Amnesia The Dark Descent

Amnesia: The Dark Descent

2007 yılında çıkardığı Penumbra: Overture ve ertesi yıl gelen devam oyunları ile survival horror türünde âdeta bir devrim yaratan Frictional Games, asıl bombasını 2010 yılında patlattı. Amnesia: The Dark Descent ile türün belki de en iyi oyununa imza atan şirket, sonradan gelecek bu türdeki oyunlara esin kaynağı oldu. Hint mitolojisinin bilimkurgusal yönlerini sanayi devrimi bilimkurgusu ile birleştiren hikâyesi, sürekli verdiği tekinsizlik hissi ve film olsa Oscar alacak senaryosu ile oyun, türünün standardını belirleyen bir yapım olarak tarihe geçti. İlk olarak 2010 yılında Microsoft Windows, Mac OS X ve Linux işletim sistemleri için piyasaya sürüldü, 2016’da PlayStation 4 platformunda ve 2018’de ise Xbox One‘da yerini aldı.

Amnesia: The Dark Descent, atmosferiyle oyuncuları derinden etkileyen bir oyun. Oyuncu, Brennenburg Kalesi’nin karanlık koridorlarda dolaşırken sürekli bir gerilime maruz kalıyor. Kale, gotik mimari öğelerle bezeli ve karanlık bir atmosfere sahip. Oyunun grafikleri ve ses tasarımı da oyuncunun kaledeki korkunç olayların içindeymiş gibi hissetmesine zemin hazırlıyor. Ayak sesleri, kapı gıcırtıları, rüzgârın ürkütücü vızıltısı ve uzakta duyulan çığlıklar… Her şey bu gerilimli atmosferi daha da besliyor. Oyunda Daniel adlı bir karakteri yönetiyoruz. Daniel, kendi geçmişini hatırlamıyor ve biz de onunla birlikte bu gizemi çözmeye çalışıyoruz. Bellek kaybı ve bilinç akışı, oyunun en güçlü bilimkurgusal yönü. Daniel’ın zihnindeki karmaşık düşünceler ve anılar, bizim de deneyimimizi şekillendiriyor.

19 Ağustos 1839’da genç bir adam, Prusya’daki Brennenburg Kalesi’nin karanlık ve boş salonlarında kendisi ve geçmişi hakkında hiçbir şey hatırlamadan uyanıyor. Tek hatırlayabildiği adının Daniel olduğu, Mayfair’de yaşadığı ve bir şeyin ya da birinin onu avlamaya çalıştığı. Bilincini yeniden kazandıktan kısa bir süre sonra kendisine yazdığı bir not buluyor. Notta belleğini bilinçli olarak yitirdiği ve şatoda kendisini “Gölge” adlı bir varlığın kovaladığı yazıyor. Nota göre Baron Alexander’ı bulup öldürmek için kalenin İç Mabedi’ne inmesi gerekiyor. Daniel, şatoda ilerledikçe bulduğu notlar ve günlüklerin yanı sıra ani hatırlayışlar ve imgelemler aracılığıyla hem şatonun gizemlerini hem de kendi geçmişini yavaş yavaş öğreniyor.

Anlıyoruz ki içinde bulunduğu durumun kaynağı, Tin Hinan Mezarı’ndan çıkardığı ve Gölge‘yi serbest bırakan gizemli bir küre. Küre hakkında yüz yüze görüştüğü ve danıştığı uzmanların her biri daha sonra korkunç bir şekilde parçalanmış olarak bulunmuş. Bu durumdan rahatsız olan Daniel, kendisini Brennenburg’a çağıran Alexander ile iletişime geçene kadar garip kürelerle ilgili tüm arkeolojik ipuçlarını umutsuzca incelemiş. Alexander, Gölge’nin onu sürekli takip ettiğini, dokunduğu herkesi öldürdüğünü ve sonunda kendisini de yakalayıp öldüreceğini söylemiş. Alexander, küreyi sadece aşırı acı ve ıstırap içindeki canlı insanlardan elde edilebilen “vitae” maddesiyle kaplayarak Gölge’nin püskürtülebileceğini belirtmiş. Ancak Alexander’ın asıl amacı, Daniel’ın vitae ile zenginleştirdiği küresini kullanarak yüzyıllar önce sürgün edildiği kendi boyutuna geri dönmek. Alexander aslen başka boyuttan gelen bir varlık. Bu amaca ulaşmak için Daniel, kale zindanlarında Alexander’ın cani suçlular diye yaftaladığı ama aslında çoğu masum olan mahkûmlara işkence ederek vitae toplamış.

Kurbanlar, vitae üretimini en üst düzeye çıkarmak için hafıza kaybına neden olan bir iksir tüketmeye zorlanmış, böylece işkencelerine asla alışamamaları ve sürekli acı çekmeleri sağlanmış. Daniel’in haberi olmadan küreye vitae uygulayan Baron Alexander, Gölge’yi kısa süreliğine püskürtse de onu daha da öfkelendirmiş. Gölge, başka boyuttan gelen bir varlık ve bu küreye mahkûm edilmiş. Yaklaşmakta olan Gölge’den kaçmak için giderek daha fazla çaresiz kalan Daniel, vitae toplama girişimlerinde gitgide sadistleşmiş ve bir öfke nöbeti sırasında yanlışlıkla kaçan iki mahkûmu, bir anne ve küçük kızını öldürmüş. Son ayinin ardından Alexander, Daniel’ın kendisine duyduğu inancında azalma hissetmiş ve bunun sonucunda da onu ölüme terk etmiş. Alexander’ın kendisini kandırdığını anlayan Daniel ise içini kaplayan intikam ve suçluluk duygusunun üstesinden gelmek için bir hafıza kaybı iksiri içmiş.

Kalenin içinde yolunu arayan Daniel, zaman zaman üzerinde deneyler yapılan insanların Frankenstein misali yeniden canlanmış kadavralarıyla karşılaşıyor. Oyunda yaratıklara saldırmak mümkün olmadığı için Daniel’in yapabileceği tek şey saklanmak. Sürekli karanlıkta kalması ise akıl sağlığını tüketiyor. Ayrıca aydınlatma amacıyla yanında taşıdığı gaz lambasının yağı zamanla bitiyor ve kalenin içinde yağ bulması gerekiyor. İç Mabet’e yaklaşan Daniel, bir zamanlar öğrencisi Johann Weyer‘le birlikte küreler üzerinde çalışmış ve o zamandan beri konu hakkındaki kapsamlı bilgisi nedeniyle Alexander tarafından hayatta tutulup hapsedilmiş Heinrich Cornelius Agrippa ile karşılaşıyor. Daniel’a Weyer’in boyutlar arasında seyahat etmek için kürelerin gücünü kullanabildiğini söylüyor ve ona İç Mabet’i aşmak için gerekli olan eski küresinin parçalarını bulması talimatını veriyor. Bu aşamada kürelerin, eski zamanlarda boyutlar ve yıldızlararasında yolculuk için kullanılan bir araç olduğunu öğreniyoruz.

Daniel, İç Mabet’e girdiğinde Alexander’ı geçidi açmaya hazırlanırken buluyor. Buradan itibaren üç olası son var: Oyuncu hiçbir şey yapmazsa Alexander portala giriyor ve Daniel’ı Gölge tarafından öldürülmek üzere bırakıyor. Diğer boyuta geçmeden hemen önce ise Daniel’a fedakarlığının sonsuza dek hatırlanacağını söylüyor. Eğer oyuncu destek sütunlarını devirerek geçidin açılmasını engellerse Gölge, Alexander’ı öldürüyor ve Daniel’ı bağışlıyor. Daniel böylece kaleden ayrılabiliyor. Dönüş yolunda önüne herhangi bir engel çıkmıyoz. Eğer oyuncu Agrippa’nın kafasını geçide atarsa Gölge hem Alexander’ı hem de Daniel’i öldürüyor, ancak Agrippa Daniel’ı karanlığa gömülmekten kurtaracağına söz veriyor ve Weyer’i yardıma çağırıyor.

Kısacası Amnesia: The Dark Descent, korku ve bilimkurgu türlerini başarıyla bir araya getirmesiyle hafızalara kazınan bir oyun. Oyunun atmosferi, hikâyesi ve mekân tasarımı, bilimkurgu hayranları için de oldukça ilgi çekici.

Yazar: Halil Alpaslan Hamevioğlu

İçsel yolculuğuna 1980'de Polatlı'da başladı. 80'ler ve 90'ların göbeğinde yetişti. O devrin her bireyi gibi bilimkurguyu video kasetlerden tanıdı. Sonra özel kanallar geldi. Hayal dünyası iyice genişledi. Eh, gerçek yaşamında da dünyanın içinden geçtiği dönüşümü gördü. Sovyetler'in bitişini, Berlin Duvarı'nın yıkılışını, popüler kültürün tüm dünyayı etkisi altına alışını... Bir gün okulu bitti ve hem gördüklerini hem de yaşadıklarını yeni nesillere aktarmak istedi. Öğretim görevlisi oldu. Gazi Üniversitesi’nde başlayan, Başkent Üniversitesi’nde devam eden öğreticiliğinde ülke sınırlarını aştı ve kendini Amsterdam Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde buldu. Yazmayı hep sevdi. Âşık olduğu bilimkurgu ile yazma hobisini ise burada birleştirdi.

İlginizi Çekebilir

Asteroid-City-

Wes Anderson’dan Bir Bilimkurgu: Asteroid City

Wes Anderson, kendine özgü sinematik dili, simetrik kadrajları, pastel renk paletleri ve ayrıntılı set tasarımıyla …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin