“İnsan ırkı ileride yok olacak. Başka ırklar ortaya çıkacak ve onlar da yok olacak sırayla. Gökyüzü buzla kaplı bir boşluk olacak, yarı ölü yıldızların cılız ışığıyla delinecek. O yıldızlar da kaybolacak. Her şey yok olacak. Ve insanlığın tüm çabası temel parçacıkların serbest hareketi kadar mantıksızdır. İyi, kötü, ahlak, hissiyat? Hakiki ‘Viktoryan safsataları’. Varolan tek şey egotizmdir.”
Hakikatin çiğ bir sedası gibi duran bu etkileyici sözler Amerikalı korku yazarı H.P Lovecraft’a aittir. Lovecraft kozmik dehşeti yaratan bir dahiydi. Şüphesiz ki kozmosun engin kayıtsızlığına karşı bir nefret, korku ve kuşku duyan ilk kişi o değildi fakat ona karşı duyduğu kuşkuyu mücessem kılan ilk kişi oydu.
Son derece münzevi, karanlık ve hassas bir tabiata sahipti. Simya, gnostizm, saklı bilgi ve kadim çağlardan kalan esrarlı bir lanetin fikri zihnine sirayet etmişti, ilerleyen yıllarda hem maddi, hem de manevi sağlığı bozuldukça bu fikirler giderek mücessem sanrılara dönüşmüştü.
İnsanlığa karşı duyduğu küçümseme bir felsefe halini almıştı. Kozmik dehşet… nihilizmin çok daha farklı bir boyutu. Nihilizm hiçbir şeyde anlam olmadığını, insanlığın boş yere çabaladığını ve evrenin tümden anlamsız olduğunu söyler. Tanrı yoktur, ilahi bir güç yoktur, karma yoktur, hiçbir şey yoktur. Kozmik dehşet ise her şeyin kayıtsız bir kütle boyunca sonsuzluğa uzandığını ve insanlığın bu kütlede hiçbir önem ihtiva etmediğini söyler. Belki tanrılar vardır? Belki yıldızların etrafında ilahi bir şey dönüyordur. Belki de güzellik biz zavallı insanların hiç anlayamayacağı hilkatın esrarlı bir müziğinde saklıdır? Fakat biz bunu ne duyacağız, ne de göreceğiz… çünkü evren ne kadar kayıtsız ise, bizim de algılarımız bir o kadar kısıtlı.
Lovecraft’ın eserlerindeki dünya hakiki dünyanın yabancı ve çarpık bir izdüşümüdür. Yüzler, insanlar, gölgeler, deniz ve gökyüzü tamamı ile tekinsiz ve insana yabancı bir konumdadır. İnsanların büyük bir bölümü bu yabancılığa uyumlu bir şekilde, hilkatın zavallı silyaları halinde yaşar. Fakat hakikatten soyutlanmış münzevi insanlar, aklın ötesine geçmek arzusunda olanlar ve bilimin tehlikeli yönlerine kapılıp gidenler saklı kalması gereken derin dehşetleri keşfederler. Onlar bu dehşeti kaldıramayarak çıldırırlar, zihinleri hakikatin engin ve kavraması güç çekirdeği ile karşı karşıya kalınca isyan eder. Onlar dünya üzerinde var olan menhus gölgelere dönüşür, kimisi onları çıldırtan o kozmik dehşetin etkisi altında öteki boyutlara taşınır. Ve hayat tüm o kayıtsız ve yekpare bütünlüğü ile dönüp durmaya devam eder.
Kainatın engin sınırları muhayyilede korku dolu bir ürperti, hiçlik arzusuna benzer bir maya kabartır. Çünkü tüm bu boşluk hayattan yoksundur. Bu boşluğun tüm köşelerinde hilkatın yabancı suretleri sırıtır. Peki ya bu hiçlik sanrıları algılarımızın ilkelliğinden kaynaklanıyorsa? Ya yaşam evrende bolca bulunan bir şeyse? Ya evren boyunca seyahat eden kütlelerin içinde kozmik bir uykuya yatmışsa yaşam?
İlk yıldızlar oluştuğu zaman hayatı meydana getirecek parçacıklar yıldızların yörüngelerinde birikmiş olabilir. Daha sonra kayasal gezegenlere yağıp bir tetikleme başlatmış olabilirler. Bunu kaydetmeliyiz ki o dönemlerde evrende henüz sıvı fazda su bulunmuyordu. Fakat yaşam kök salmak için illa suya mı ihtiyaç duyar? Soruyu biraz daha derinleştirelim; su haricindeki herhangi bir çözeltide yaşam var olabilir mi?
