Yeni Dalga hareketinin niteliği halen ihtilaflıdır. Zira yerleşik düzene karşı çıkıp özgürlükçü bir yazın anlayışı getirdikleri söylenebilir. Ancak yine Yeni Dalga ölçüt sorununda karşımıza çıkmaktadır. Modernden postmoderne geçişte bireyin yok oluşunun yanı sıra metin bağlamında elle tutulur dayanaklar da yok oldu. Bu da değerlendirmeyi ister istemez öznel bir çizgiye çekti. Pollock’un eserlerinin söz konusu olması da zaten bu “ölçütsüzlük” hâlinin neticelerine yönelikti.
Pollock ya da Picasso’nun değerini belirleyen şey bir grup insan olunca, geriye kendi estetik kavramına sahip olmayan kitleler kalıyor. Halbuki estetik Georg Lukács için kişinin güzeli yansılama biçimidir. Güzelin ölçütünü başkalarının seçiyor olması işin tadını kaçıran ve olumsuz yönler katan detay. Dolayısıyla paradan ziyade eder-değer boşluğunun doldurulma biçimi göze batan etken. Bir grup seçkinin güzel dediği şey, güzel olmayabilir. Ancak bunu ifade etmek sahiden ne kadar anlamlı?
George Orwell‘ın ajan olduğu bilgisi önemli değil. Orada Orwell’ın 1984 dışında yazdıklarının da öneminden bahsetmek gerekir. Kendisi istihbaratla çalışıyor ama yetkin kalemi aracılığıyla birçok aşama katediyor. Burada işbirliğinin içeriğinden ziyade metinlerin içeriğine ve etkisine odaklanmalı. 1984, Hayvan Çiftliği, Katalonya’ya Selam, Burma Günlükleri ve Paris ve Londra’da Beş Parasız gibi eserlerinde dönemin nabzını tutmuş ve günceli yakalamış. Ancak aynı zamanda gazetelere yazdığı makalelerde de önemli beyanatlarda bulunmuştur.
İstihbarat ile ilişkisi ona “soğuk savaş” tabirini kullanması konusunda yardımcı oldu, burası kesin. Bugün benzeri pek çok kişi de zaten halihazırda güncel istihbaratla yakındır. Dan Brown örneğin, yazdıklarının niteliğini beğenmesek de, yazma biçimi ve amacı ortadadır. Ezcümle Orwell teklifle ısmarlama kitap yazmaz ama yazdıklarının politik kaygı taşıdığı da açıktır. Dönemin yansımalarını ancak bu şekilde idrak edebiliriz. Bu onu sıradan bir ajandan çok, güçlü kaynakları bulunan bir muharrir kılar. Soljenitsin de Orwell da bu doğrultuda çağının meramını aktarma konusunda önemli kalemlerdir.
Öte yandan rasyonel düşünmek yanlış değildir. Fakat bir önceki yazıda mevzu bahis edilen rasyonel düşünce değildir zaten. Ölçüt sorunu bugün sanatın çok farklı bir noktaya gitmesine sebep olmuştur. Halbuki haddizatında estetik denilen kavramın kişide bir karşılığı vardır. Bu kişinin eğitim düzeyi ve diğer bütün bireysel dışsal-içsel dinamikleri kendi zevklerine uygun olanı seçmeye yatkın olmasını sağlar. Picasso’yu yetkin kılan da belirli bir estetik anlayışına ve zeminine sahip eserler oluşturmasıdır. Ancak estetik algısı meselesi nitelikle karıştığında asıl sorun ortaya çıkıyor. Eserin yazarla ilişkisi kadar eseri seyreden/okuyanla ilişkisi de belirleyicidir. Lyotard’ın “büyük anlatılar” diyerek tarif ettiği yapıtlarda anlatıcının rolü keskindi. Tanrı misali her şeyi bilmek ve söylemek zorundaydı.
Günümüzde anlatıcı okurla oynayarak onu metnin içine katıyor. Bunu yapmayan bir anlayış ise sanatsal anlayışı zedeliyor. Bahsi geçen “ürünlere” paralar saçılır, övgüler düzülür ama elde ne kalır? Burayı iyice düşünmek lazım. Sanat tanrısal bir edim olarak yorumlansa da, yorumlayan kişinin böylesine dışarıda bırakılması ve göstergelerle harekete zorlanması büyük bir sorun.
“CIA’in oyunu” diyerek tarif edilen bir şey olmadığı gerçeğin ta kendisi. Tahkir edilen şey reddedilmesi mümkün olmayan bir şey de değil halbuki. Amerika’nın kültürel hegemonyasını basit bir komplo teorisi olarak görmek hatadır. Çünkü ortada belgeler ve çalışmalar durmakta. Fakat modern sanatın kalitesizliği değil bu tartışmayı başlatan. Bilakis inanılmaz eserler de ortaya konmuştur. Ancak eseri övmek için nasıl bir eleştiri kültürüne sahip olmak gerektiği düşünülmeli. Bir sergide gözler önüne sunulan eserleri küratörün sözleri olmadan da beğenebilmekti mevzu. Gerekli yetkinliği edinmişse kişi, iyiyle kötüyü ayırabilir, bu kadar basit. Kötüye kötü demenin ölçütü işte bu noktada önemli hâle gelir. Aksi taktirde “varoluşsal sancı” çeken herkesin nüfuzuyla üstat diye anılmasının önünü alamayız.
Bir de Anglosakson anlayışa değinmek gerekir. Postmodernizm bütün kabullerin yıkılmasına kadar götürdü işi malum. Merkeziyetçi yaklaşımını tahrip eden darbelerle zamansız, mekânsız ve hatta süreksiz bir anlayışı hâkim kıldı. Böylece okur, yazar-eser arasındaki iletişimin tamamlayıcı unsuru hâline geldi. Burası tamam. Ancak modern sanatın sanatı öldürdüğü vurgusu, sanatın ölümünün yeni bir yapıyı getirmesinin göstergesidir aslında. Modernizm nasıl ki realizmi yıkarak geldiyse, Postmodern de moderni yıkarak ilerlemiştir. Bu edebiyatın doğal seçilimine örnektir ve çağın diliyle anlatılarını şekillendirir. Bu bağlamda değerlendirildiğinde modern sanat sanatı öldürdü, ki bu gerekliydi; bununla birlikte modern sanatın estetik konusundaki tutarsızlığı, kaygan bir toplum anlayışının ve politik tutumların halihazırdaki “postmodern durum”un ortaya çıkmasına sebep oldu. Her şey yabancılaştı ve niteliği fark etmeksizin yabancılaşan metinler metalaşmaya mahkum oldu. Bütün mevzu bu.