Sözlüklerde New Age‘in, çoğunlukla “rahatlama amaçlı ve huzur verici müzik” şeklinde tanımlandığını görürüz. Bu, tam olarak doğru bir tanımlama değildir maalesef. New Age türü, meditasyon ve yoga seanslarında huzur verme amaçlı çalınan müziklerle aynı kefeye konulabiliyor çoğu zaman. New Age, oldukça kişisel, deneysel ve belli sınıfa ya da türe dahil edilemeyen bir müzik türüdür. 60’lı yılların sonlarına doğru “Moog Modular” gibi Synthesizer (Sentezleyici) müzik aletlerinin ortaya çıkışı, bu müzik türünün de oluşmasına yardımcı olmuştur.
Elektriksel sinyaller sayesinde farklı sesler üretmeye yardımcı olan bu aletler, yeni şeylerin peşinde olan sanatçılar için bulunmaz bir nimetti. Sanatçı, o güne kadar kimsenin duymadığı sesleri üretebilecek ve enstrümanların yetersiz kaldığı durumlarda imdadına sentezleyici aletler yetişecekti. Müzik tarihinde Synthesizerları, Vangelis, Jean Michel Jarre ve Kitaro en iyi ve etkin kullanan sanatçılardır. Bir diğer başarılı new age müzisyeni Mike Oldfield, ilk dönem eserlerinde (Tubular Bells) synthesizer kullanmıştır; fakat sonraki albümlerinde akustik ve modern seslere daha çok ağırlık vermiştir.
Asıl adı Evangelos Odysseas Papathanassiou olan Vangelis, 1943 Yunanistan doğumludur. Müzikal anlamda geleneksel nota eğitimi almamıştır; fakat kendine özgü tasarladığı bir nota sistemi ile kariyerine yön vermiştir. 1967 yılında, yakın zamanda hayatını kaybeden Demis Roussos ile birlikte Aphrodites’s Child isimli progresif rock grubunu kurdu. Vangelis, grubunda söz yazarı, besteci ve klavyeci olarak yer aldı. Grup, 1967 – 1971 yılları arasında End Of The World, It’s Five O’Clock ve 666 albümlerini çıkardı. Grubun son albümü olan “666”, progresif rock müziğin en önemli eserlerinden biridir. Vangelis, bazı yaratıcı sebepler ve solo kariyer başlatma isteğinden dolayı, son albüm ile birlikte grup dağıldı. Fakat grup aktif olduğu yıllar boyunca, Avrupa piyasasında büyük bir başarı ve popülerlik elde etti.
71 çıkışlı 666 albümleri halen kült statüsünü taşımaya devam ediyor. Grubun dağılması ile birlikte ufak tefek kişisel çalışmalarından sonra, karakteristik anlamdaki ilk Vangelis albümü Earth’tü (1973). 70’lerde Heaven And hell (1975) ve Albedo 0.39 (1976) gibi iki önemli klasiğe imza atarak, durdurulamaz yükselişini sonraki albümleri ile de devam ettirdi. 1982 yılında, en iyi film Oscar’ının sahibi olan Chariots Of Fire (Ateş Arabaları) filminin müziklerine imza atarak, kendisi de altın heykelciği kucakladı. Akademi’den aldığı bu ödül, kariyeri açısından bir zirveydi.
Ridley Scott başyapıtı olan Blade Runner’ın (1982) müziklerine imza atması ile bilimkurgu kültüründe kendisine yer buldu. Sanatçı, ileriki yıllarda Scott ile olan ortaklığını 1492: Conquest Of Paradise ile bir kez daha tekrarladı. 1982 yılında sanatçının İngiltere’de bulunan “Nemo” isimli stüdyosunda kayıtları gerçekleştirilen Blade Runner film müziği çalışması, albüm olarak 1994 yılında yayımlandı. Müzikal kariyerinde filmler haricinde, Cosmos (1980) belgeseli; NASA’nın Mission: 2001 Mars Odyssey ve ESA’nın Rosetta uzay görevlerine adanmış albümlere de imza attı. Vangelis, Hans Zimmer gibi kariyerini film ve belgesel müziklerine adamış bir sanatçı değildir. Bilakis, yer aldığı film ve belgesel projelerinin müziklerini, başlı başına bağımsız bir albüm olarak yaratır.
Blade Runner çalışmasını ele alırsak, albümdeki her bir parça filmdeki sahnelere ritmik anlamda uyumlu değildir. Hans Zimmer (Interstellar) gibi sanatçılar, besteleri sahneleri izleyerek tasarlarlar. Interstellar albümünü tek başına dinlediğimizde, duygu anlamında eksik bir şeyler yaşayabiliriz. Çünkü her bir parça, filmdeki belli sahneleri desteklemek için yapılmıştır. Blade Runner albümü, new age müzik tarihinin hem başarılı hem de en iyi film müziği çalışmalarındandır. Sahnelerden bağımsız yaratılan besteleri, filmi izlerken dinlediğimizde her hangi bir uyumsuzluk da hissedilmez.
Blade Runner, modern sinemanın varoluşsal bir başyapıtı. Siperpunk türünü ilk ve halen en başarılı olarak kullanmış bir eserdir. Gelecekte insan ve replikantlar (filmde siborg terimi yerine replikant ismi kullanılıyor) arasında güven ortamının yok olduğu bir dünyada dedektif Rick Deckard (Harrison Ford), Nexus 6 isyanını başlatan replikantları öldürmekle görevlendirilmiştir. Fakat isyanda yer alan replikantlar yaşamak istemektedir. Varlıklarını sorgulayabilecek olgunluğa erişmişlerdir. Adeta kelle avcısına dönüşen Deckard da bir replikant olabilir miydi? Karanlık bir fütüristik gelecek sunan yapımda, “film noir” (kara film) etkileri de hissediliyor. Yapımın orijinal versiyonunda Rick Deckard, hikayenin bazı sahnelerinde dış ses olarak yer alırken; 1992’de Ridley Scott, “yönetmenin versiyonu” edisyonunda dış sesi çıkardı. Dış sesin olduğu orijinal eserde, kara film atmosferi ikinci versiyona göre daha yoğundur.
2016’nın sinema olayı Arrival’ın yönetmeni Denis Villeneuve’nin, Blade Runner 2 (2017) projesinin başında olması heyecan katsayımızı çoktan yükseklere çıkardı. Vangelis bu yeni projede yer almıyor. Denis Villeneuve, yola Arrival’ın da bestecisi olan Johann Johannsson ile devam edecek. Vangelis’in Blade Runner’ı, karanlık ve hipnotik bir albüm. Dick Morrissey’in bazı parçalarda synthesizer’a eşlik eden saksafonu ve birkaç parçada da Demis Roussos’un vokali ile yer alması, albüme çok katmanlı bir hava katıyor. Özellikle Dick Morrissey’in dahil olduğu anlarda, hafiften caz müzik esintilerinin hissedilmesi etkileyici. Albümün, bu çok katmanlı yapısına konsept bir çalışma gözüyle bakılabilir. Vangelis, adeta geleceğin müziğini yapmış ve günümüz müzik anlayışının ileride nasıl olacağının cevabını vermiştir.
New age türünün, müzikalite olarak, olgunluk döneminin 90’lı yıllar olduğunu rahatlıkla söyleyeiliriz. 60’lar sonlarında kullanılmaya başlayan synthesizer müzik aletinde artık ustalaşan sanatçılar, new age türünde en iyi albümlerini 90’larda ürettiler. Vangelis’in, 1492: Conquest Of Paradise (1992), Voices (1995), Oceanic (1996) albümleri kariyerinin en iyi işlerindendi. Maalesef 2000’li yıllara girilmesi ile birlikte new age müziğine karşı olan ilgide düşüş yaşanmaya başlandı ve bu türün usta sanatçıları da eskisi kadar üretken işlerle pek karşımızda olamadılar. Vangelis, birkaç albüm yayımladıysa da eski günlerdeki performansında değildi. Türün diğer ustaları, Mike Oldfield, Kitaro, Jean Michael Jarre için de durum aynıydı. Çoğunlukla toplama (Best of) albümlerle karşımızda oldular.
Fakat 2010 itibari ile yeniden bir hareketlenme görülmeye başlandı. Bu ilgiyi tekrardan fitilleyen olay, elektronik müzik grubu Duft Punk’ın Random Acces Memories (2013) albümüydü. Bu albüm piyasaya çıktığında deyim yerindeyse yer yerinden oynadı. Grubun bu dördüncü kaydı önceki işlerine kıyasla hayli deneyseldi. Homework (1997), Discovery (2001) ve Human After All (2005) başarılı birer elektronik albümleriyken, bu son işlerini belli bir sınıfa sokmak güç. Synthesizer’ların kullanıldığı analog bir altyapıya sahip olan bu eserlerinde, Giorgo Moroder ve Paul Williams gibi sanatçılara da saygı duruşunda bulunup, günümüz standartlarının hayli üstünde bir işe imza attılar. Albümde yer alan Touch, Motherboard ve Contact bestelerine new age etkileri yoğun olarak hissediliyor. Grup, müzikal anlamdaki değişimini Tron: Legacy (2011) film müziklerinde hissettirmişti. İlk kez bir filmin müziklerine imza atan Duft punk, Tron 2’de elektronik altyapılı, orkestral bir iş ortaya koydular.
Duft Punk’ın düğmeye basmasından sonra, eski new age ustalarının da yeni ve dinamik işlerle tekrar müzik sahalarına çıkması piyasayı hareketlendirdi. Söz konusu yaşanılan bu hareketlenme new age piyasası için geçerlidir. Yoksa bu müzik türü popülerlik anlamında pop ve rock müziğin önüne daha önce hiç geçemedi. Vangelis, Avrupa Uzay Ajansı’nın (ESA) Rosetta: Uzay Görevi’ne ithafen 2016 Eylül’ünde son stüdyo albümü Rosetta’yı yayımladı. Rosetta uzay aracının kuyruklu yıldıza olan destansı yolculuğunu etkileyici besteleri ile tekrar yorumladı. Sanatçının bu son kaydı, uzun bir aradan sonra tekrar geri dönüşü oldu.
Vangelis, albüm kayıtlarında ve konserlerinde aynı anda birden fazla enstrüman kullanabilen bir yetenektir. Bestelerini kaydederken koltuğunun dört bir yanını saran elektronik klavyelerin her birine hakim olması hayret verici. Bir Vangelis albümünü dinlerken, arkasında dev bir orkestra varmış sanılabilir. Fakat sanatçı, tüm enstrümanları kendi çalıyor. Synthesiser’lara önceden yüklediği programlar sayesinde ve etrafının saran onlarca klavyenin oturma yerine çok yakın olmasından dolayı hepsine yetişebiliyor. 2010 sonrası dönemde Mike Oldfield, rock esintili Man on The Rocks (2014) ve Jean Michel Jarre, Oxygene 3 (2016) ile geri dönüşünü yapacak. Vangelis, ilerleyen yaşına rağmen halen üretmeye devam ediyor. Blade Runner’ın halen dinleniyor olması yaratıcılığı ve dehasının bir ürünüdür. Usta sanatçı, adını tarihe klasik müzisyenler Mozart ve Beethoven gibi silinmemek üzere çoktan yazdırdı.