Su hayat için bilinen en iyi çözücüdür, aynı zamanda çok iyi bir iletkendir. Evrenin kadim günlerinde var olan ilkel bir canlı, DNA bilgisini suyun içindeyken çok daha iyi muhafaza edebilirdi. Fakat bizim sözünü ettiğimiz bu kuramsal yaşam tamamen egzotik bir biçimde ortaya çıkmıştır şüphesiz ki. Sıvı sudan bağımsız bir şekilde. Dolayısıyla DNA-bazlı bile değildir belki. Fakat her şeye rağmen nispeten daha karanlık olan antik evrenin hararetli buğusunda gelişip sofistike bir organizmaya dönüşmüştür nihayet. Hayat gelişmek zorundadır.
Peki ya bir zamanlar var olduysa bu antik uzaylılar nereye kayboldu? Occam’ın Usturası evrenin ilkel canlıları ile ilgili kurduğum düşleri doğrayıp parçalıyor mu? Belki de yaşamın gelişmesi için ilk yıldızların ortaya çıktığı dönem hiç de uygun bir ortam sağlamıyordu? Rasyonel olan bu mu? Peki ya neden? Belki de hayat belirli bir evrimsel aşamayı geçince kendi kendini yiyerek bitiren, kendi damarlarını zehirleyen bir varlığa dönüşüyordur? Belki de antik uzaylılar biz gelecekteki gözlemcilere ‘var olduklarına’ dair hiçbir kanıt bile bırakmadan buharlaşmıştır bu ıssız evrenin kayıtsızlığında. Bizi de bekleyen şey budur belki? Medeniyetimizin beyhude bir çaba olduğunu düşünmek ne kadar küstahça, ne kadar acı ve ne kadar komik.
Burada, işin bilimle alakalı olan kısmı bitiyor, kurgu kısmı başlıyor işte.
Büyük Filtre’den geçip nihai evrim basamağına ulaşacağız belki de. Yok olmayacağız, aksine yüceleceğiz. Varlığımız kimyasal bir tepkimeden öteye geçip, tanrısal bir şeye kavuşacak. Etten kemikten yumuşak hapishanemizi terkedip siberuzaya hatta kendi yarattığımız çoklu-evrenlere açılacağız. Özgürlük, zihnin nüvesindeki yapışkanları ekarte ederek insan ruhunu yeniden yapılandıracak, ilkel zihnimizin şabloncu çemberlerinden kurtulacağız. Küresel ısınmayı ve her türlü ekolojik felaketi iklimi kontrol edebilen üst düzey cihazlarla durduracağız, yapay zeka bizi elimine etmeyecek, bizim emrimizde, bize itaat eden sadık bir rehber olacak. Yıldızlara açılacağız, medeniyet ve hayat sporlar gibi saçılacak uzaya.
Peki ya bu uzun yolculuklar sırasında yeryüzü kaynaklı yaşam haricinde herhangi bir yaşam formuyla karşılaşacak mıyız? Uzaylılar bizden önceki çağlarda var olmuş ve biz onlara ulaştığımızda yok olmuşsa bile, onlardan arta kalan fosilleri, kozmik mezarlıkları ya da katakombları fark edip çözümleyebilecek miyiz? Sadece iki ihtimal var; ya evet, ya da hayır. Gerisi sadece spekülasyon, sadece tahmin ve hayal.
Evet ya da hayır haricinde bir olasılık mı?
Şahsen bir zamanlar evrenin yaşam ile dolu olduğu inancındayım. Buna dair herhangi bir kanıt sunamam fakat etrafımızdaki tüm bu derin sessizlik adeta kıyamet sonrasını çağrıştırıyor. Bizler ortaya çıktığımız zaman yaşam bir karanlık çağa girmişti çoktan. Hayatın yakıtı giderek tükeniyordu. Atalarımız ilk ateşi yaktığı zaman gözlemlenebilir evrendeki son medeniyet trajik bir kıyamet ile hiçliğe karışmıştı. Bu durumda hayatı yıldızlara benzetebiliriz. Son derece yaygın ve parlakken belirli bir seviyeye ulaştıktan sonra genişliyor, ölümcül bir şeye dönüşüyor ve nihayet kendi içine çöküp kendi kendini tüketiyor.
Fakat evrenimiz henüz genç. Daha on dört milyar yaşında. Bizim güneşimizin bile bir siyah cüceye dönüşmesi için otuz trilyon yılı var daha. Bu muazzam bir süre. Tüm bu süre boyunca yaşam bir kez olsun filizlenmeyecek mi yeniden? Güneş Sistemimiz bunun için son derece uygun bir yer aslında. Yüzeyinin altında küresel tuzlu su okyanusları taşıyan uyduları var örneğin. Karasal uyduların kimisi buzlarla kaplı. Kimisi organik maddeler içeriyor. Üstelik Titan‘ın son derece yoğun bir atmosferi var…
Güneş kırmızı dev evresine girdiği zaman Titan‘daki metan-etan denizleri buharlaşmaya başlayacak. Buz dağları eriyecek ve yüzey altındaki su açığa çıkacak. Su ve amonyak karışımı denizler belirecek. Böylece Titan‘ın yüzeyi büyük bir değişime uğramış olacak. Atmosferdeki ısı ise hızla yükselecek. Şu an bile hayat bulundurduğundan şüphelendiğimiz Titan o devirde hayatın yeşerdiği ikinci bir dünya olabilir. Tabii bu sırada bizim dünyamız karbonlaşmıştır ve bir zamanlar yüzeyinde bulundurduğu yaşamdan eser alamet yoktur artık.
Henüz bu çağ için yakın gelecek sıfatını kullanabiliriz. İnsanlık uzaya açılmayı başarmıştır. Yıldızlar-arası seyahat yapamasa bile en azından Güneş Sistemi’ni kolonize ediyorur. Ana-gezegenini Güneş’in etkileri yüzünden kaybettikten sonra tam bir uzay göçebesine dönüşebilir. Uzay şartlarına adapte olmak çok zor olacaktır. Özellikle de psikolojik anlamda. Sürekli siyah, gri ve beyaz görmek, kök salacak bir satıh olmadığını bilmek… geleceğin uçsuz bucaksız karanlığına sürüklenmek derin bir varoluş krizine sürükleyebilir insanları.
Fakat bu devirde insanlık psikolojik dünyanın sırlarını çözmüş olabilir. İnsanlar devasa bilgisayar portallarında gerçeklikten tamamen koparak bambaşka bir evrende yaşamaya başlayabilir. İnsanlar tanrıyı oynayabilecekken, gerçekliğin tatsız ve karbonlaşmış mücadelesine neden atılsın? Fakat insanlar, en azından günümüzün bakış açısıyla, tanrıyı oynayamayacak kadar sefil bir ruha sahiptir. İnsanlık hem gerçeğe vurgundur, hem de ona tutsaktır. Bu tutsaklığı hayal çemberleri ile sıklaştırır. Gerçekliğe alternatif olarak kurulan bir sanal evren ancak yeni ve daha pespaye bir tutsaklık yaratır. Üstelik insanları sahte tanrılığa yükselten makineler kozmik rüzgarlar sonucu çalışamaz bir hale gelebilir. Sonuç ikinci bir kıyamet olur.
Eğer böylesi bir kıyamet yaşanırsa insanlıktan arta kalanlar ancak gerçekliğin çiğ ve ürpertici yükünü kabul eden uzay göçebeleri olacak. Güneş Sistemi’ndeki kaynakları tüketinceye ya da en azından Güneş bir beyaz cüceye dönüşene kadar insanlık burada durabilir. Sonra uzun ve sonu belki de insanlığın soykırımı ile bitecek kozmik bir göç başlayacaktır. İnsanlığın geleceği umut dolu, bir yandan da karanlık. Fakat insanlık her ne kadar kozmik bir ölçüye göre önemsiz ve zavallı gözükse bile, çok büyük bir özelliği var… bu zavallılığın farkında olması.
İnsanların küçük hormonal dünyaları haricindeki evrende tek bir hakikat varsa o da entropidir. Tüm evrende geçerli olan tek bir gerçek var, tüm evrende aşağı yukarı aynı çalıştığını düşündüğümüz tek bir şey var ve de bu bize düşman. Zaman bize düşman. Tüm evren mucizelerle dolu ama aynı zamanda düşman ve kötücül bir tasarıma sahip. En korkutucu yönü de kayıtsızlığı.
Hazırlayan: Tuğrul Sultanzade