmitry Alekseyevich Glukhovsky (Rusça: Дми́трий Алексе́евич Глухо́вский), 12 Haziran 1979’da Moskova’da doğdu. Medya ve gazetecilikle …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin