Gerçeklik, siz ona inanmaktan vazgeçtiğinizde de ortadan kaybolmayan şeydir.
Philip K. Dick
Bizi biz yapan şey nedir? Görünüşümüz mü, hafızamız mı, genetik kodlarımız mı? Yoksa bunların hepsi mi ya da karışımı mı? Bilinçle beden bir bütün müdür? Bu sorular felsefenin yeni sayılabilecek bir dalı olan zihin felsefesinin temel soruları arasında. SOMA‘yı bu kadar eşsiz kılan da temelinde zihin felsefesiyle bilimkurguyu harmanlaması. Aşağıda kimi zaman yaşanan veya yaşanabilecek durumların ve soruların üzerinden geçildi. Bilincin çok soyut ve kaygan anlamlı yapısını daha iyi kavramak için bunlar daha da ileri götürüldü.
Tek yumurta ikizleri birbirlerinden çok çok ufak bir yüzdeyle farklıdırlar. Birçokları karıştırsa da biz biziz ve ikizimiz de kendisidir. O halde görünüşün bilinçten bağımsız olduğunu düşünebiliriz.
Şu an bu yazıyı okuyan halinizin hiçbir değişikliğin gerçekleşemeyeceği kadar kısa bir sürede kopyalandığını ve meydana getirildiğini düşünün. Her ayrıntısıyla, yani düşüncelerinizle, hafızanızla, vücudunuzdaki yara izlerinizle tamamen şüpheye yer bırakmayacak şekilde bu sizsiniz. Fakat ortada şu soru var: Aslolan hanginiz? Kopyanız aslında sizin kopya olduğunuzu ileri sürdüğünde hangi kanıtla, hangi gerekçeyle karşı çıkabilirsiniz? Onunla anlaşmazlığa düştüğünüzde kendinizle çelişmiş mi olursunuz? Bunu bir adım ileri götürüp, onu öldürdüğünüzü düşünelim. Bu cinayet midir yoksa intihar mı? Prestij filmindeki gösterinin püf noktasını hatırlayın, yapılan her gösteride bir ölüm yazı turası vardı. Ya ölümden sonraki hayat, kopyanız sizin yerinize mi geçmiş olacak? Bu soruları bir de öldürdüğünüzün yapay zekaya sahip bir varlık olması durumunda sorsak nasıl cevaplarsınız?
Aradan kısa da olsa bir süre geçti. Siz de kopyanız da, “değişmeyen tek şey değişimdir” ilkesi gereği az da olsa değiştiniz, muhtemelen genetik yapınız da değişti. Bugün kimsenin doğduğu anki genetik yapısıyla ölmediğini biliyoruz. Bu noktada kopyanızla bir ağacın dalları durumundasınız. Ancak kopyanızın, kopyalandığınız andan 3 yıl sonra hayata getirildiği varsayımında siz kopyanızın, yani geçmişteki halinizin bir çeşidi durumunda mısınız? Burada kopyanız ayrıca zamanda 3 yıl yolculuk yapmış da sayılabilir mi ya da sayılabilir misiniz? Kopyalanmanızdan sonra ölmeniz halinde bilinciniz hala yaşıyor sayılabilir mi? Tıpkı sizin bir zamanlar sevdiğiniz şarkıları dinliyor, sizinle aynı anıları hatırlıyor, beğenmediğiniz yemeklerden kaçınıyor olacak.
Örneğimizden farklı olarak, sizden çok az bir parça taşısa dahi sizin benliğinizden bir parçadır. Zaten hayatın amacı da budur: Kendinden parça bırakmak. Bilinen her canlı türü kendinden bir parça bırakmak için her şeyi göze almakta. Belki bir gün üremek, birbirlerinin bilinçlerini harmanlayıp yeni kişilikler ortaya koymak olacak. Belki böyle üreyenlerle karşılaşacağız. Belki de yapay zeka araştırmalarıyla bu yoldayız. Bunu zaman gösterecek.
Bu noktada kişiliğin değişimi ya da zihnin değişiminden söz etmeyi de yararlı buluyorum. 19.yy’da yaşanan bir vaka, zihin felsefesinin 2 ayrı ekolü olan düalizm ve monizm taraftarları arasındaki argümanları yerle bir etmiştir. Dualistler temelde zihin ve bedenin iki ayrı töz olduğunu savunurken, monistler zihin ve bedenin ayrı olmadığı görüşündedirler.
Phineas Gage, demir yolunda kayaları patlatmakla görevli bir ustadır. Patlama için bir delik açmakla ve patlayıcıyı, 1 metrelik bir demir vasıtasıyla sıkıştırmakla görevlidir. Bu sırada talihsiz patlama gerçekleşir. Bu demir Gage’in sol gözünden girip kafasının üstünden çıkar ve 25 metre uzakta bulunur. Demir parçası beynin frontal loblarına zarar verir. Gage yaşaması imkansız görülürken hayata tutunur. Ancak asıl sorun bambaşka bir yerde, zihnindedir.
Arkadaşları kazadan sonra davranışlarında değişiklikler gözlemler. Vurdumduymaz, sorumsuz, çabuk sinirlenen, kazandığını hayat kadınlarıyla tüketen, tembel bir insan haline gelmiştir. İşten kovulmasını önemsemez. Sonraki hayatında kendisini yaralayan demirle sirklerde gösteri yapar. Bu olayın kulaktan kulağa anlatılan bir efsaneye dönüşmesi, gerçekliğin bulanıklaşmasına neden olmuş durumda. Nitekim en belirgin kişilik değişimlerinin olaydan kısa bir süre sonra meydana geldiğini dillendirenler kadar, olayın sonrasında tamamen normal bir yaşama sahip olduğunu savunanlar da vardır.
Hadi bu olayı biraz daha ekstrem hale getirelim. Kazadan sonra tamamen farklı biri gibi davrandığını varsayarak sormak gerekirse, onu hâlâ Phineas Gage olarak tanımlamamız mümkün müdür? Yabancı el sendromu çok nadir rastlanan sinirsel rahatsızlıklardan bir tanesi. Basitçe bahsetmek gerekirse, hastalar ellerinden birini kontrol edemezler. Kontrol edilemeyen el kendince hareketler sergiler. Konuştuğunuz kişiye vurmaktan, gömleğinizin düğmelerini açmaya ve hatta gecenin bir vakti boğazınızda bir elle uyanmaya varan davranışlar içerebilir. Yabancı el sendromunun ortaya çıkış nedeni beynin iki lobu arasındaki iletişimin zarar görmesidir. Beynimiz 2 ayrı bilinç içerir gibi gözükür.
Peki bunların karşısında yapay zeka hangi konumda kalır? Beynimiz nöronlarla bezeli elektrik akımlarıyla çalışan biyonik bir makinedir. O halde yapay zeka neden bizden farklı olsun? Bu biyonik makineyi çiplerle, kablolarla değiştirecek teknolojiye ulaştığımızda bizim yapay zekadan farkımızın kalmayacağı düşünülebilir.
SOMA
Bizler “Soma” kelimesini ne yazık ki o elim kazayla biliyoruz. Soma, Yunanca kökenli kelimelerden. Anlamı beden ya da biyonik organdır. SOMA hayatta kalmaya dayalı bilimkurgu korku türünde fps bir oyundur. Geçmişte korku oyunlarında çığır açıcı nitelikte olan Penumbra, Amnesia gibi oyunların yapımcısı Frictional Games tarafından 2015 yılında piyasaya sürüldü. Tanıtım videolarından hareketle uzaylı istilasını konu aldığı düşünülüyordu. Uzay gemilerinin uzun karanlık koridorlarından farksız bir ortam vardı. Ancak SOMA hiç umulmadık bir yerde, okyanus tabanında geçiyor. Yine de okyanuslarla uzayın derinlikleri arasındaki benzerlik bu yanılgımızı kapattı denebilir. Hayatta kalmaya dayanan oyunlara yabancıysanız bilin ki kendinizi koruyacak hiçbir şeyiniz yok. Sadece kapıları açmaya yarayan omnitool adında anahtar mahiyetinde elektronik bir cihazınız var. Bunun dışında yaratıklardan sadece kaçınarak kurtulabilirsiniz. Sessiz kalarak ufak adımlarla uzaklaşabileceğiniz gibi, koşarak da kaçabilirsiniz; ancak koşmak metal zeminde çok sese neden olduğu için çoğu zaman çare değil.
Simon Jarred, bir kitap mağazasında arkadaşı Ashley ile birlikte çalışıyordur. Simon ve Ashley trafik kazası geçirirler. Kaza sonucu Ashley hayatını kaybederken, Simon ağır beyin hasarıyla kurtulur. Ashley’i kaybetmenin acısının yanında, kazanın getirdiği derin baş ağrılarıyla da boğuşmaktadır. Ölüme her baş ağrısıyla gittikçe yaklaşan Simon, çareyi David Munshi ve öğrencisi Paul Berg‘in geliştirdiği yeni beyin tarama teknolojisinde arar. David Munshi’ye ulaşan Simon, beyin tarama işleminin bitmesiyle kendini bambaşka bir yerde bulur ve burası hiç de dost canlısı bir yer değildir. Simon’ın bulunduğu yer okyanus tabanındaki araştırma merkezi PATHOS 2‘dur. Pathos 2 kısa zaman önce terkedilmiş gibi gözüken, kısım kısım bir tür elektronik organizma tarafından işgal edilmiş bir yerdir. Simon, ezilmiş ve neredeyse hurda haldeki bir robotla karşılaşır. Söz konusu robot, bir insan olduğunu iddia eder ve üst katta robotun bahsettiği insanın cesediyle karşılaşırlar. Olayı anlamlandırmaya çalışan Simon, sonunda PATHOS 2’daki görevlilerden Catherine Chun‘la iletişim kurmayı başarır.
Oyundaki biricik yardımcımız Catherine’nin kılavuzluğunda Pathos 2’nun en karanlık, en korkutucu kısımlarına yol alıyoruz. Pathos 2, deniz tabanındaki platoda bulunan Upsilon, Delta, Theta, Lambda, Omicron ve derin denizde yani ışığın ulaşmadığı uçurumun dibinde bulunan Tau, Phi, Alpha olmak üzere 8 platformdan oluşan, okyanus tabanındaki derin bir uçurumun yanı başına kurulmuş çoklu araştırma merkezidir. Belli başlı araştırmaları derin deniz canlıları, hidrokültür ve deniz bilimidir. 2060’lı yıllarda kurulan Pathos 2’deki yan araştırmalardan birinin amacı taranan insan zihinlerini Haimatsu ZA-X2 yapay gerçeklik deney modülüne yükleyerek uzaya göndermektir (Araştırmacılar bu modüle ARK yani Nuhun Gemisi adını vermişlerdir). Ark, taranan zihinlere Matrix benzeri ortam sağlar ve Dünya yörüngesinde, güneş enerjisiyle çok çok uzun bir süre kendini idame ettirebilir
Yapay zeka psikologu Johan Ross, bir diğer araştırmada yapısal jel adındaki bir maddeyi kullanarak her makineye ve yaşam formuna erişebilen, kontrol edebilen, yeniden canlandırabilen yapay zeka WAU‘yu (warden unit,Gardiyan Birimi) tasarlar. Çalışmalar sürerken, Telos (Yunanca anlamı sondur) kuyruklu yıldızı Dünya’ya çarpar ve yeryüzündeki tüm canlılar ölür. Pathos 2, sadece yüzeydeki Omega platformunu bu devasa felakete kurban verir.
Bunun dışında Pathos 2, bulundurduğu tüm insanlar için güvenli bir korunak haline gelir. Çarpışmayla beraber Nuhun Gemisi projesi artık insanlığın son umudu olur. Çarpışmadan sonra WAU, tuhaf davranmaya başlar ve yapısal jel sayesinde Pathos 2’ya yayılır. WAU, bu jel sayesinde ölüleri kendince canlandırır. onlara güç sağlar. Meteor çarpışmasından kaynaklanan bir sızıntı sonrası bu jel deniz canlılarına da bulaşır. Böylece devasa saldırgan köpek balıkları, mürekkep balıkları, melek balıkları ve örümcekler Pathos 2’nun etrafında sıkça görülür.
SOMA’da kimi sahnelerde peşinizdeki yaratıklardan daha çok rahatsız edici durumlarla karşılaşacaksınız. Oyunu nihayete erdiren dönüm noktaları da bunlar sanırım. Derin dalgıç kıyafetini bulmamızla başlayıp, uçurumdan asansörle inişimiz sırasında Catherine ile yaptığımız hayatın ne olduğu, anlamı ve bilinç üzerine olan olağanüstü diyalogla devam edip, final bölümüyle ise beynimizden vurulmuşa döneceksiniz. Özellikle asansör diyalogu o kadar derin ki sadece bu sahne için bile kendi adıma defalarca çekinmeden oynayabileceğim bir oyun SOMA…
Bana göre, bir korku oyununun iyi sayılabilmesi için en önemli şeylerden ikisi atmosfer ve sestir. Deniz tabanında ufak bir yürüyüşe çıktığınızda ışıkların nasıl etkileyici olduğunu göreceksiniz. Deniz seviyesinden 4000 metre aşağıda tamamen yabancı olduğunuz, peşinizde koşturan tuhaf yarı insan yarı robotlarla dolu bir ortamda korku atmosferinin oluşmadığından bahsetmek şüphesiz acımasızlık olur. Oyundaki sesler, her ne kadar çaresizliği ve korkuyu iliklerinizde hissettirmese de, kesinlikle etkileyici ölçüde denebilir. Bir defa, su altında bulunduğunuz süre içerisinde etkileşime girdiğiniz maddelerin sesleri tamamen gerçekçi biçimde değişiyor. Su içerisinde duyabildiğiniz o tok seslerin aynını hissedebiliyorsunuz ya da büyük bir hangar içerisinde iseniz sesler yankılanabiliyor. Peşinizdeki yaratıkların ne kadar yakında olduğunu, hangi hızla geldiğini bile hissedebiliyorsunuz.
SOMA’yı korkmak için oynuyorsanız, beklediğinizi bulamayabilirsiniz. Frictional Games’in daha önceki oyunlarından Amnesia: The Dark Descent‘taki korku dozajı açıkçası SOMA’dan bir kaç kat daha fazla. SOMA, daha çok senaryosu ve atmosferiyle öne çıkıyor, yani bilimkurgu yönü daha baskın. Fakat bu, sanırım bilimkurgu severler için artı sayılabilecek bir özellik. Hiçbir zaman jumpscare yöntemiyle korkutmayı seçmiyor. Tehlikenin yaklaştığını ya da tehlikeye yaklaştığınızı hissedebiliyorsunuz.
Sözün özü, harika görüntüler ve sesler eşliğinde kusursuz ve dokunaklı bir bilimkurgu oyunu arıyorsanız, Bioshock Infinite‘den sonraki en iyi seçenek SOMA…
Hazırlayan: Furkan Kılıçaslan