Şüphesiz Soğuk Savaş oldukça büyük değişimler getirdi. Kutuplara ayrılan dünya pek çok çekişmeye, çatışmaya sahne oldu. Özellikle postmodernizmin ortaya çıkışı edebiyat ve diğer sanat dallarını da savaşa kattı ve sürece uygun olarak yeniden biçimlendirdi. İkinci Dünya Savaşı sona erdiğinde ve Soğuk Savaş resmi olarak başladığında, bu tesirin ilk dalgası doğal olarak Avrupa’da görüldü. Bunun en önemli kanıtı da aynı zamanda İngiliz istihbaratı ajanı olan yazar George Orwell’dır. Yaygın kanı “Cold War” tabirinin ilk kez onun tarafından kullanıldığı yönündedir. Bu tam anlamıyla doğru olmasa da, sonrasında yaşanacak olaylarla bağlantısı önemlidir. Orwell nükleer savaş riski odağında bir “soğuk savaş kıyameti” senaryosu sunsa da süreç bilindiği üzere biraz farklı işler.
1940’ların başlarına değin uzanan ABD-SSCB çatışması ortak düşman olan Hitler karşısında zorunlu ittifaka dönüşür. Yalta Konferansı ve benzeri hadiseler yeni dünya düzenini teşkil için önemliydi. Gösterdiği direnişle İngiltere’nin kahramanı ilan edilen Winston Churchill de bu süreçte yıkılmış Avrupa’nın hamiliğini üstlenerek Stalin ve Roosevelt arasında köprü görevi görmüş, silahların yeniden konuşmaması için çözümler aramıştır. Ki ortaya çıkan yıkım henüz tazeyken yeni bir savaşa girişmek de pek akıllıca olmayacaktır.
Ancak savaştan sonra birbirine taban tabana zıt iki ideolojiyi benimseyen bu ülkelerin arasındaki gerginlik ister istemez yükselir. Zaten bu da beklenen bir şeydir: Neoliberal politikaları benimseyen Amerika küresel bir sermaye inşa etmeyi arzularken, Sovyet yönetimi ise devlet merkezli bir ekonomi anlayışıyla hareket eder. Bu durumda barış ortamının pek sürmeyeceği açıktır. Fakat bu kez savaş için farklı bir yöntem kullanılır. Cephe savaşlarının yerini, istihbarat ve medya kanallarıyla manipülasyon alır. İşte postmodernizm de tam bu noktadan sonra karşımıza çıkar.
İngiliz tarihçi ve gazeteci Frances Stonor Saunders, 1999 yılında yayımlanan “Who Paid the Piper? The CIA and the Cultural Cold War” (Parayı Verdi Düdüğü Çaldı) adlı kitabında Amerika’nın Soğuk Savaş sürecindeki politikalarını derinlemesine işler. Avrupa ve dünyanın geri kalanı enkaz hâlindeyken, yeni dünya düzeni için Amerika ideal bir seçenek hâline gelir. Yatırımcılar güvenli sığınak olarak yerleşir, Nazilerden kaçan bilim insanları ve sanatçılar yeni yaşamlarını kurmak için imkân bulurlar. Ki bu durumun ve göçlerin getirdiği refah, Amerika’nın altın çağını ve mutlu geniş ailelerin sahip olduğu Baby Boomer neslini ortaya çıkarır.
1950’li yılların Hollywood filmlerini izleyenler bu değişimi az çok bilir. Marilyn Monroe gibi figürler ülkenin gücünü dünyaya göstermekte ve Holywood sinemanın beşiği sayılmaktadır: Signing in the Rain, Twist, Coca Cola, Elvis… Bütün bunlar bir amacın yansımalarıdır ve Amerika’nın sanatı ve sanatçıyı benzeri şekilde nasıl silah hâline getirdiğini anlatır. Saunders’a göre 1945 yılından sonra Nobel ve benzeri ödüllerin, sanat vakıflarının, müzelerin ve aklınıza gelebilecek birçok kurum ve kuruluşun arkasında CIA vardı. Nükleer silahtan daha tehlikeli bir silahı, modern sanatı adım adım inşa ediyordu.
SSCB, Karl Popper’ın ünlü iki ciltlik eserinde tanımladığı yapıya uygun şekilde kapalı bir toplumdur. Yalnızca devletin onay verdiği yayınlar yapılmaktadır ve kontrol tamamen erkin elindedir. Bu erk de hâliyle devlettir. Politbüro ne derse o olur. CIA’nın yürüttüğü kültürel politika ise açık toplum destekçiliği ve özgürlük vurgularıyla öne çıkmıştır. Özgür sanat ve sanatçı diyerek hareket etmiş, bu gayeyle birçok girişimde de bulunmuştur. Soljenitsin gibi muhalif yazarları kollamış, Sovyet rejimine eleştiri getiren eserleri (1984 – Hayvan Çiftliği) propaganda malzemesi olarak kullanmış, okullarda müfredâtın vazgeçilmesi kılmıştır. Zaten Orwell’ın da bu eserleri kaleme alma sebebi anlaşılacağı üzere görevi icabıdır.
Saunders bu bağlamda, bilhassa Avrupa aydınlarının aklını çelme adına yapılanları, harcanan paraları ve düzenlenen organizasyonları uzun uzadıya anlatır. Aydınları yanına çekmek, onların oluşturacağı kamuoyu desteğiyle hareket etmek elbette mantıklı bir harekettir. ABD’deki McCharthy dönemi cadı avcılığında zaten Ayn Rand gibi isimler doğrudan savaşın içinde bulunmuş, kültürel bir cephe açmıştı. Lakin bu muhafazakâr anlayış faydadan ziyade zarar vermiş, Amerika’nın sanıldığı kadar “açık toplum” olmadığını göstermiştir. Avrupalı aydınlara uzatılan el ise Avrupa üzerinden yürütülen ve çizilen olumsuz imajı yıkmak isteyen bir açık savaş hamlesi olarak yorumlanabilir.
Bu çatışmanın en bilinen aktörlerinden olan Varoluşçu filozof Jean Paul Sartre, Vietnam Savaşı’na karşı Paris’te yürütülen protestolara katılmış ve eylemlerde bulunmuştur. Ayrıca yakın arkadaşı Albert Camus’ün aksine Nobel ödülünü de reddetmiştir. Lakin Sartre’ın bu hareketi ne kadar takdir edilecek bir davranış gibi görünse de, arka planda SSCB’nin eylemlerine karşı takındığı tavır pek ahlaki değildir. Bu bakımdan iki arkadaşın düşünür olarak isyan ve başkaldırı anlayışı çok farklıdır. Yine de bunların yaşanması önemli bir hadisedir. Zira, politik atmosferin dönemin aydınlarını ne denli böldüğünü ve farklılaştırdığını açıkça göstermektedir.
Entelektüelin görevinin hararetli biçimde tartışıldığı bir dönemde, isyan bayrağı açıp paragidmaya aykırı sözler sarf etmek kolay olmasa gerek. Bütün ölçütlerin yıkıldığı, değerlerin ters yüz olduğu günlerde doğru bildiğini söylemek herkesin cesaret edebileceği bir iş değildir. Bununla birlikte postmodernizm, entelektüelin işlevi konusunda şüpheler doğurur. Entelektüel ideal kişi mi olmalıdır? Hayatıyla kişiliği bağdaşmalı mıdır? İsyan mı etmelidir? Bu ve benzeri soruların karşılığı elbette vardır.
Yine Saunders 2013 yılında yayımlanan Modern art was CIA ‘weapon’ (Modern Silah Bir CIA Silahıydı) adlı makalesinde, sanatın ölçütsüz ve soyut hâle gelişinin ya da başka bir deyişle getirilişinin sebeplerini irdeler. CIA sanat üzerinde yaptığı hamlelerde daima politik bir amaç güder, ancak bu bahsi geçen gayede sanatın rolü savaşta olumlu bir imaj oluşturmaktan ibarettir, yani araçtır. Lakin Goebbelsvari agresif bir propagandan ziyade kendi ürettikleri sanatı başkalarına dayatarak merkeze arzu ettikleri anlayışı oturtmak ve böylece Gramsci’nin Kültürel Hegemonya diye tabir ettiği durumu inşa etmektir.
Entelektüelin çokça söz edilen işlevi ise bu hegemonyada aracılık yapmak, verilmek isteneni sunmaktır; onun bir benliği yoktur, kukladır ve ne söyleyeceği önceden ona telkinle anlatılmıştır (bkz. Andy Warhol ve Pop Art). Veya o bunu istemese bile onu aşan gücü, onun üzerinden bir imge, sembol yaratarak kendi idealini taşımayı bir şekilde başarır (bkz. Che Guevera).
Sahi Jackson Pollock’un eserleri neden bu kadar kıymetli? En ünlü tablosu No. 5, 1948 22 Mayıs 2006’da 140 milyon dolara satıldı. Tabloya bu kadar paha biçilmesinin sebebi neydi? İşte tam bu sorudan doğuyor sorun. Sanat eserlerinin niteliğini tayin edecek herhangi bir ölçüt kalmadı. Dayanak noktaları ortadan kaldırıldı ve sanatçının kimliği yeni baştan oluşturuldu.
Bahsettiğimiz hareket, sanatın yalnızca ölçütü ortadan kaldırmakla da kalmadı, giderek soyut hâle getirdiği estetik anlayışla kendi hükümranlığını pekiştirdi. Kültürel Hegemonya sahipleri belirli bir kesimi tayin etti ve bu isimler haricinde kimse bir sanat eserine kıymet veremez, söz söyleyemez hâle geldi. Öyle ya falanca varken, o beğenmişken bize söz düşer mi hiç! O çok haşmetli, papyonlu, fulârlı kişilerse duvara bantla yapıştırılmış bir muzu bile baş tacı edip öveceklerdir. İşte Saunders’a göre bundan ötürü modern sanat bir illüzyon ve hatta silahtır.
Kuşkusuz bu durumdan spekülatif kurgu da etkilendi. Bilimkurgu edebiyatı ve dolayısıyla sineması, ABD ile SSCB arasındaki savaşta farklı bir başka cepheydi. Bilindiği üzere evvelinde bilimsel keşifler konusunda rekabet eden bu iki güç, ardından bilimin kurgusal sahasında da karşı karşıya geldi. Nasıl ki CIA bu konuda rol alıp Stanley Kubrick’in 1968 yılında 2001: A Space Odyssey’i çekmesi dahil birçok aksiyonda bulunduysa, KGB de peşi sıra birkaç sene sonra Tarkovski’nin Solaris’inin gelmesinde başrol oynadı. Birbirine karşılık vererek, birbirine karşı uydu devletler kurarak ve sanatı savaş alanına çevirerek devam ettiler.
Gelgelelim, bu savaşın sonuçları bugün bizi devasa bir boşluğa itti. Yeni Dalga akımı yazarları, bilimkurguya yeni bir soluk kattı burası kesin. Başta Ursula K. Le Guin olmak üzere J. G. Ballard, Larry Niven, Harlan Ellison, Samuel R. Delany ve Brian W. Aldiss gibi usta kalemler türün imkânlarının ne denli geniş olduğunu gösterdi. Ancak ölçütlerini yitiren bir şeyin bozulacağı da kesindir. Edebi eserler de gitgide Jackson Pollock tabloları gibi bir kaosa ve bantlı bir muz gibi anlamsızlığa sürüklendi. Ne anlattığı belli olmayan, ana dilini dahi kullanmaktan aciz ve reklam yüzünden hâllice üsluba sahip kalemler asrın dehası hâline getirildi, reklamla makyajlanıp sunuldu. Aslında buradaki can alıcı nokta şu: Sanat bireyin kendini ifade aracı ya da James Joyce’a öykünen bir söyleyişle sanatçının kendini gerçekleştirme vesilesiyse, bu tabloya göre artık ne sanat yaratıcı bir eylem, ne de sanatçı aynı temel yaratma dürtüsüyle hareket ediyor demektir. Metalaşan sanattan kasıt da tam olarak budur.
Bugün sanata dair kullanılan kelime “üretim”. Herkes bir şeyler üretmekten bahsediyor. İçerik üreticiliği ise en yaygın tabir. “Influencer” kavramının Türkçeye bu şekilde geçmesi bile zaten durumun vahametini ortaya koyuyor. Tüketim toplumunda üretimin maksadı tüketimin devamlılığını sağlamaktır. Tüketim arttıkça üretim artar ve itici güç olarak tüketime yöneltir. Ünlü markaların yaratılması, sembollerin ve göstergelerin oluşması bu sebeptendir. Tüketerek tükenen insanlar yaratmak! Oysa sanatın dinamikleri asla üretmekle alakalı olmamıştır.
“Hölderlin’e göre şair (buna sanatçı olarak bakabiliriz), Tanrı’nın yıldırımlarını söze dönüştüren, bunu kendi ulusunun diline aktarandır. Şair kendi şahsi ruhsal yaşantılarını işleyen değil, Tanrı’nın yıldırımları altında olup korumasızca ve kendinden geçmişçesine ona hizmet edendir. İnsanın varoluşu, varlığın kahir kudretine salıverilmiş olmaktır. Bunu söze dökenler ise şairlerdir. Şiir, Tanrı’dan gelen işareti alma ve ulusa delalet olarak aktarmadır.”*
Tanrı burada Nietzsche’nin yaklaşımıyla bireyin kendisinden kopardığı diğer benliği de olabilir. Fakat asıl mesele şairin ya da diğer bir deyişle sanatçının durumudur. Günümüzde modern toplumun tüketimi, her şeyin içini boşaltıp posasına atmaya teşne hâlde olduğundan ne mesajın ne de iletenin önemi kaldı. Kişisel gelişim denilerek üretilen içi boş öğretilerle ve yaşam koçlarıyla nasıl yaşanacağı dikte edilmeye başlandı. Hâlbuki bilimkurgu başta olmak üzere edebiyatın ve dolayısıyla sanatın rolü zaten kişiye yaşamıyla ilgili farklı bakış açıları kazandırmaktır. Kendine yabancılaşan kitleler, kitlesel çöküşe sürüklenir. Zaten bu vesileyle tüketmek çürümenin, üretmek değersizleştirmenin yeni adı oldu.
Böylelikle günah keçisi arayıp durduğumuz bu toplum tasarımıyla rızanın imali gerçekleştirildi ve kabak yine sanatın başına patladı. Cepheler açıldı, milyonlar akıtıldı, sergilerde şuh kahkahalarla bol nidalı alışverişler yapıldı. Geriye ise ne istediğini, ne gördüğünü, ne yaşadığını bilmeyen milyonlarca insan ve bolca popcorn ile kola kutusu kaldı. Robotlar, yapay zekâ, beden değişimleri, klonlar, block chain ve üzerimize boca edilen diğer bir sürü kavram… Rüzgâr gibi geçiyorlar önümüzden. Hollywood rüzgârı nereye eserse onu konuşmaya devam ediyor, konuyla ilişki ve ilgimizi tahlil edip kendimizi tanımadan yargılarda bulunuyoruz. Sahi, hiç sordunuz mu kendinize: Kaç esere ya da meseleye hiç beğenmediğiniz veya ilgi duymadığınız hâlde sırf bol reklam ve yorumdan ötürü maruz kaldınız? İşte modern sanatın silah olup topluma verdiği zararın en net kanıtı budur. Birileri bizim yerimize düşünüyor diye düşünmekten vazgeçip öylece yaşamak!